Atölye

Senaryo, bir matematik ürünüdür

Baykut Badem – Senarist
Medya Sanat Merkezi – Senaryo Okulu

Oyunculuğum zorla oldu. Üniversite yıllarımda tiyatro yapmıştım. Osman Sınav, onu biliyordu. Ekmek Teknesi zamanı şu rolü de illa sen oyna, demişti. İki-üç bölüm olacağını söylüyordu. Kırmayayım diye oynamaya başladım, yüz üç bölüm oynattılar. Çok keyif alarak oynuyordum. Çok güzel bir karakterdi, iyi yazılıyordu. Çok eğleniyordum oynarken. Gece gündüz çalışıyordum. O sıra yeni evlenmiştim. Evlendim, iki hafta sonra oyunculuk yapmaya sete gittim. Üç buçuk sene boyunca eve altı saat filan gidiyordum. Çünkü aynı zamanda Ekmek Teknesi’nin yapıp firması, Sinegraf, Osman Sınavı’ın yanında çalışıyordum. Yapımda da çalışıyordum. O ara başımdan kaza geçmişti, boynum kırılmıştı. Uzun seneler parmağım kırıldığı için senaryo yazamamıştım. Fakat vücudumu kullanabildiğim için oyunculuk yapabiliyordum. Öyle bir süreçti.

Senaristliğe Başlangıç

Senaristliğe 1996-1997 yılında tamamen tesadüf eseri başladım. 1996 yılında Eskişehir’den mezun olduktan sonra üç arkadaş, biri çocukluk arkadaşım Onur Ünlü, İstanbul’da reklamcılık yapmaya karar verdik. Sıfır sermayeyle geldik ve ajans açtık. Ben işletme mezunuyum, Onur reklamcılık ve halkla ilişkiler mezunu.  Daha başından anlatıyım nasıl başladığımızı. Bir akşam evde oturuyorum, bunlar iki üç arkadaş içeri gelip sürekli toplanıyorlar, Ertan Kurtulan ve Savaş Şaylan da var. Beni çağırdılar ve dediler ki, “Ajans kuracağız”. Ben de dedim ki, “Benim işim hazır”. Ama bu alanla da ilgileniyoruz her zaman. Sanat ve tiyatro ilkokul yıllarında yapıyoruz. Onur, “Sen olmazsan, olmaz” dedi. Öyle böyle diyerek kabul ettik ve bir ajans kuralım dedik. Ajans filan nasıl kuruluyor bilmiyoruz. Bir tek ben biliyorum, o da işletme okuduğum için. Ondan sonra geldik, şirket kurduk. Hiç unutmuyorum, babamdan beş bin mark sermaye olarak borç almıştım. O parayla şirket kurduk. Reklam işleri yapmaya başlarken bir gün Sergin Akyaz, yapımcı ve senarist, ve o zamanki bize ziyarete geldiler. O zamanlar Ebru Gündeş’e “Fırtınalar” diye bir dizi çekiyorlarmış, dizi bitmiş yeni bir dizi çekeceklermiş. “Siz akıllı adamlarsınız, senaryo yazmaz mısınız?” dedi.” Bir senaryo gönderin, nasıl oluyor bir deneyelim” dedik. Bir senaryo gönderdiler bize. Karakterler, hikayeler, birkaç bölüm senaryolar geldi. Biz bunu yazarız, dedik. Onur, ben, Ertan bir şeyler yazdık. Sonra bize geldiler, “biz size böyle bir şeyler dedik ama Sergin de bir şeyler yazdı ve Ebru onu çok beğendi, onu oynayacak” dediler. Ne yapalım, canımız sağ olsun. Çünkü biz gündüz reklamcılık yapıyoruz, fuar stantlar, reklam filmi, radyo spotu hazırlıyoruz birkaç arkadaş. Senaryoyu ajansta rafa koydum.  Adı “Kesişme” ydi, polisiye bir hikayeydi.

Baykut Badem
Baykut Badem

Deli Yürek Nasıl Ortaya Çıktı

Bir-iki gün sonra Andaç Haznedaroğlu geldi. O da bizim Eskişehir’den arkadaşımızdır. O da Osman Sınav’ın asistanıydı. “Siz bir senaryo yazıyordunuz, o ne oldu?” dedi, ben de işin akıbetini anlattım. “Osman hoca Sıcak Saatler’i bitirdi, yeni bir proje arıyor, onu bana versenize” dedi. Ben de raftan çektim, “al, götür” dedim. Kalın bir dosyaydı. Bir gün sonra aradılar ve “hemen Sinegraf’a gelin” dediler. Şişliden Gayrettepe’ye yürüdük. Osman Sınav’la tanışacağız, tabi büyük heyecan var. İlk defa yüzünü göreceğiz. Oturduk, bizi çok iyi karşıladı. Çok heyecanlıydık çünkü Osman Sınav’la tanışıyorduk ve yeni yetmeydik. Eskişehir’den gelmişsin, aradan altı ay geçmiş ve böyle bir şey oluyor. Osman Sınav, “Çocuklar ben okudum, çok etkilendim, kaleminiz çok kuvvetli”. Biz çok sevindik, oldu bu iş filan diyorduk. Osman Sınav, “Ama ben böyle bir iş düşünmüyorum” dedi. Biz masada yıkıldık. Ben, “Hocam size ne lazım” dedim. Bu gibi durumlarda böyle davranmak gerekiyor. Çekmeceden bir kağıt çekti, önümüze koydu. Önceden Tempo dergisi vardı, orada bir haber. “Babamı öldürdüler, abimi öldürdüler şimdi sıra bende ama vazgeçmeyeceğim” otuz yaşlarında bir genç kız ve hikaye içeriği var. Kız, birilerinde şüpheleniyor, fabrikamızı elden almaya çalışıyorlar filan yazıyordu. Abisi faili meçhule kurban gitmiş, kendisi de fabrikaların başına geçiyor. “Ben kimlerin suçlu olduğunu, kimlerin yaptığını biliyorum ama ben direneceğim ve fabrikaları vermeyeceğim, çalıştıracağım” diye bir haber. Osman Sınav “Ben bu haberi yapmak istiyorum” dedi. Biz bunu çalıştık. Aradan bir ay geçti. “Yağmur Kaçkını” olarak hikayeyi çıkardık. Sonradan ismini değiştiririz dedik. Normalde öyle olur, sonradan isim değişir veya sonra bakarsın. Bir gün dedi ki, “Buraya fakir mahalleden tamirci çocuk koyalım”. Tam Türk filmi oldu, dedim. Zengin bir kız ve fakir bir tamirci çocuk koyduk. Osman Sınav dedi ki, “Daha ne istiyorsun, bu iş böyle gidiyor.” Biz de öğreniyoruz. Daha senarist değiliz, hoca bizde bir cevher gördü ve ilgileniyor, bizi yönlendiriyor. O çocuğu koyduk sonra rahmetli Ömer Lütfi Mete’yi getirdi ve bizle tanıştırdı. O da çok iyi gazeteci ve yazardı. Aynı zamanda senaristti. Öyle git gel ile “Deli Yürek” oldu. Benim ilk sektöre başlamam böyle oldu.

Ana Kahramanın Hikayeden Nasıl Çıkarılacağı Önceden Belirlenmeli

“Deli Yürek” ile başlamış olduk. 1997 yılında çalışmaya başladık. 1998 yılında da çekmeye başladık. Belki de çok senariste nasip olmamıştır bir yıl çalışıp ondan sonra çekilmeye başlayan hikaye. Masamın üzerinde duran otuz dokuz bölümlük tretmanı vardı. On üç bölüm senaryosu vardı, otuz dokuz bölüm de tretmanı vardı. Yedinci bölümde hoca bizi toplantıya çağırdı. Elindeki mermiyi masanın üzerine koydu. Biz de yanlış bir şey yapıyoruz diye düşündük. “Kızı öldürüyorsunuz, Feraye’yi ”dedi. Deli yüreğin ilk başrolü Feraye’ydi. Yusuf Miroğlu’nun sevgilisiydi. “Nasıl olur” dedik. Osman hoca, “gelmiyor sete” dedi. Elimizde otuz dokuz bölüm tretman vardı ama Osman hoca “öldürün” dedi. Ajansa gittim, otuz dokuz bölüm tretmanı alıp ağlayarak çöpe attım. Bir sene çalıştık, bize de yazık. Ama kız sete gelmiyordu. O gün bana ders oldu. Kahramanı, ana kahramanlardan biriyse, hikayeden nasıl çıkacağını yaz. Önceden onu bil.

Biz ilk yazdığımız “Kesişme” diye, belki günün birinde çekilir çünkü Osman Sınav’ı etkiledi, polisiye gerilimdi. Polisiye drama da var. Sonra, “Yağmur Kaçkını” nı  yaparken biraz melodramdı. “Yağmur Kaçkını” nı çalışırken Susurluk olayı olmuştu. “Bunu hikayenin içine alacağız, derin devleti koyacağız içerisine” dedi. O aşama da Ömer hocayı getirdi bize, işleri iyi biliyor. Biz ufak çocuklarız, derin devlet nasıl işliyor tam bilmiyoruz. Ömer hoca, iyi biliyordu. O zamanlar Türkiye’de Karadeniz Mafyası diye büyük bir mafya vardı. Ömer hoca onların hepsinin hocasıdır.

Kenan İmirzalıoğlu’nun Sektöre Girişi ve Tanışmamız

Deli Yürek acayip seyrediliyordu. Sokaklar boş oluyordu dizi başladığında. Ekmek Teknesi 11.Bölümde yayından kalktı kimse bilmez. Deli Yürek’te 12.Bölümde yayından kalktı. Deli Yürek’in şansı o dönem krizin olması ve bütün dizilerin durmasıydı. Bir tek Deli Yürek oynadı. İnsanlar iki bölüm sonra Deli Yürek’i izleyip fark etti. Karşımızda Hande Ataizi’nin ve Sibel Can’ın bir dizisi vardı, onlar seyrediliyordu. Kimse Kenan İmirzalıoğlu’nun dizisini seyretmiyordu, çünkü kimse Kenan’ı tanımıyordu.

Kenan hakikaten mükemmel bir adamdır. İlk çalıştığımız günü hatırlıyorum. Senaryoyu çalışıyoruz ve oyuncu arıyoruz, önümüzde bir sürü isim vardı.  Bir gün Osman hoca dedi ki, “Yusuf Miroğlu’nu buldum”. Kağıt çıkardı ve önümüze koydu. Kocaman yüzlü biriydi, aynı Kenan. Biz, “Bu kim?” dedik. Osman hoca, “Best Model” dedi. O zamanlar da “Mankenden oyunu olur mu?” tartışmaları vardı. Biz, “Türk filmi yaptık, manken de var, şimdi tamam” dedik. Osman hoca telefon etti ve Kenan on beş dakika sonra geldi. Ayağında buz mavi kot pantolon, üzerinde boğazlı kazak, ayakkabı olarak da kahverengi kovboy çizmesi vardı. Kapıdan bir şey girdi ama kapıyla beraber girdi. Geldi, tokalaştık, oturdu. Üçüncü dakikada sevdik, beşinci dakikada ahbap olduk, yarım saat sonra “Kafayı buraya bırakıyorum, benden ne istiyorsanız yapın” dedi ve gitti. Kenan o tavrı bizim için artık Best Model değildi. Bizim için Kenan, “Buraya baş koymuş bir adamdı”. Çok özel defileler olmadıkça podyuma bir daha da çıkmadı, oyunculuk yaptı.

Senaryo yazarken ilk olarak türüne karar vermeniz lazım

İsmi “Yağmur Kaçkını”yken Melodramdı. Sonra “Deli Yürek”e çevirdik. Derin devlet ve Susurluk olayını içine alınca aksiyon drama oldu. Senaryo yazarken ilk olarak türüne karar vermeniz lazım ve o türler üzerinde araştırma yapmanız lazım. “Sizin düşündüğünüz hikaye hangi türe uygun?” bunu belirleyip ona göre kahramanları belirlemeniz ve dünyasını kurmanız lazım. İşin birinci çekirdeği budur. Dünyayı kurmak, projeyi yaratmak anlamına geliyor. Senaryo, ondan sonra geliyor. Senaryo iyi olmak zorunda ama ondan da iyi olmak zorunda olan önceden kurduğunuz atmosferdir. Bu hikaye, “fantastik mi, kadına yönelik drama mı, erkeğe yönelik drama aksiyon mu?” bunun cevabını iyi bilmeniz gerekiyor. Biz şu an Oktay Berber ile “Kalk Gidelim” yapıyoruz. İlk olarak türü böyle değildi, sonra aile komedisi olmasına karar verdik ve reytingler yukarı çıktı.

Seyirci kandırılmak İster

Kalk Gidelim’de Seyircinin ne istediği belliydi, eskiden test etmemiz zordu fakat şu an kolay. Çok bel bağlamamakla beraber sosyal medya var. Çok bel bağlamamak gerekiyor, yanıltıcı da olabilir. Onu da iyi test etmek lazım. Oradan ne geliyorsa aynısını her zaman yapmayacaksın. Bazen oradakinin tam tersini yapacaksın.  Sosyal medyadan “Şakir ile Duru sevgili olsun” diye yazıyorlardı, biz tam tersini yaptık (Şakir ile Dudu’yu sevgili yaptık). Bir anda orası patladı. Biz onu görmesek, Twitter’a kansak yanlış bir şey yapacaktık.

Seyirci, kandırılmak ister. Bu nettir. “Beni kandır” der ve onunla oturur oraya. “Ben kabulüm, bunun film olduğunu biliyorum ama beni kandır, onun içine al, sonuna kadar gideyim, bittiği zaman rahat olayım” ister.  Kandırmayla alakalı örnek veriyim. Ekmek Teknesi’nde babamı oynayan Ruhi, nalbur, karakteri vardı. Çakaldı, gelip Nusret Baba’ya laf sokan bir adamdı. Onu ikinci dönem, gizli gizli, benim annemle evlendirdiler. Sonra onun babam olduğunu öğrendim ve ona saldırdım. Karakter, bu. Bu adam, birinci sene boyunca her akşam Nusret Baba’ya geldi, fırından beş ekmek aldı ve o günkü olayla ilgili Nusret Baba’ya bir laf soktu, Nusret Baba o lafı geri iade etti, dersini verdi. Böylelikle, doğruyla yanlışı birbirimizden ayırdığımızı, olayın doğrusunun nasıl olması gerektiğini, Nusret Baba’nın Ruhi’ye söylerken bütün topluma söylediklerini gördü ve beş somun ekmeği alıp gitti. Birinci sezon böyleydi. İlk sezon, biz bu Ruhi’nin ne ailesini ne da başka bir şeyini gördük. İkinci sezon bekar oldu ve sonra benim annemle evlendi. Bu beş somun ekmeği kime alıyordu, tek başına mı yiyordu, birilerine yardım mı ediyordu? Ailesi var gibiydi. Seyirci şunu gördü, “Bu, Süha’nın annesiyle evlenirse ben buradan komedi yiyeceğim, o da bana lezzetli gelecek, ben diğer tarafı boş verdim” dedi. Kandırılmak böyle bir şey, kandırabilirsiniz, seyirci size toleranslı olur. Hikayelerinizi kurarken bunu göz önünde bulundurabilirsiniz.

Oyuncuların doğaçlamasına izin verilebilir

Her zaman gerçek olan hikayeler yazmak zorunda değilsiniz, gerçekliği olsun yeter. Gerçekle fantastiği bir araya getiren film yaptılar, Superman ve Batman, Bütün dünya seyrediyor. Tür olgusunu iyi araştırmak gerekiyor. Bu, araştırıp öğrenilecek bir şey. Senaryo, akademik derslerle yazması öğrenilecek bir şey değildir. Yetenek olması gerekiyor ama öncesinde senaryo yazmayı çok sevmek gerekiyor. Hiç yönetmen olmak istemedim. Onun önüne kurulmuş bir şey geliyor. Biz burada kuruyoruz.  Biz hiçbir zaman da oyuncuyu kısıtlamayız, oyuncu özgürdür ama özgür olanlar da bellidir. Herkese vermeyiz. Doğaçlamaya müsait oyunlara biz izin veriyoruz. Bazı senaristler hiç doğaçlamaya izin vermez. Bazen doğaçlama söylüyorlar. Biz, o söylediklerini daha sonra izlerken görüyoruz, hoşumuza gidiyor ve senaryoya taşıyoruz. Oyuncunun doğaçlama yaptıklarını ileriki bölümlerde senaryoda görmesi oyuncu adına motivasyondur. Oyunu onu iyi yapıyorsa vermek gerekiyor. Eğer yapmıyorsa “şunları yapmasın, gerek yok” diyerek yönetmene söylüyoruz.  Profesyonel oyuncu karakteri çok iyi anladıktan bir süre sonra karakteri oyuncuya bırakabiliyorsun. Belki karaktere bizden daha hakimdir. Biz otuz karaktere aynı mesaiyi gönderiyoruz ama o bir tek kendi karakteriyle meşgul olduğu için karakterde bizden öne geçmiş olabiliyor. Onlara da saygı duymak gerekiyor. Dizi işi böyledir.

Film çekimi farklı türlüdür. Orada terzi dikişi gibi vücuda oturacak oyunculuk lazım. Onu da biz biliyorsak oyuncuya bırakmayız. Sinema filmi çekerken hazırlık süreci daha uzun oluyor. Oyuncuyla oturuyorsun ve karakteri üzerine saatlerce, günlerce, aylarca belki de yıllarca karakter üzerine konuşuyorsun. Bazen filmi çekmeye başlangıç yılları buluyor. Bazen konuştuktan sonra çekiyorsun ve hiç olmadı diyorsun. Böyle de olabilir.

Karakterin uyumu

Vazgeçemeyeceğimiz karakterler oluyor. Bunu atsak atamayız, satsak satamayız. Kenarda birisiyse zaman içerisinde seyircinin dikkatini çekmeden atabilirsin. Komedide çıkarmak daha zor oluyor. Öldüremiyorsun, hikayenin havası kaçıyor. O zaman oyuncuya ne oynayabiliyorsa o yazılıyor. Bunu ben çok yaptım. Sonra da hikayelerimi ona göre revize ediyorum.

Bir zamanlar “Dürüye’nin Güğümleri” ni yazıyorum. İpek Tuzcuoğlu(Dürüye) var, dört tane kızı var, bunu yıllardır köyde seven Duran Ağa var, bununla evlenmiş ve sabahında Almanya’ya gitmiş daha sonra sık sık gelip giden biri var. Duran Ağa, yıllardır Dürüye’nin kocasından ayrılıp dört çocuğa rağmen kendisiyle evlenmesini bekliyor. Dürüye yıllardır gelmeyen kocasını boşuyor. Duran Aga, Düriye boşandı diye düğün yapıyor fakat boşadıktan sonra kocası geliyor ve çatışma çıkıyor. Duran Aga, hiçbir zaman bizim istediğimiz karakteri oynayamadı. Vazgeçemiyorum, o çatı, taşıyıcı kolon. Ben de Duran Aga’ya göre yazmaya başladım. O ne oynuyorsa onu yazdım. Seyirci de onu sevdi. Belki benim yazacağım karakteri sevmeyebilirdi.

Atmosfer, türün seçiminden önce oluşturulmalı

Türe karar vermeden önce atmosferi oluşturmak gerekiyor. Atmosferi iyi bilmek lazım. Hayali atmosfer oluşturuyorsak bunu kuracak ekibe, sanat grubuna ve prodüksiyona derdimizi çok iyi anlatmamız lazım. O zaten otomatik yaşamaya başlayacak.

Altı yüzün üzerinde bölüm dizi yazdım. Yaklaşık on beş projede yazdım. Hepsi kendi yazımız. Kore yuvarlaması, oradan almalar filan yok. Kendimiz üretiyoruz. Biraz Ertem Eğilmez ekolü var. Sıcaklık, aile duygusu, limonatacılar… O ekolü devam ettirmek üzerine kurulu. Çok sert işlerde yaptım. Kuzey Rüzgarı yazdım, Deli Yürek yazdım, Son Osmanlı Yandım Ali yazdım ve daha da var. Başarısız olup çöpe giden bir tek işim var, “İhanet”. O da reytinglerden dolayı. Dördüncü bölümde kalkan işim var ama kanal değiştiğinden dolayı. Yoksa o dizi reytinglerde ikinci oluyordu.

Aile dizilerinin atmosferi

Bizim peşimizden köy işi yapan çok oldu ama tutmuyor. Sıcak ve samimi olması lazım ve aile değerlerinin olması lazım. Bu tür işlerde aile değerlerini ön plana çıkarırsanız seyirci daha çok izliyor. Çünkü ailecek izleyecekleri bir şeye hasretler. “Kadın” dizisini ailecek seyredemiyor. Adam izlerken hemen kalkıyor. Kadınlar hemen yapışıyor. Seyirci, aile duygusundan dolayı bizim işi seyrediyor. Torunuyla, çocuğuyla izleyebildiği için bizim diziyi seviyor. Aile işlerinin böyle olması lazım. Karakteri koyarken bütün toplumun kesiminden koyamayız ama bir karaktere birkaç toplum kesimi yapıştırabiliriz. Bizim “Kalk Gidelim” in en önemli karakteri bence Hacı Hüseyin, evin dedesi. “Ekmek Teknesi”nde ise Nusret Baba olmasa hiçbir şeyi ifade etmez. Korkut’u, Süha’yı çıkar olur ama Nusret Baba olmadan olmaz. Baba olmadan olmuyor. Çünkü o, ailece oturduğumuz zaman, babayı ve anneyi temsil ediyor. “Bu bizim yaptığımız şeye ne kadar benziyor” denmeye başlıyor. Öykünerek seyretmeye başlıyor. Kahraman öykünmesi, gerçek hayatla öykünüyor. Bizim kahramanlar, toplumda yaşayan veya pek çok gördüğümüz kişiler.

Aile işlerinde en büyük amacımız mümkün olduğunca doğruyu göstermek. O yüzden seviliyorlar. Bazıları da sıkılıyor. Onlar daha çok ne kadar yanlış varsa o kadar izleyelim gibi farklı tür diziler izliyorlar. O tür dizileri de merak ediyor ve bazen öyle olduğunu zannediyorlar. Bilmediği, görmediği, tatmadığı duyguların izlenmesi de ayrı bir duygu kaçamağıdır.

Toplumsal hassasiyetin dizilerde işlenmesi

Canberk karakteri var, İstanbul Bağdat caddesinde büyümüş, dünyadan bir haber, kendine göre dünyası var. Onu eleştirmiyoruz. O da toplumun o kesiminden bir karakterdir. Dedesi buna bir sebepten dolayı bir bölüm önce kızıyor. Dedenin kızması önemli, çünkü dede pek kızmıyor ama buna yanlış yaptı diye kızmış. Bir başka arkadaşından o günün Cuma olduğunu öğrendi, “Cuma namazından sonra gel” dediği için bunu öğrendi. Cuma olduğunu duyunca dedeyle barışmak için bir cinlik yaptı.  Dedesine “Hayırlı Cumalar” mesajı attı, dedesi de üst katında. Dedesi, “İşin nasıl biliyor.” Diyerek güldü. Sonra kahvaltıda buluştular. Çocuk kızla buluşması lazım ama gidemiyor. Çocuk işim var diyor ama masadakiler, “bizde Cuma’ya kadar çalışılmaz” diyor. Dede, “Madem mesaj attın Cuma’ya gideceğiz” dedi. Çocuğu kıstırdı. Seyirci de çocuğun buradan kaçıp kaçmayacağını bekliyor. Biz, çocuğu caminin içerisinden kaçırdık. Normalde risklidir, tepki toplayabilirsin ama bu karakter bunu yapabilir, seyirci bunu bekliyor. Bu noktada da izleyenlere şunu gösteriyorsun, “Samimiyetsiz isen yapma, bunu kullanma”. O mesajı sevdikleri için kabul ediyor, kaçabilir.  Biz, o bölüm boyunca Cuma’nın önemini işlemiştik.

Afrin Bölümünde Afrin ile alakalı tek bir cümle bile geçmedi. Ordumuz oradaydı, dört hafta olmuştu. Biz Afrin Harekatı olur olmaz yazmaya başladık ama anca dördüncü haftaya denk geldi. Çünkü senaryoda önden gidiyoruz. Bir bölüm boyunca “Köyde Maddiyat” konulu hikaye işledik. Devletten otuz dört milyonluk yatırım gelecek, herkes bu paranın peşine düşmüş. Bunu nasıl alırız, nasıl kullanırız bunun peşine düşmüşlerdi. Baba ve oğul bölüm boyunca odadan hiç çıkmadı. Babadan da korkuyorlar otuz dört milyonun peşine düştükleri için. Baba hiçbir sahne de odadan çıkmadı. Kolay değil, yüz elli dakika boyunca odadaydı. Seyirci belli süreden sonra merak etmeye başladı, diğer kahramanlar da babanın odada ne yaptığını merak ediyorlar. Final sahnesinde otuz dört milyon ne olacak diye kavga etmeye başladılar. Baba, “bir dakika oturun” dedi. Babaya sen ne yaptın diye sordular. Baba,”Bütün gün ordumuza dua ettim, birinin de bunu yapması lazım” dedi. Verdiğimiz mesaj buydu.  Bütün Türkiye bundan etkilendi. Olay, doğru mesajı bulup vermekte bitiyor. Ondan başka bir şey geçmedi onla ilgili. Gerekli olan o cümleydi. Bir bölüm boyunca işlesen böyle etkisi olmaz. Dramatik çatışma diye bir şey var. Bunun üzerine kuruyoruz bütün her şeyi. Ana dramatik çatışmayı iyi bulmak gerekiyor. Sahne içi dramatik çatışmalar da var. Onlar da bölümün dramatik çatışmasını ortaya çıkartıyor. Otuz bölümün ana izleği, Mustafa Ali’nin köye gelip hayata tutunup İstanbul’a gitme macerasında köyde yaşadığı sorunlar. Ana izlek çatışmamız, Meryem’in Mustafa Ali’den intikam almaya çalışması.

Senaryo, bir matematik ürünüdür

Senaryo, bir edebiyat ürünü değildir; Senaryo, bir matematik ürünüdür. Hikaye, edebiyat ürünüdür. Senaryo olduğu zaman matematiktir, çünkü kurgusu vardır. Öyle filmler var ki yirmi saniyede doksan dakikalık filmi anlatıyor. Tek planlı filmler var. Öyle filmler var ki aynı sahne içerisinde yüz elli sahne gösteriyor ve binlerce plan var.

Anlatacağınız hikayenin türüne karar vermek gerek. Komedi, tür değildir; Komedi, üsluptur. Bence değildir. Tür “komedi” yazıyoruz ama bence tür değildir. Komedinin dram olması lazımdır. Dramanın üslubu komik veya dramatik anlatılabilir. Türü bulduktan sonra gerisi kolaydır. Yeni senaryo yazmaya başlayanlar türü iyi öğrensin. Herkesin kafasında hikaye vardır. O hikayenin hangi türde anlatılabileceğini iyi düşünmek lazım. Karakterin yapısı, türü saptayabilir.

Dizi süreleri ve reyting rekabeti

Marifet olan, yüz elli dakika seyirciyi ekran başına kilitlemek, oradan reyting almak ve işin devamını sağlamak. Bizim yaptığımız budur. Bunu dünyadan yapan bir tek Türk senaristleri var. Kırk beş dakika senaryo yazabilme imkanı bana verseler ve altı gün verseler bak o zaman neler yapıyorum. Öyle bir şey yok. Gerçeklik denen bir şey var. Deli Yürek’e ilk başladığımızda elli beş sayfa yazıyorduk. Bir ara doksan sayfaya çıktı. Çünkü Osman hoca şunu gördü, ne kadar uzun olursa o kadar reyting gelir. Osman hoca uzattı. Bizimle aynı gün olmamasına rağmen, bize rakip olmamasına rağmen Memoli, Yılan Hikayesi, vardı. Yapımcısı da Osman Yağmurdereli’ydi, Nihat Durak çekiyordu. Biz ne kadar uzun çekiyorsak onlarda o kadar uzun çekiyordu.  Bir birimize rakip değiliz ama haftalık en çok izlenen dizi o mu olacak yoksa biz mi olacağız? Tartışma vardı. Maalesef bu iki dizi süreleri uzattı. Show tv ve Kanal D.

İrfan Şahin diye biri var. Kanal D’nin CEO’suydu. Şimdi yapımcılık yapıyor. O sonra şeyi fark etti. Eskiden PT1 ve PT2 ‘ydi. Bir dizi, bir yarışma veya bir dizi, bir program oluyordu. O, “Bir dizi olacak ve akşam bitecek” dedi ve televizyon sektörünü bu formata taşıdı. Bu, işin çöküşü ve bugünkü duruma gelmenin sebebidir. Maksimum yüz altmış dakika. Daha uzun olsa haberlerin yedide değil daha önce başlaması gerekiyor.  Kırk beş dakika özet, sonra yüz altmış dakika dizi ve reklam aralarıyla gece bitiyor. İnsan uzun dizilerden sıkılmış olabilir ama senaryoyu kısa verince de reytingler düşüyor. Çünkü seni bırakıyor. Amerika’daki adam gibi değil. Bittiği zaman televizyonu kapatıp farklı iş yapmıyor. Sen bitirdikten sonra başka diziye geçiyor. Yüz kişi beni izliyordu, yüz kişi de onu izliyordu. Bendeki yüz kişi gider onu izler ve iki yüz kişi olur. Dengeyi bozuyor. RTÜRK’e, “Program ismi olarak reyting saymayın, program saati olarak da reyting saymayın. Pazartesi Show Tv ve Kanal D şu saatler arası şu reytingi almış dediğiniz zaman yüz dakika mı vermiş, doksan dakika mı vermiş hiç fark etmez” diyerek mesaj attım. Kalk Gidelim 21.30-23.00 arası en çok izlenen kısımları, böyle ayırsak Surviver’ı geçeriz.  Saat dilimlerine bölüp reyting adı yazmamalılar reytinglerde. Reyting, reklamcılar için yapılıyor. Reklamcı bakacak ve saatlere göre reklam veriyim diyecek.

Sinema filmi senaryosuyla Dizi senaryosu birbirinden çok farklıdır. Birisini görüntüyle anlatabiliyorsun. Adam para vermiş ve perdeye bakıyor. Önündeki mısıra bakmadan filme bakıyor. Televizyonda adam oradan oraya gidiyor, çocuklarıyla uğraşıyor, kulak sadece televizyonda. Onu takip etmesi lazım. Bir çok hareketi gösteriyoruz ve gösterirken de diyalogunu yazıyoruz.  Aslında mantıklı değil, bir senaristin yapmaması gerekiyor. Dizide diyaloglarla birlikte yazmak gerekiyor. Biz hala eski formatla, sağlı sollu yazıyor. Ben yazmaya başladığımda bilgisayar yoktu, daktilomla yazıyordum. Sonra, Onur’un annesi bilgisayar aldı ve biz korkudan bir sene açmadık. Okulda bilgisayar dersi var ama tahtada anlatıyorlar. Okuldaki bilgisayar hocasına dedim, “Bu bilgisayar nasıl açılıyor?” Hoca gösterdi. Sonra, “Bunda yazıyı nasıl yazacağız?” dedim. Hoca, “Word programı almanız lazım.” Dedi. Hiçbir bilgimiz yoktu.

İnternet dizi Türkiye’de internetten çok yeni ve az. Televizyonda yapamadığın birçok şeyi internette yapabilirsin. Zaten öyle olmalı. Televizyondaki bir işi internette yapacaksan ne anlamı var. Netflix var bizim evde ve oğlan hep onu izliyor. İnternetten izliyor birçok şeyi. Televizyonların büyük starları oynatmama, büyük paraları ödememeleri ve daha düşük bütçele işler yapması başlıyor. Bu böyle olacaktı ve böyle oldu. Önümüzdeki sezon, “iki dizi arasındaki farkı görüp zarar ve karı karşılaştıracaklar”.

Baba Ocağı, Düriye’nin Güğümleri, Hanım Köylü, Kalk Gidelim, Kız Kaçıran…  Hep reklam çok geliyor kanala. Dizi gününde birinci olmuyor, ilk beşte oluyor ama birincinin aldığı reklamdan daha çok reklam geliyor.  Bazı korumalı ürünler vardır, her diziye veremezsin reklamını. İçerik anlamında onlara sakıncalı gelir. “Vurdulu kırdılı dizide bizim işimiz ne” der. Hanımların ve çocukların ilgilendiği, reklam pastasına baktığımızda daha çok pastası olan işler bizim bu tip işlere gelip reklam veriyorlar. Daha çok ilgi gösteriyorlar ve kar ediyorlar. “Kalk Gidelim”in reklamları çoğunlukla gıdadır, çünkü ailecek seyrediliyor.

Kaleme yatkınlığı anlama süreci

Ses sanatçıları vardır ya, “Ben çocukluktan beri elime fırçayı alıp şarkı söylüyorum” diyorlar benimki biraz öyle. Beni aile içerisinde, “Bu çocuk hep hayalci, bir şey olmaz” diyerek acıyorlardı. Dayım bir kere “Bundan bir şey olmaz” diyerek ikinci kattan kafama sandalye attı, aşağı bahçedeydim. Ben orada oturup hayal kuruyormuşum. Çocukken arkadaşlarım etrafıma toplanırdı, ben de onlara hikayeler anlatırdım. Kendi kurmacalarımdı. Oradan gelen bir sevgi var. Acayip televizyon izlerdim. Bizde televizyon yedide açılıyordu on bir de kapanıyordu. Televizyonu kapatmadan uyduğumu hatırlamıyorum. Renkli televizyon çıktığında ağladım babam alsın diye. Alamadı, alabilecek kapasitemiz yoktu. Amcamlar renkli televizyon almışlar, bir akşam onlara televizyon izlemeye gittik. Bir tek haberler renkli. Annem, yengemi kıskandı. Annem, “Yarın gidiyoruz ve renkli televizyon alıyoruz” dedi. Öyle süreçten geçtim.

Üniversitede eskiden kaleciydim. Kocaeli sporda oynuyordum. Kamplarımız, seyahatlerimiz çok oluyordu.  Çok kitap okuyordum. Yirmi altı kişilik takımda çirkin ördek yavrusu gibiydim. Onlar kahveye giderdi ben otelde kitap okurdum. Okey oynuyorlardı ama ben sıkılıyordum onlarla.

Üniversite yıllarda, kendime daktilo aldım. Ufak ufak hikayeler ve denemeler yazdım. Onların hepsi bir köşede duruyor. Yazarlık okumak, reklamcılık okumak, sinema okumak gibi bir hayal hiçbir zaman kurmadım. O hayali bana kurdurtmadılar. Sinema-Televizyonun okulunun olduğunu sınava girip tercih yaptığımda öğrendim. Yönlendiren hiç olmadı.

Futbol oynuyorum diye annem kızıyordu. A Genç Milli takımdaydım. Annem kampa göndermedi diye beni takımdan kovdular. Benim yedeğim olan arkadaş, ben gitmedim diye o gitti, sonra Ümit Milli olarak takıma devam etti. Annem gelen davetiyeyi saklamıştı. Milli takımdan kaç kişiye davetiye geliyor.