Genel

Filistin direnişinin hiçbir şeyi

Mahmud Rıza Abbas, FKÖ içindeki künyesiyle nam-ı diğer Ebu Mazin 15 Kasım 1935’te, İngilizlerin manda yönetimi altındaki Filistin’in Safed şehrinde dünyaya geldi.

Abbas’ın ailesinin kökeni meselesi onun biyografisindeki başlıca tartışma konusu olmayı sürdürdü. Masonluk gibi Yahudiliğin araçsallaştırdığı dinî bir yapılanma olan Bahaîlik siyasî duruş olarak Siyonizm’e hep yakın olagelmiş ve küresel idarî merkezi olarak da -Evrensel Adalet Evi- Hayfa şehrini seçmiştir.

İddialara göre Abbas’ın büyükbabası -lakabı Abdulbaha olan- Abbas Efendi, Bahaîliğin tarihteki en önemli ruhbanlarındandı ve Bahaullah’ın idamını müteakip İran’dan kaçmıştı. Avrupa’da geçirdiği yıllar içinde İngilizlerle iş birliği içinde Siyonist toplantı ve konferanslarda bizzat bulunmuştu.

1882’de İran’ın körfeze bakan Bender Hamir şehrinden kaçışla başlayan göç, nihayet Filistin’in Safed şehrinde noktalanmıştı.

Mahmud Abbas, asıl adının Mahmud Rıza Abbas Mirza olduğu iddiaları da dahil, bu yöndeki tüm tezleri her defasında reddetmiştir. Nitekim Filistin Yönetimi başkanlığı koltuğuna oturmadan bir ay evvel de Bahaîlikle irtibatını reddederek kendisinin Sünnî bir Müslüman olduğunu savunmuştur. Ürdünlü bir gazeteci basın toplantısında Bahaî kökenleri hakkında soru sorduğunda Abbas, söylentilerin kaynağı olarak Mossad’ı göstermiştir. Her ne kadar baba tarafının İran kökenli olduğu yandaşlarınca da müsellem bir gerçekse de Bahaîlik iddiası ne tam olarak ispatlanabilmiş ne de tekzip edilebilmiştir.

Şam’da KGB için

Mahmud Abbas’ın doğduğu Safed, Arapların Yahudilerle birlikte yaşadığı şehirlerden biriydi. 1948’e gelindiğinde İsrail’in kuruluşuyla birlikte Abbas’ın ailesi Filistin’i terk eden Araplarla birlikte mülteci oldu ve göç durağı olarak Suriye’yi seçti.

Mülteci konumuna rağmen Abbas, Şam Üniversitesi’nin ardından Moskova’da da hukuk okudu. Sovyet bursuyla yazdığı doktora tezi Siyonizm ile Nazi teşkilatı arasındaki münasebetler üstüneydi. Tez, Öteki Taraf: Nazizm İle Siyonizm Arasındaki Gizli İlişki (The Other Side: The Secret Relationship Between Nazism and Siyonism) adını taşıyordu.

Sovyet irtibatı önemlidir. 2016 Eylül’ünde ifşa olan bir arşivdeki “Ajan Krotov” adlı belgeye göre Abbas 1985 gibi erken bir tarihte Şam’da KGB için çalışmaktaydı. Yandaşları ise bu durumu o dönemde hareketin Ruslarla yakınlığına bağlıyor ve Abbas’ın o yıllarda Filistin-Sovyet Dostluk Vakfı’nda Rusların muhatabı olmasıyla izah ediyorlar.

Mahmud Abbas, daha sonra Filistin’in first lady’si olacak olan Amine Hanım’la 1958’de evlendi. Ondan doğan üç oğlundan ilki Mazin, 42 yaşında kalp krizinden ölünceye değin Doha’da bir inşaat şirketinin sahibiydi. Ebu Mazin adı bu ilk oğlundan gelmektedir. İkinci oğlu, Arafat’ın adını verdiği Yasir, Kanada’da bir iş adamıdır. En küçük oğlu Tarık da.

1950 sonlarında Katar’da bulundu ve üç yıl boyunca Kamu Hizmetleri’nde personel müdürü olarak görev yaptı. Bu süre zarfında bir yandan da Filistinli şahıs ve gruplardan kendisine bir şebeke kuruyordu. Temasta olduğu kimseler arasında el-Fetih hareketinin kurucularından Ebu Yusuf el-Neccar da vardı. O evrede kendisi de Kuveyt’te ticaretle meşgul olan Arafat’la tanışma imkânı buldu.

Arafat müteakip yıllarda Katar, Kuveyt gibi Körfez ülkelerindeki paralı Filistinlileri etrafına toplayarak el-Fetih’in omurgasını teşkil etti. Ebu Mazin de 1961’de örgüte dahil edilenler arasındaydı. İrili ufaklı grupları bir araya getiren çatı örgüt olarak Filistin Kurtuluş Örgütü -FKÖ- de 1964’te kurulmuşken Abbas, Ürdün’ün Amman şehrine taşındı ve sonraki on yılını el-Fetih yönetiminde bulunarak geçirdi.

Abbas’ın hiçbir zaman silahla, İsrail’le fiilî mücadeleyle işi olmadı. Direnişçilerle mesaisi ve yoldaşlığı da hiç olmadı, onlarla herhangi bir ortak tecrübesi bulunmadı. Örgütün para işlerine baktığı uzun yıllar boyunca bile. 1970 Eylül’ündeki Kara Eylül hadiselerinin ardından Ürdün’den “kovulup” savaşçılar Lübnan’daki mülteci kamplarına yerleşirken Abbas Şam’da ikameti seçti.

“Devrimin zihniyeti”

Başından beri FKÖ içinde İsrail’le ilişki kurmayı ve barış tesis etmeyi savunan ilk Filistinlilerden biriydi ve bunu hiç saklamadı. Düşmanla diyalogu savunan “fraksiyonun kilit figürü” olarak ilk başlarda solcu Yahudi gruplarla, bilahare de emekli generallerle ilk buluşmaları tertipleyen, ilk gizli “barış görüşmeleri”ni gerçekleştiren oydu. Arafat da onu FKÖ’nün Uluslararası İlişkiler Birimi’nin başına getirirken tüm bu süreç ve eğilimlerden gafil olamazdı elbette ki.

FKÖ Lübnan’dan da sökülmüş, küresel karar alıcılar komuta kademesini Tunus’a taşımayı uygun bulmuştu. Henüz 80’li yıllarda bile FKÖ içinde siyasî çözüm için müzakereler konusu gizli bir gündemdi. Silahlı mücadeleden bu diplomasiye kayış tam da Abbas’ın çizgisine denk geliyor ve elini güçlendiriyordu. Öte yandan 1987’de patlak veren Birinci İntifada, İsrail için de beklenmedik ve belki de karşılaştığı en büyük meydan okumaydı. Bu alışık olunmayan düşmanla sahada baş edebilmek için Filistinli muhataplara ihtiyacı vardı. İsrail’in duruşu da Abbas’ın konumunu tahkim ediyordu.

Devrimci bir gerilla örgütünde devrimcilikle hayatı boyunca işi olmamış adamın 90’lı yıllardaki misyonlarından biri Körfez ülkelerinin dostluğunu kazanmaktı. Bu hiç de kolay değildi çünkü Körfez Savaşı sırasında Saddam’ı destekleyerek kaybeden tarafta yer alan Arafat’ın Körfez ülkeleri nezdinde kredisi kalmamıştı. Abbas, Suudî Arabistan’ı 1993’te ziyaret ederek bu sıfatla gelen ilk FKÖ’lü olacaktı.

Tam da Oslo sürecinin yaşandığı yıllar. Abbas İsrail’le “temasları tesis eden lokomotif kişi” olarak kariyerinin zirvesindedir. 1991’de Madrid’deki barış konferansında hem de Norveç’teki gizli celselerde İsrailli muhatapları karşısında -yanında mı demeli yoksa?- Filistin tarafının müzakere stratejisini biçimlendirdi. Oslo’ya giden yol böylelikle açılmış oldu. 13 Eylül 1993’te Arafat’a Beyaz Saray’da refakat eden de FKÖ adına imzacı da odur.

1995’te Gizli Kanallardan: Oslo’ya Giden Yol adında bir anı kitabıyla sürecin arka planını kaleme aldı. Henüz Tunus’tayken 1994’te şöyle yazmıştı: “Devrimin zihniyeti devletin zihniyetinden farklıdır ve halkımızın hiçbir şeyden bir şeyler inşa etme sorumluluğu vardır. Karşı karşıya olduğumuz zorluk budur. Halkımızı tarihin ön saflarına taşıyan başarılara katkıda bulunmuş biri olarak, tarihin bizi sürükleyebileceği, kontrolü kaybedebileceğimiz ve telafisi mümkün olmayan bir gerileme yaşayabileceğimiz konusunda derin endişelerim devam ediyor.” “Hiçbir şey yerine bir şeyler!..” Abbas’ın çizgisinin en meşru özeti bu şekildeydi. Aksi hâlde her şeyi kaybetmekten korktuğunu söylerken kendi halkını silah bırakmaya çağırıyor ve aslında bir bakıma tehdit ediyordu.

Dahlan’la

Oslo bir Filistin Otoritesi -devleti değil!- öngörüyor ve bu özerk yapıya İsrail bazı tavizler vermeyi taahhüt ediyordu. Kavle göre 1967’de işgal ettiği Doğu Kudüs, Batı Şeria ve Gazze Şeridi’ni de içeren Filistin topraklarını bu otoriteye teslim etmesi gerekiyordu fakat bu hiçbir zaman gerçekleşmedi. Filistin Devleti hiçbir zaman kurulmadı, Filistin Otoritesi de kâğıttan kaplan bile olamadı, hep kâğıt üstünde kaldı. Hamas dahil İslamcı gruplar tarihî Filistin’in %78’inin İsrail’e teslim edilmesine mukabil alınan şeye bakıyor ve bunu bir ihanet olarak görüyordu. İsrail tarafında da kalan yüzdeden vazgeçtiği için İzak Rabin’i hain olarak görenler Kasım 1995’te bir miting esnasında kotardıkları suikastle sadece onu değil, tüm süreci iyiden iyiye berhava ediyorlardı.

            İşgal sürüyor, ihlaller sürüyor, yerleşimci istilası ve terörü sürüyordu. Batı Şeria’da yamalı bohça kontrol Arafat’ın Filistin halkını ikna etmesine yetmiyordu. Bu yüzden 1996’daki görüşmelerde daha fazla verebileceği bir taviz bulamıyordu. Abbas ise FKÖ Genel Sekreteri sıfatıyla Arafat’ın direncini eleştiriyor, sürecin başarısızlığından onu sorumlu tutuyordu.

Filistin sokağını teskin için Temmuz 2000’de yeniden masa kurulduğunda, Camp David’deki görüşmelerde Filistin heyetinin başında, en kıdemli üye olarak o vardı. “Nihai statü sorunları” pazarlıkları sekteye uğrayınca süreç bir kez daha tıkandı. Müzakerelerden “hiçbir şey” çıkınca Filistin halkı İkinci İntifada’ya yöneldiğinde de Arafat kerhen de olsa intifadanın yanında durmaktan başka çare bulamıyor, Abbas ise “En kötü hatalarımızdan biri!” diyerek yine direnişi alenen kerih görüyordu. Elbette ki o “bir şey” adına.

İkinci İntifada’ya eşlik eden feda eylemleri dalgasını da bittabi en başından itibaren mahkûm ediyor, açıktan tavır alıyordu. Arafat’la arasındaki açı farkının belirginleşmesi onu İsrail, ABD ve Batı nezdinde daha muteber ve meşru bir muhatap olarak öne çıkartıyor, artık doğrudan kendisiyle temas kuruluyordu.

Hem ABD Başkanı Bush, hem de İsrail Başbakanı Şaron, Arafat’ı bypass edecek mekanizmayı Arafat’ın kendisine kurdurmayı becerdiler. Mart 2003’te Arafat kendi yetkilerini kısıtlayan başbakanlık kurumunu ihdas etmek zorunda kaldı. Bu makama hamileri sayesinde atanan Abbas, Filistinli direniş gruplarıyla baş etmesi için Gazze Güvenlik Şefi Muhammed Dahlan’ı da İçişleri Bakanı koltuğuna oturtarak ilk işi İsrail’le Yol Haritası’nı kabul etmek oldu.

Hamas ve İslamî Cihad dahil direniş grupları, Filistinliler arasında iç savaşa mahal vermeme adına, Abbas’ın şiddet eylemlerini bırakma davetine icabet etme lüzumu duydular ve üç aylık bir müddet için ateşkes ilan ettiler. Ne ki ateşkesin sürdürülmesi için İsrail hapishanelerindeki Filistinli tutsakların serbest bırakılması talepleri İsrail’ce karşılanmadığı gibi Siyonist rejim tutuklamalarla da yetinmeyip direniş liderlerine yönelik suikast politikasına yönelince ateşkesin ömrü kısa sürdü. Abbas, İsrail’i tavize yanaştıramayınca 6 Eylül 2003’te barış planının uygulanması için ortam olmadığı gerekçesiyle başbakanlık görevinden istifa etti.

Abluka

İsrail için uzun yıllar boyunca Arafat’ın yerine kimin geleceği meselesi hep çok önemli olagelmişti. Yerine gelecek daha uygun kimse bulamadıkları için Mossad onu suikast listesine katmamıştı. Artık eskisi kadar tedirgin değillerdi. Ulaştırma Bakanı Şaul Mofaz gibileri, Arafat’ın öldürülmesinin daha iyi olacağını seslendirebiliyordu. Arafat artık tasfiye edilmesi gereken bir partnerdi. Abbas varken ona hacet yoktu. Çünkü milyonlarca Filistinli mültecinin geri dönüş hakkı, Doğu Kudüs’ün Filistin devletinin başkenti olması gibi en esaslı konular başta olmak üzere akla gelebilecek bütün tavizleri vermekle kalmıyor, bu tavizlere karşı çıkan herkesle mücadeleyi göze alıyordu.

Arafat’ın Kasım 2004’teki şaibeli ölümünün ardından Filistin Kurtuluş Örgütü başkanlığını o devraldı. 9 Ocak 2005’te yapılan seçimlere el-Fetih adayı olarak katıldı ve oyların %62’sini alarak Filistin Devlet başkanı seçildi. Hamas seçimleri pasif biçimde boykot etmiş ve seçimden sonra İslamî Cihad’la birlikte ateşkes ilan etmiş olsa da Abbas’a bağlı güçler onlara karşı operasyona başladı. İsrail tarafının da defalarca ihlal etmesi üzerine direnişçiler ateşkese son verdiklerini açıkladılar.

Artık İsrail’le Filistinliler arasında Filistin Otoritesi vardı, her ne kadar esasen sanal bir otorite olsa da direnişe karşı İsrail ve Batı tarafından eğitilmiş ve donatılmışlardı. Bu gerilimin ortasında 25 Ocak 2006’daki meclis seçimlerinde Hamas oyların çoğunu alarak Filistin Yasama Meclisi’ndeki 132 sandalyenin 74’ünü kazandı. Abbas bir süre işleri Hamas’la birlikte yönetse de “beklenen” oldu ve iç savaşın fitili bu defa sahiden ateşlendi. Yüzlerce can kaybının ardından Hamas Batı Şeria’dan çıkartılırken Gazze Şeridi’nde galip gelmesini bildi.

İsrail’in cevabı Gazze’yi ablukaya almak oldu. Böylece zaten kâğıt üstündeki Filistin devleti coğrafî ve siyasî olarak da paramparça edilmiş oluyordu. Abbas elbette ki bu ablukaya kayda değer bir itirazda bulunmak şurada dursun kendisi de yaptırım uygulayarak kuşatmayı derinleştirdi. Filistin Otoritesi memurlarının maaşlarını kesti, yakıt ödemelerini yollamadı, bölgeye verilen zaten sınırlı elektriği kesebildiği kadar kesti. Gazze’den ne zaman İsrail’e bir eylem gerçekleştiyse bunu derhal kınadı. İsrail’in Gazze’ye yönelik yıkıcı saldırılarını kınamakta ise her zaman ağırdan aldı.

Stratejik bir varlık

Dört yıllık bir süre için seçildi ama her defasında seçimleri türlü bahanelerle ertelettiğinden 19 senedir koltuğunu terk etmedi. Selefi Arafat gibi hem FKÖ’nün lideri hem el-Fetih örgütünün başkanı hem de Filistin Otoritesi’nin başbakanı… Batı Şeria onun. Kurumların herhangi bir bağımsızlığı yok, o ne derse o. Arafat da demokrat sayılmazdı fakat hareket içinde uzlaşmacı bir siyasî üslubu vardı, çatışma yerine diyaloğu esas alıyordu, genç ve cevval unsurları teşvik ediyor, önlerini kesmiyordu. Fakat halefi hiç de onun gibi değil. Her türlü ihtilafı başkaldırı olarak görüyor ve kendisine mutlak itaat etmeyen kimseyi partinin eşiğinden geçirmiyor.

Bu da partinin tabanının git gide daralması manasına geliyor. Gençler süratle apolitikleşiyor. Çünkü siyaseti cazip hâle getirecek tüm isimleri Abbas behemehal tırpanlıyor. Potansiyel rakip sayıldıkları için birbirini takip eden ihraçlar sayesinde parti içinde renkli sima kalmıyor. Arafat’tan sonra hareket yoluna devam edebilmişti fakat Abbas’tan sonra devam edip edemeyeceği tartışılıyor.

Hareket dışında da durumlar iç açıcı değil. Abbas asgari tüm özgürlükleri tahrip etmiş durumda. Ağzını açan -öğrenciler, öğretmenler, gazeteciler- Filistin Otoritesi güçlerince gözaltına alınıyor. Tam bir polis devleti pençesi altında aksamaksızın işleyen korkunç bir işkence sistemi zindanlarda onları bekliyor. Abbas’ın adamları uğraşmayı sakıncalı bulduklarını ise İsrail’e havale ediyorlar. İsrail istihbaratıyla zaten iç içe çalışıyorlar, her Filistinli şüpheli üstüne bilgileri paylaşıyor, operasyonu birlikte planlıyorlar.

Abbas, işte bu koordinasyonu kamuoyu önünde “kutsal” olarak tanımlıyor. Açıkçası Filistin Otoritesi diye “bir şey”in varlığının İsrail nokta-i nazarından yegâne sebebi de bu. Uluslararası Kriz Grubu’nun hazırladığı rapora göre İsrailli yetkililerin çoğu, bunca işbirlikçiliğine, işgüzarlığına, gayretkeşliğine, tavizkârlığına rağmen Abbas’ı “barış ortağı olarak görmüyor, ancak onu tehdit oluşturmayan, şiddetten nefret eden, stratejik bir varlık olarak görüyor.” 2012’deki bir konuşmasında Abbas şöyle diyordu: “Safed’i görmek istiyorum, görme hakkım var ama içinde yaşama hakkım yok!..” Doğduğu topraklardan feragat ederek İsrail’e bahşeden bu yaklaşım, tavizlerine alışık olan Filistinliler arasında bile infiale sebep oldu. Abbas, sadece kendi dönüş hakkını değil, milyonların hakkını rafa kaldırmıyor, çöpe atıyordu çünkü.

Blöf

70’li yıllardan beri örgütün kasasına hükmediyordu, onca yıldır da “devlet”in fonlarına hükmediyor. Başta kendisi olmak üzere kadrolarının sistematik olarak kamu fonlarını zimmetlerine geçirdikleri yaygın iddialar arasında. Selefi Arafat’ın – ailesinin –  Filistin halkına ait milyarca doları zimmetine geçirdiği iddiaları, ölümünden sonra iyice ayyuka çıkmıştı; Abbas’ın yolsuzluklarının ayyuka çıkması için ölmesi gerekmiyor. Nitekim bu yolsuzluklar 2006’daki Hamas seçim zaferinin de müsebbibiydi.

Oğulları Yasir ve Tarık bilhassa 2009 sonrasında zenginlikleriyle dikkatleri üzerlerine çekiyor. Foreign Policy dergisindeki bir makale, zenginliğin kaynakları olarak dört kalem sayıyor: Bölgede satılan Amerikan marka sigaraların tekeli onlara ait, bu iyi planlanmış bir nemalandırma sistemi; USAID fonları onlara akıyor, yani ABD iş birliğine mukabil aileye doğrudan fon aktarıyor; Filistin Otoritesi’nin yol ve okul inşaatı gibi ihaleleri onlara “yönlendiriliyor” ve son olarak serbest piyasada da konumları sebebiyle tercih ediliyorlar.

Abbas, birkaç kez istifa kelimesini ağzına alsa da bunlar blöften öteye geçmedi ve 90’ına merdiven dayamış hâliyle emekli olmaya pek niyeti yok. Ölüm ona bu denli yakınken hâlâ bir yardımcısı yok. Yerine geçebilecek kimseye geçit vermeme adına aslında Filistin Otoritesi’nin zaten sallantılı geleceğini iyice riske etmekten çekinmiyor.

Direnişe karşı mücadeleden kalan zamanını dünyayı dolaşmakla geçiriyor. Gelini ve torunlarıyla doluştuğu uçağıyla gittiği yerlerde de onun Filistin’de sahici bir karşılığının olmadığı, tabansızlığı, geleceksizliği biliniyor.

“Bir şey” elde etmek adına her şeyi gözden çıkarmayı göze almış bu adamın Gazze’deki soykırımdan sonra aslında kimseye söyleyeceği bir şey yok.

Hiçbir şey.

Etiket /