Zaman zaman Mücerret’te özel hatıratlar, yakın tarih portreleri, kitaplar ve öncü şahsiyetler üzerine hazırladığımız arşivlik dosya metinler yayınlıyoruz. Bu metinlerde hafızamızı inşa eden isimlerin kaydını tutmaya çalışıyoruz.
Geçip giden öyle ömürler var ki, o hayatları ancak bazı metinleri keşfedince yazılarda hatırlıyor, mahcup oluyoruz.
Beşir Ayvazoğlu’nun “Altın Kapı” isimli eserinden mülhem söyleyecek olursak, hafızamızın altın kapısını inşa eden isimlerden sadece biridir, Babanzade Ahmed Naim.
Edirnakapı Şehitliği’nde, en yakın dostu Akif’in yanı başında ebedi alemde yaşayan Babanzade’nin yanı başındaki güzel adamı kaçımız hatırlıyor acaba?
O ki, bir anlamda Babanzade Ahmed Naim’i tanımayı bile nesiller ona borçludur dense yeridir.
Fahrettin Gün’ün kitaplaştırdığı bu değerli çalışma için Sayın Gün’e teşekkür ediyor, iki öncü ismi, Babanzade Ahmed Naim ve Muallim Mehmed Cevdet’i, rahmet ve minnetle anıyoruz.
Onların bilinmeyen gayretlerine, mücadelelerine farkında olsak da olmasak da o kadar çok şey borçluyuz ki.
İyi okumalar diliyoruz.
İsmail Halis
Müderris Ahmed Naim (1872-1934)
Türkiye’de “Avrupa ilimlerinin yayılma tarihi”nin son elli yılı yanıldığı zaman başta en müdekkik (inceleyen, araştıran) mütercim olarak Ahmed Naim anılacaktır.” Fakat ne çare ki Şark’ın bu temiz çehresi, Türk mektebinin bu kıymetli hocası ve Galatasaray’ın pek sevimli oğlu da aramızdan silindi gitti. Gazeteler, nihayet iki satırla ölümünü haber verdiler: 14 Ağustos 1934.
Ve biz onu Fâtih Camii’nden, Edirne Kapısı’nda ebedi çukura götürürken, sekiz on dostundan başka ilmî ocaklardan kimse yoktu.
Otuz beş yıl hocalık etmiş, birkaç bin talebe yetiştirmiş, Şark felsefesinde tetkikat yapan Garp âlimleriyle her vakit savaşmaya kadir, bir felsefe koleksiyonunu ilk defa olarak bütün bir hâlde, 1900 ilmi ıstılahla Türkçeye çevirebilmiş kıymetli Üstad’ın böyle bir ihmale lâyık görülmesi yürekleri yaktı.
Hatıra gelir ki, ölümü heyecansız karşılanan âlimler, muhitlerinde bir çalkantı yapamayan, yürekleri ısıtamayanlardır.
Bu fikir yanlıştır. İlim adamlarıyla artistler birleştir(il)memelidir.
Sönük muhitlerle diri muhitleri ayırt etmelidir. Şehvani (şehvetle ilgili, şehvet uyandıran) bir roman muharririni birkaç bin kişi tanıdığı halde değerli bir alimi nihayet birkaç yüz insan tanır ve bu, ilmin damgasıdır. İlim birkaç tablo çizgisiyle suni bir ihtiras tufanı koparan roman kadar halk tabakasında heyecan yapmaz. Yapmaz ama Garp topraklarında bir alimin bağlı olduğu mektep, müessese ve sınıf müntesiplerinin (mensuplarının) alakası muhitin ihmalini yırtar, onu layık olduğu hürmetle ve kalabalık bir cemaatle mezarına götürür, şerefine konferanslar verir. Adı ve hayatı bir kitapla teşhir (sergilenir, tanıtılır) ve tahlil edilir.
Dikkat ettik: Merhumun cenazesinde ne üniversiteden, ne büyük mekteplerden, ne vilâyetten, ne Halk Evleri’nden resmen kimse yoktu. Acıklı bir hal!
Şu son yıllarda kaybettiğimiz değerli adamlar arasında “Sade Türkçe”nin yaratıcısı merhum Ahmed Midhat (1328 / 1912) ve elli yıl teşrih (anatomi) hocalığı yapan yüksek üstad [Hasan] Mazhar Paşa (1336/1920), dört neslin mürebbîsi (öğretmeni, eğitimcisi) ve Mülkiye Müdürü Abdurrahman Şeref’in (1341 / 1925) ölümleri pek öksüz oldu. Bunların üç buçuk insan eliyle defnedilişleri, okumuş sivillerin ne kadar gevşek ve bağsız olduğunu isbat etti.
Askerlerde “meslek gayreti ve kılıç şerefi” denilen bir şey vardır. Ne kadar ihmal görülse gene bir taraftan kusur örtecek bir râsime (merasim, tören) yaparlar ve bunun nizami (kuralı) da vardır. Sivil takımlarda bu duygu, tamamıyla denecek kadar silinmiştir. Siviller. resmî bir emir almadıkça kendiliklerinden bir tertip yapamazlar ve göçenlere karşı toptan alaka göstermezler.
Bu bayramda rahmete kavuşan Türk mûsikîsi tarihinin eşsiz üstadı Rauf Yekta (1871-1935), gene bahtiyar imiş ki belli başlı musikişinasların iştirakiyle omuzlarda taşındı.
Ahmed Naim’in cenazesi böyle olmadı.
“İlim” diye bağıran ve fakat “alimden” hoşlanmayan zavallı muhit!
Bu küçük risalemiz, Ahmed Naim için derin bir tercüme-i hal (biyografi) olmaz Avrupa’da olduğu gibi bizde bir bilgiç adam hayatının her bucağını aydınlatmaya, mesleğinin ana çizgileriyle fikir ve yazısının görünür vasıflarını uzun bir tahlilden geçirmeye ne vakit vardır, ne de öyle bir eseri takdir ile alkışlayacak bir sınıf… Kitapçılar böyle bir eseri çok defa bastırmaktan çekiniyorlar.
Ben Ahmed Naim adını ve bir parça fikirlerini yaşatacak bir dostluk kitabesi (yazısı) yazabildim, işte o kadar.
Ne meslektaşları, ne felsefe hocaları bir şey yazmadılar…
İstanbul 1935
Muallim Mehmed Cevdet
Muallim Mehmed Cevdet’in Biyografisi (1883-1935)
Eğitimci,
Arşivci,
Tarihçi…
Osmanlı-Rus Harbi’nde Niş’ten hicret ederek Bolu’ya yerleşmiş bir ailenin çocuğu olarak 1883 senesinde Bolu’da doğar. Mehmed Cevdet adı verilir. Dedesi Said Efendi, Niş’te bir tekke şeyhi, babası Mehmet Sadi Efendi ise askerdi.
İlk ve ortaokulu Bolu’da, liseyi Kastamonu’da okur. Yükseköğrenimini yapmak için 1901’de İstanbul’a gelerek Darülfünün Hukuk Mektebi’ne kaydolur. Babasın rahatsızlığı üzerine Erkek Muallim Mektebi’nin (Darüllmuallimin’in) Edebiyat Şubesine giriş için yapılan sınavda ikinci olur. Bu mektepte Fransızca ve Pedagoji’ye çokçalışır. Bu süreçte Beyazıt Camii’nde ikindi sonrası verilen derslerine devam eder. Arapçasını kendi çabalarıyla daha da ilerletir. Kendisi, Arapçasının ilerlemesinde babası Sadi Efendi’nin katkısının büyük olduğunu belirtir.
Dirülmuallimin’e devam ettiği sırada aynı zamanda üç yıl Hukuk Mektebi’ne de devam eder, ancak tahsili yarım kalır. Nitekim kendisi “hukuk tahsilimi üçüncü sınıfta bıraktım. Fakat günü gününe hukuk derslerini notlardan ve kitaplardan takip ettim” derken, hukuk ilmiyle olan ünsiyetini de dile getirir.
Babasının hastalığının artması ve akabinde vefatı üzerine okulu bitirince ailesini geçindirmek zorunda kalmasından dolayı Darüşşafaka’nın ibtidai kısmında Türkçe, Arapça gece hocalığı yapar; bir müddet sonra aynı okulda Arapça sarf ve nahiv hocalığına tayin olunur. Darülmuallimin’den birinci olarak mezun olmasına karşın, bu okulda kendisine 100 kuruş, ikinciye 400, üçüncüye 500 kurus maaş verilir. Bu haksızlığa iki sene tahammül eder ve hak arayışları netice vermeyince haksızlığı yöneticilerin yüzüne tükürerek bu görevinden istifa eder.
Resmi mekteplerde görev verilmeyen Mehmed Cevdet’i, geçim sıkıntısı bir hayli zorlar. Bundan dolayı Şemsülmekatib gibi, Burhan Terakki gibi resmi mekteplere oranla daha az para veren hususi mekteplerde ekonomik sıkıntıdan dolayı görev alır. Aynı zamanda paşa ve bey konaklarında hocalık ve mürebbilik yapar. Bu süreçte Uşşakizadelerin, Roma sefiri Suat Bey’in, Viyana sefiri Mahmud Nedim Paşa’nın ve Ahmed Rıza Bey’in çocukları, hususi dersler verdiği bazı ailelerin çocuklarıdır. Yine onun hususi ders verdiği Mısırlı bir prensesin akrabası olan Nejat ismindeki öğrencisiyle birlikte okuduğu kitapların isimlerini saymaya kalksak epeyce bir yer tutar.
1905’den sonra Kafkasya’da mektep açmak, Müslüman halkı okunmak ve bilinçlendirmek için bir hareket başlar. Bakü’nün zenginlerinden biri olan Hacı Zeynelabidin Takıyef bu işe öncülük eder ve 1907’de Bakü İslam Cemaati, Türkçe tedrisat yapacak mektepler açılmasına teşebbüs eder. Bu süreçte diğer mektepler açılmadan önce hoca yetiştirilmek üzere bir muallim mektebinin açılmasına karar verilir ve bir muallim mektebi inşa edilir. Bunun için de İstanbul’dan bir muallim getirilmesi için girişimde bulunulur.
İşte bu süreçte Muallim Cevdet’in ismi gündeme gelir ve bu görev kendisine teklif edilir. Maarif Nezaretince de, yapılan bu talep sıcak karşılanıp, Muallim Cevdet’in gönderilmesi hususuna olumlu bakılır.
Muallim Cevdet, İslam Cemaatinin daveti üzerine Bakü’ye gider. Azerbaycan’da Darülmuallimin açılmasına öncülük ederek, bu okulun yöneticilik görevini üstlenir. Yoğun bir mesai harcayarak programını hazırlayıp, eğitimi başlatır, çok da başarılı olur ve Bakü’de muallimlerin yetişmesine rehberlik eder.
Bir yandan eğitim ve öğretime mesaisini harcarken, bir yandan da Rusça ve Latince öğrenir. Ayrıca Moskova’ya gidip, Rus filozofu Tolstoy’la ve meşhur müsteşrik Barthold’la da görüşür.
Yine bu süreçte pedagoji ve tarih araştırmalarını sürdürür. Ağaoğlu Ahmed’in gazetesine yazılar yazar ve pek çok yerde konferanslar verir.
Ayrıca halka okuyup yazmayı öğretmek için gece kursları açar, bu kurslar çok rağbet görür. Halk arasında Osmanlıca ile Azerbaycanca bir dil konuşulmaya başlanır. Muallim Cevdet, bu iki lisanı uzmanlaştıran Füyuzat-ı ıiraat adında bir kitap kaleme alır.
Rusya’daki Müslüman Türklere dini benlik hisleri aşıladığı gibi, din ve fırka düşmanlıklarını da kaldırmaya çalışır.
Bu yoğun mesaisi ve faaliyetleri Rus hükümetini fazlasıyla rahatsız eder ve Rus hükümetin müdahalesiyle Bakü’deki mektep kapatılır. Rusya’nın baskısıyla Kafkasya’dan ayrılmak zorunda kalır. Bu ayrılma sürecinde Bakü İslam Cemaati tarafından kendisine yüksek bir tazminat ödenir.
1908’in ortalarında bir buçuk yıl süren Bakü’deki bu yoğun eğitim ve öğretim mesaisinden sonra İstanbul’a gelip Rumelihisarı’na yerleşir.
Muallim Cevdet, hayatında çok sevdiği, emirlerine fevkalade hürmet ve itaat ettiği annesi, üzülür endişe ve korkusuyla hiç evlenmez
Muallimlik görevinde ise, alabildiğine titizdir. Talebesinden intizam, vazifeye itina, itaat ve gayret ister; öğrencilerin dövülmesine ise şiddetle karşı çıkar
İstanbul’a Bakü dönüşünde Meşrutiyet döneminde açılan halk okullarından Çoban Gazi Mustafa Paşa Mektebi’nde fisebilillah parasız başmuallimlik yapar. Rumelihisarı hamallarına her gece tarihi ve dini konferanslar verir. Ders verdiği kürsünün, Rumelihisarı’nda bulunan Fatih Camii’nin önündeki çeşmenin üstü olduğu belirtir.
1908’in sonlarına doğru ilim öğrenme sevkiyle ve kendi imkanlarıyla eğitim için Avrupa’ya gider ve 1909’da İsviçre Cenevre Üniversitesi’nin pedagoji bölümünde çocuk terbiyesi derslerine devam eder. Oradan Paris’e geçer. Collège de France’da pedagoji, tarih ve felsefe konularında verilen dersleri, konferansları, özellikle sosyolog Emile Durkheim’in konferansları takip eder. Henry Bergson’un derslerinden faydalanır. Paris, Zürih, Berlin, Leipzig, Viyana, Niş, Üsküp, Selanik ve Sofya gibi şehirleri gezer, 1910’da tekrar İstanbul’a döner
Paris’te iken Darülmuallimin Muduru Satı Bey’in vaadi üzerine İstanbul’a döner dönmez 1910 yılının ilk yarısında Darülmallimin’in Edebiyat Medresesi Fenni Terbiye muallimliğini vekaleten yürütür. Aynı yıl, okulun Fenni Terbiye muallimliğine resmen tayin olunur. 1916’da aynı okulda Sarf dersi, 1924’de ise Malumat-ı Medeniye ve İçtimaiye dersleri hocalığını yapar.
1925’de. Darüllmuallimin Kütüphanesi memuru olur
1926’dan 1930 yılına kadar Robert Kolej’de Türk Dili ve Tarihi muallimliği yapar. Ayrıca bu okulda okuyan Müslüman talebelere haftanın belirli günlerinde din ve ahlak dersleri verir.
1926’da 3500 kuruş aylıkla İstanbul Erkek Lisesi’nde Din Dersi öğretmenliğine getirilir, aynı yıl Erenköy Kız Lisesi’nde Farsça ve İstanbul Erkek Muallim Mektebi’nde Tarih ve Coğrafya derslerine girer.
1930’da Gelenbevi Ortaokuluna Türkçe öğretmeni olarak atanır. Hamdullah Suphi Tanrıöver’in Maarif Vekilii olarak bulunduğu bu dönemde, aylığı 5.000 kuruşa çıkarılır ve sekiz ay bu miktarda maaş alır. Akabinde görev değişikliği ile Maarif Vekili olan Mustafa Necati Bey zamanında, maaşı 2.000 kurusa indirilerek Çemberlitaş Orta Mektebl Türkçe muallimliğine tayin edilir
Sebepsiz sık sık görev değişikliği, maaşının da yükseltilip indirilmesine neden olur. Hastalanır ve iki yıl derslerine devam edemez.
1932’de kısmi olarak iyileşmesinden sonra Başvekalet Resmi ve Tarihi Evrak Tedkik ve Tasnif Heyeti Reisliği’ne getirilir. Fakat hastalığının artması üzerine bu görevinden istifa eder. Daha sonra üç ay hasta olarak Topkapı Sarayı Kütüphanesi ve İstanbul Kütüphaneleri Tasnif Heyeti Reisliği’ni yürütür. Hastalığının ilerlemesi üzerine görevine gidemez, maaşı kesilir ve işten çıkarılır, çok geçmeden de Aralık 1935’te 52 yaşında vefat eder.
Na’şı vasiyeti gereği, Edinekapı Mezarlığı’nda Babanzade Ahmed Naim’in mezarının yakınına defnedilir.
Kabri, 1970 yılında çevre yolunun açılması sırasında Edirnekapı Şehidliği’ne nakledilir.
Muallim Cevdet’in Arşivciliğe Hizmetleri…
Muallim M. Cevdet, Doğu ve Batı kültürüne aşina olan bir münevverdir. Hemen hemen devrinin bütün fikir adamlarının eserlerini okur.
Güzel sanatlara, milli sanatkarlara karşı büyük sevgi besler. Hattatları, hafızları, musikişinasları, hanendeleri, ressamları, pehlivanları, hürmete lâyık insanlar olarak görür ve bunu öğrencilerine de aşılamaya çalışır.
Onun kültür hayatımıza yaptığı iki çok önemli hizmeti vardir Bunlardan ilki, Türk arşivciliğinin temellerini atmasıdır.
Istanbul’un neresinde ne kadar defter, evrak, vesika varsa çoğunu görür, inceler, muhtevaları ve ne durumda oldukları hakkında notlar alır. İstanbul Defterdarlığı Hazine Dairesi’ndeki 400 sandık tutarındaki evrakın, okkası üç kuruş on paradan Bulgaristan’a satıldığını duyması üzerine, evrakların bulunduğu yere giderken yolda balyalardan dökülen kağıtları toplayan çocukların ellerindeki belgeleri, beşer kuruşa satın alır ve bu tarihi evrakların talan edilmesi karşı büyük üzüntü duyar. Bu süreçte tek-parti döneminin yasakçı zihniyetine aldırmadan büyük bir cesaretle Başvekil İsmet İsmet İnönü’ye ve Türk Tarih Cemiyeti’ne ve Bulgaristan Tarih Cemiyeti’ne raporlar, yazılar yazar, arşivlerin satışını durdurtur. Nitekim Muallim Cevdet tarafından arşiv belgeleriyle ilgili yazılan bir rapor, İstanbul Mebusu Halil Ethem Eldem tarafından Başvekil İsmet Paşa’ya iletilir.
Mebus Halil Ethem tarafından İsmet İnonü’ye iletilen Cevdet’in yazmış olduğu raporun giriş kısmı şöyledir:
“Pek muhterem Başvekil Ismet Paşa Hazretlerine,
Paşa hazretleri,
Askeri, Bahri, Mali, Fenni, Ticari. Siyasi. Hukuki, Sinai, Edebi tarihimizin vesikalarını asırlardan beri saklayan 25 kubbeli Sultan Ahmed Hazine-i Evrakı faciasını gazetelerde okumuşsunuzdur. Memur komisyonun Defterdarlığın mahfuz tezkeresine göre lüzumsuz zannedilen vesikalar satılığa çıkarılmış ve birçok defterlerin de imhasinda mahzur olmadığı dercedilmiştir. Komisyon ilmî, medeni, harsi, nokta-i nazardan değil, “muamele-i resmiyeye yaramak ve yaramamak itiban ile” evrakı faideli ve faidesiz diye ikiye ayırmıştır. Rivayete göre, 400’e karib (yakın) sandık ve balya dolusu vesikalar okkası üç kuruştan Bulgaristan’a satılmıştır. Demek ki Türkiye’nin en zengin Hazine-i Evrak’ının nısfı (yarısı) imha edilmiştir.
Devletin koskoca müze idaresi, tarih encümeni ve sekiz on tarih ve arşiv mütehassisi olduğu halde kimsenin reyi sorulmamıştır…”
Muallim Cevdet, raporunun ilerleyen bölümlerinde bu milletin askeri, mali, maarif… gibi pek çok konuda tarihinin yazılmadığını belirtip, gerekçelerini maddeler hâlinde sıralar ve tarihî evrakların ne denli önemli olduğunu izah eder. Yine raporunun ilerleyen satırlarında, “eğer ilmen, tarihen, medeniyetimizin intiharına karar verdikse bunları niçin Londra, Paris, Berlin ve Budapeşte akademilerine milyonlara satmayıp da dört beş yüz liraya Bulgar fabrikasına teslim ediyoruz…” şeklindeki ifadeleri çok dikkate değerdir. Rapor bu şekilde çarpıcı ifadelerle devam eder…!
Mehmed Cevdet, gönderilen balyaların Bulgaristan’dan iadesine çalışır ancak 31 çuval geriye getirebilir. Cevdet’in bu husustaki büyük azmi, medeni cesareti, 19.9.1934 tarihinde resmi evrakların korunmasını ihtiva eden bir nizamnamenin de hazırlanmasına sebep olur.
Tarihi evraklar üzerindeki bu denli duyarlılığı ve bu evrakların üzerinde titiz çalışması, kendisini sevmeyenlerin hışmına yol açar. Başvekalet Resmi ve Tarihi Tedkik ve Tasnif Heyeti’nden istifa eder, ettirilir.
Hayatı boyunca pek çok yazma eseri, fermanı, beratı, mühürleri toplar.
Yine kültürel bağlamda dil, mitoloji, terbiye, metot, milli tarih ve müesseseler, meşhur adamlar ve eserleri hakkında konferanslar verir. Büyük Mecmua, Dergah, İş, Yeni Nesil, Tedrisat-ı İbtidaiye, Muallimler, Yeni Mecmua, Türk Tarih Arkeologya ve Etnografya gibi dergilerde makaleler yazar.
Muallim Cevdet’in Kitap Sevgisi ve Kütüphanesini Vakfetmesi…
Onun kültür hayatımıza yaptığı ikinci önemli katkısı, vakfettiği kitaplarıdır…
Bir kitap sevdalısı olan Muallim Cevdet, kitap almak için yiyeceğinden, giyeceğinden fedakarlık yapar.
Kitapları ise, son derece dikkatle, inceleyerek okur, kitaplarda mecmua ve gazetelerde mühim gördüğü satırların altına çizer. Lüzum gördükçe kitapların kenarlarına notlar yazar.
Muallim Cevdet, çeşitli zamanlarda hastalıkları sırasında hazırladığı beş vasiyetnamesinde, dar bütçesiyle kazandığı parayı kitaba, değerli lehvalara, tarihi yazma eserlere feda ettiğini belirtmiş ve vefatını beklemeyerek yaşamının son günlerinde kitaplarını Beyazıt Belediyesi Müze ve Kütüphanesi’ne vakfetmiştir.
Yukarıda ifade ettiğimiz gibi Muallim M. Cevdet’in gayretleri sonucunda bütün arşiv belgeleri, 1934’de hükümetin çıkardığı bir nizamname ile koruma altına alınmıştır. Ayrıca kütüphaneler için fihristlerin hazırlanmasında hizmetleri görülmüştür.
Muallim M. Cevdet, 970’i yazma olan toplam 8753 cilt kitabı, çeşitli tarihi belge, yazı ve levha ile notlarını içeren birçok defter ve zarfı vakfetmiştir. Onun ölümünden sonra notlarından bazıları, Süheyl Ünver tarafından hazırlanan defter ve dosyalarla yok olmaktan kurtarmıştır
Bugün Muallim Cevdet’in eser ve arşivi, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Taksim Atatürk Kitaplığı’nda bulunmaktadır…
Kavi bir iman sahibi, inandığını yaşayan inancından taviz vermeyen biri olan M. Cevdet, çok nezih ve necip bir ahlak sahibiydi. Onun en mesut anları sessiz bir ortamda kitaplarıyla baş başa kaldığı zamanlardı. Bütün zevki ve eğlencesi kitapları olan M Cevdet’in dostları, onu bir “kitap kurdu” olarak değil, “bir kitap delisi” olarak tarif ve tavsif etmişlerdir.
Son cümle olarak, Muallim M. Cevdet’in, kabrinin Ahmed Naim’e pek yakın bir yere kaldırılmasını talep etmesi ve en sevdiği şairler arasında ilk olarak Mehmed Akif’i zikretmesi, onun fikri, zikri ve düşünce dünyası hakkında yeterince ipucu vermektedir…
Eserleri:
– Zamanımızda Usül-i inşa ve Muhabere, (İstanbul 1341/1952)
– Şark İlydası Şahname, (İstanbul 1928)
– Askeri Din Dersleri, (İstanbul 1928)
– Spor Ruhu, (1928)
-İbn Battuta’ya Zeyl, (1932)
-Müderris Ahmed Naim, (İstanbul 1935)
-Tarihi Sözlük, (6 Forması basılabildi)
Ayrıca, Cumhuriyet’te Tarih, İslam Terbiyesi gibi basılmamış eserleri vardır.
Makalelerinden bir kısmı Mektep ve Medrese adıyla kitap haline getirilmiştir (1978).
Yorum ekle