Aradığınız cevaba ulaşmanın yolu işinize gelecek soruyu sormaktan geçiyor. Doğru soruya ulaşabilmek için ise doğru soruyu bulmak gerek. Zaten hakikaten doğru soruyu dillendirdiğinizde cevabın çok da ehemmiyeti kalmıyor.
Peki, sinemanın ne olup olmadığı sorusunun doğru soruluşu nedir?
Bilemiyorum…
Fekat sinemanın hayatımız ve insanlık için ne ifade ettiği meselesine gelince işimizi kolaylaştırıp basit sorudan başlamak gerek.
Sinema ne işe yarar? Ya da bir film ne işe yarar?
İkisinin de cevabı aynı kapıya çıkıyor.
Direkt söylemek gerekirse sinemanın hayatla doğrudan bir ilişkisi var. İster “sinema eğlencedir” deyin ve filmleri günlük koşturmacanın durağanlığından ve sıkıcılığından kurtulmak için izleyin, ister daha deruni bir mana ifade etsin sizin için…
Sinema, hayatın içinde olana dairdir. Sizin hayatınızın içinde olana… Size ait olana…
Sanatın ne olduğu konusu da bu mevzuun açığa kavuşmasında etkilidir.
Misal…
“Her yeni film hayatımı nasıl idare edeceğimi öğretiyor” diyor, Nuri Bilge Ceylan. Bir yönetmen olarak bunu söylemesi ütopik gelebilir. Ya da izleyici ile alakası olmadığını düşünebilirsiniz. Ancak izleyici için de aynısı geçerlidir. Sinemanın bütünlüklü mevcudiyeti zaten muhatap olduğu herkesi ilgilendirmeli.
Daha faydacı ve somut bir yaklaşım mı istersiniz…
Ingmar Bergman da diyor ki; “Filmlerimin başka insanlara tıpkı otomobiller, mobilyalar ya da yollar gibi yararlı olmasını isterim.”
Sizin için böyle bir faydası var mı? Bir filmden tek beklentiniz gülmek ya da duygulanmaksa cevabınız evet olmalı. Bir filmin sizin dünyaya bakışınıza etki etmesini bekliyorsanız da durum değişmiyor.
Jacques Tati’nin dediği gibi: “Ben istiyorum ki; film, siz sinema salonunu terk ettikten sonra başlasın.”
Başlayıp biten her şey sinemadır. Ve başlayıp biten hiçbir şey sinema olamaz. Çelişik! Peki, biz bu çelişkinin neresindeyiz? İnsan nerede? İman nerede? Yani maneviyat?
Semih Kaplanoğlu, maneviyatsız sinemanın faydasız ilim gibi olduğunu düşünüyor. Sinemanın içsel varlığına, var oluşun bütünsel yolculuğuna dair gayet net bir yaklaşım. İnsanın içinde olanla, içinde olduğumuz her şeyin insanı…
Andrei Tarkovsky de seneler önce benzer bir şey söylemişti:
“Tanrısız sanata inanmıyorum. Sanatın varoluş sebebi bir duadır, benim duamdır. Bu dua, benim filmlerim, insanları Tanrı’ya ne kadar yaklaştırırsa, o kadar iyi olur.”
Allah kabul etsin…
Sinemanın, insanın bakış sorunsalına ilaç olduğuna şüphem yok. Elbette her ürünü değil fekat genel manada işlevsel olarak sinema sanatı, insanın bakışındaki arazları giderip, bir bakış yöntemi önerip, insanla ve eşyayla irtibat sağlıyor.
Sinemayı bu kadar önemli kılan hayatın kendisi olabilir mi? Yani hayattan bir şeyler olmayan, insana ve hayatın gerçeklerine (hakikati demek iddialı olabilir) yer vermeyen ve buralardan beslenmeyen sinema, sinema mıdır?
Abbas Kiarüstemi’nin bu konuda kafası net. “Günlük yaşamda olup biten şeylerin sinemadan daha önemli şeyler olduğunu düşünüyorum” derken apaçık bir tablo sunuyor bakışımıza. Sinemayı şiirin kardeşi olarak da gören Kiarüstemi, “Bir ağacı toprağından sökerseniz yaşayamaz” diyerek, -İran İslam Devrimi’ni desteklememesine rağmen- 1979’daki devrimden sonra ülkesinden ayrılmamıştı. Sinema ile yaşayan ve sinemayı yaşatan isimlerin tutarlılığı da istikametimize katkı sağlamalı…
Hayat demiştik…
Film yapan kişi için sinema soluk almak gibidir. Bir meslek olmasının çok ötesinde işlevinden bahsediyorum.
“Film yapmak, birçok kereler yaşamak için bir şanstır” diyen Robert Altman’a katılıyorum. Nefes almadan yaşayamazsınız. Hayat, soluktur. Almalısınız. Yani hayat filmdir, izlemelisiniz.
Luis Bunuel “Sinema, duygular, düşler ve içgüdü dünyalarını anlatmak için en iyi araçtır” dediğinde bunu gerçeküstücü yaklaşımının mübalağası olarak düşünebilirsiniz. Oysa sinema sanattır. Sanat ise hayati derecede mühim ve zamanla kavgalı bir ifade biçimidir.
Sinema, iyiliktir. Güzelliktir. François Truffaut’nun dediği gibi; sinema, hayatı iyileştirir.
Akira Kurosawa da sinemanın ve elbette sanatın basit bir işlevden öte mana ifade ettiğini düşünüyor. Kurosawa’ya göre sanat ölüme karşı bir dirençtir. Hayatta kalmanın yöntemlerinden biri… Diri yollardan biri…
Üretici açısından film yapmak, kendine dair bir şeyler yapmak manasına gelir. Uygulamada karşılık bulan şey bu. Kimin niyeti ne olursa olsun, mutlaka ama mutlaka filminde kendisi olacaktır. Wong Kar Wai’nin de dediği gibi:
“Film çekmek insanın farklı yaşlarda kendi fotoğrafını çekmesi gibi bir şey… Hepsi farklı görünür ama aslında hepsi aynıdır.”
Sinema, insanın insandaki arayışına insan aracılığıyla insani bir istikamet sağlamanın da aracıdır. Belki araçtan da öte bu istikametin kendisidir. Bilemiyorum. Bilmemiz ya da sorgulamamız gereken bu değil.
Her sinema filmi bir arayışın ürünüdür. Ve yeni arayışların başlangıcıdır. Ya da öyle olmalıdır. Agnès Varda, “Filmlerimde bir şeyleri göstermek istemiyorum ama derini görme arzusu vermek istiyorum” derken bunu kastediyor olmalı.
Bir film illa da sizi hoşnut edecek değil. Rahatsızlık oluşturmalı. Olabilir yani. Olursa güzel olur. Lars Von Trier, “Bir film ayakkabının içindeki taş gibi olmalı” diyor. Kendisinin rahatsızlığı başka bir evreye gitse de adam haklı…
İster gülmek, ister düşünmek… İlla da her şekilde düşünmek… Fikretmeye meylettirmek… Komedi yoluyla veya dramayla…
Charles Chaplin bakın ne diyor:
“Gerçekten gülebilmek için acıyı kavrayıp onunla dalga geçmeyi başarmak gerekir.”
Güldürebilmek için acıyı kavramamız gerektiğini vurguluyor. Ne iyi ediyor. Cevap bulabilmek için sorunun ehemmiyetinin farkında olmak da böyle bir şey.
Soru neydi?
Sinema ne işe yarar? Ya da bir film ne işe yarar?
Cevap önemli mi?
Yorum ekle