Yazarlar

“Umutsuz Bir Durum Daha da Umutsuzlaşıyor”

Metnin Orjinali: https://www.thedriftmag.com/a-desperate-situation-getting-more-desperate/

Columbia Üniversitesi’nde Edward Said Modern Arap Çalışmaları Profesörü olan, Modern Ortadoğu Tarihi uzmanı ve yirmi yılı aşkın bir süredir Journal of Palestine Studies dergisinin editörlüğünü yapan Rashid Khalidi, The Drift’ten Rebecca Panovka ve Kiara Barrow ile İsrail’in Filistin’deki işgalini ve ABD’nin desteğini konuştu. Sizin için çevirdik.

Mesut Özcan

Hamas’ın 7 Ekim’deki korkunç saldırısından bu yana, İsrail’in – ABD’nin onayı ve maddi yardımlarıyla- Gazze Şeridi’nin abluka altındaki sakinlerini bombaladığını ve bir milyondan fazla insanı yerinden ettiğini izledik. Dünyanın dört bir yanındaki protestocular İsrail’in uyguladığı şiddete karşı öfkelerini dile getirirken, Amerikan solunda da bir dizi tartışma yaşandı: İsrailli 1.400 kişinin ölümünün yasını tutmanın İsrail’in askeri vahşetini örtbas edip etmediği ya da üzüntüyü dile getirmemenin Hamas’a göz yummakla eşdeğer olup olmadığı; şu anda başvurulacak doğru tarihsel analojinin 11 Eylül mü, Cezayir bağımsızlık hareketi mi yoksa Güney Afrika’daki apartheid karşıtı kampanya mı olduğu; sokaklarda ya da haberlerde olanların tarih konusundaki cehaletlerine ihanet edip etmedikleri üzerine.

Son olaylar ana akım söylemde eşi benzeri görülmemiş ve geçmişle bir kopuşun temsilcisi olarak tanımlanıyor. Durum ne ölçüde böyle? Eylül ayında Journal of Palestine Studies’de yazdığınız gibi, 2023 yılı Batı Şeria’daki Filistinliler için neredeyse yirmi yıldır yaşanan en kanlı yıl oldu. Şu anda gördüğümüz şey kaçınılmaz bir yangın mı?

Son iki haftada gördüklerimizi kimsenin tahmin edebileceğini sanmıyorum. Dünyanın en büyüklerinden biri olan ve tarihteki en iyi istihbarat servislerinden birine sahip olan İsrail ordusunun ne olacağına dair hiçbir fikrinin olmaması -ki gelecekte bu istihbarat başarısızlığına dair soruşturma komisyonları ve savaş üniversiteleri çalışmaları olacak- kimsenin bunu tahmin edemeyeceğini gösteriyor. Bunu bilen tek kişiler bu saldırıyı başlatanlardı. Aynı zamanda, işgal altındaki topraklarda ve İsrail’in içinde olup bitenlerin ayrıntılarına biraz olsun duyarlı olan herkes, er ya da geç bir tür patlamanın kaçınılmaz olduğunu varsayabilirdi. Hamas sadece Gazze’de faaliyet gösteren bir örgüt değildir – Hamas Filistin çapında bir örgüttür. Özellikle bu yeni hükümetin göreve gelmesinden bu yana, ama aynı zamanda bir önceki yıl, Batı Şeria’da öldürülen Filistinlilerin sayısının, yerleşimci saldırılarının sayısının, Harem-i Şerif’te, Mescid-i Aksa çevresinde Yahudi ibadeti düzenleme girişimlerinin sayısının arttığı gerçeğine karşı son derece duyarlıydılar. Yerleşimciler tarafından çalınan toprak miktarı da artıyordu. Son olarak, Batı Şeria’da büyük ölçüde göçebe nüfusa sahip üç küçük köy topraklarından sürüldü.

Etnik temizlik, dünyanın dikkatini çekecek kadar yüksek olmayan, çok düşük bir kaynama seviyesinde devam ediyordu. Filistin sorununu gömmek, Filistinliler için siyasi bir ufuk yaratmak, Batılı ülkeler ve İsrail’in yanı sıra İsrail’in bazı Arap müttefiklerinin de başlıca çabası gibi görünüyordu. İsraillilere göre bu, mümkün olan tüm ihtimallerin en iyisiydi. Mekke’den Hayfa’ya uzanan demiryolu hatlarına sahip olacaktık; Suudi çölünde İsraillilerin eğlencelerine sahip olacaktık, sonsuza dek sevgi, dostluk, barış ve güvenlik düzenlemelerine sahip olacaktık. Ve tüm bunlar, Filistinliler süresiz olarak devam edecek bir İsrail işgalinin çizmesi altındayken yapılacaktı. Filistinlilerin hepsi bunu gördü. Elbette herkes Hamas gibi tepki vermedi. Ama herkes bunun giderek daha da umutsuzlaşan bir durum olduğunu, çıkarlarının ve haklarının sadece İsrail, ABD ya da Batılı müttefikleri tarafından değil, Arap ülkeleri tarafından da tamamen göz ardı edildiğini gördü.

CNN’i izlerseniz, Gazze’de apartmanların, üniversite kampüslerinin, tahliye yolunun ve şimdi de bir hastanenin havaya uçurulduğu görüntülerin hemen ardından, İsrailli generallerin, İsrail’in sivil ölümlerden kaçındığını (ya da insancıllık duygusuyla Filistinlilere “tahliye şansı” verdiğini) iddia etmelerine izin verildiğini göreceksiniz. New York Times Yayın Kurulu da aynı şekilde, İsrail’in uluslararası hukuka aykırı olarak binlerce insanın öldürülmesi emrini verdiğini gösteren haberlerle aynı sayfalarda “İsrail’in savunmak için savaştığı şey, insan hayatına ve hukukun üstünlüğüne değer veren bir toplumdur” diye yazdı. Bu ana akım açıklamalar, görünürde kafa karıştırıcı ve medyanın İsrail hakkında dürüstçe haber yapma kabiliyetine dair bir referandum olarak son derece yabancılaştırıcı. Bu saldırıya ilişkin ana akım haberleri nasıl yorumluyorsunuz?

Eskiden Sovyet Orta Doğu politikası hakkında yazardım ve o günlerde elimizdeki tek kaynaklar Pravda, Izvestia, Krasnaya Zvezda ve benzerleriydi. Bugün kendimi Soğuk Savaş dönemine geri dönmüş gibi hissediyorum ve New York Pravda Times ve Washington Izvestia Post, Biden yönetiminin ve müttefiki İsrail’in sözcülüğünü yapıyor. Ana akım medyanın çoğunda, esasen duvardan duvara savaş propagandası buluyorum.

Hafızasız, tarihsiz, olgusuz bir alanımız var; örneğin, İsrail kabinesine yeni katılan emekli bir genelkurmay başkanının, Gadi Eisenkot adında bir adamın, Lübnan’ı dümdüz ettikleri sırada İsrail Ordusunun Operasyon Şefi olduğu fark edilmiyor. Ve o dönemde “Dahiya doktrini” adını verdiği bir doktrin geliştirdiğini söylemişti. İsrail Hava Kuvvetleri Dahiya’nın tüm mahallesini dümdüz etti ve şöyle dedi: “Oraya orantısız güç uygulayacağız ve orada büyük hasar ve yıkıma neden olacağız. Bizim açımızdan buralar sivil köyler değil, askeri üslerdir.” Ayrıca “2006 yılında Beyrut’un Dahiya mahallesinde yaşananların İsrail’in ateş açtığı her köyde yaşanacağı” sözünü verdi. Eisenkot artık bir bakan. Bu savaşı planlayanlardan biri de o. Size ne yaptığını söyledi: Uluslararası insancıl hukuka saygı duymuyor. Journal of Palestine Studies’de bu konuda bir makale yazdım. Şimdi, ortalama bir gazetecinin Filistin Araştırmaları Dergisini okumasını bekler miydim? Ne yazık ki hayır. Mesele şu ki, bu tür şeyleri bilenler bile bu tür haberleri yapamıyor. Muhabirlerle sürekli konuşuyorum ve patronları tarafından ne tür hikayeler yazmalarının istendiğini biliyorum. Bazen gazeteciler buna karşı çıkıyorlar.

Bunun hükümet genelinde de yaşandığını görebiliyoruz; Dışişleri Bakanlığı’nda ve başka yerlerde hükümet çalışanları ABD hükümetinin tutumuna kızıyorlar. Bunu, yönetimlerden diktaların (tepeden inme buyrukların) geldiği üniversitelerde de görüyoruz. Bunu kamusal pozisyon alan şirketlerde de görüyoruz. Sanki Amerika Birleşik Devletleri savaştaymış ve hepimiz hizaya gelmeli ve Biden’ın zaten arkasında yürüdüğü İsrail’le aynı safta olmalıymışız gibi.

Bize çeşitli Filistinli liderlik gruplarından (Filistin Yönetimi, Filistin Kurtuluş Örgötü, Hamas) ve bunların kökenlerinden bahsedin. İsrail’in resmi sosyal medya grafiklerinde olduğu gibi Hamas’ı “terör örgütü” olarak nitelendirmek ve IŞİD ile bir tutmak ne anlama geliyor?

ABD Başkanı – ülkedeki en yüksek sesle- Hamas’ı özellikle IŞİD ile karşılaştırdı. Yani “katıksız kötülük” yaşadık. “IŞİD’den daha kötü” oldu. 11 Eylül karşılaştırmaları yaptık. Bu, kıyamet ölçeğinde gidebileceğiniz en yüksek nokta. Bu, Hamas’ın terörist olarak tanımlandığı ve başka bir şey olmadığı İsrail oyun kitabına uyuyor. Gazze’de bir hükümet vardı. Siyasi, sosyal, kültürel ve dini bir örgüttü.

Filistin siyaseti şu anda özellikle zor durumda. Eskiden Hamas’ın en büyük rakibi olan El Fetih, Ramallah’taki yozlaşmış ve beceriksiz Filistin Yönetimi ile olan ilişkisi nedeniyle düşüşte. Filistin Yönetimi, Arafat’ın 1993 Oslo Anlaşmaları’ndan sonra operasyonlarını Filistin’e taşımasıyla başlattığı FKÖ’nün yerini almış durumda. Şimdi FKÖ can çekişiyor ve El Fetih de neredeyse can çekişiyor. FKÖ’nün bir stratejisi yok. Sözde diplomatik bir yaklaşıma ve şiddetsizliğe bağlı, ancak Filistinliler arasında neredeyse hiç destek yok, çünkü onlarca yıldır yerleşim yerleri genişlerken ve Filistinliler giderek daha az alana sıkıştırılırken bu yaklaşımın hiçbir işe yaramadığını gördüler. Pek çok Filistinli, İsrail’in isteklerini yerine getirdiği ve dışarıdan desteklendiği için Filistin Yönetimi’nden nefret ediyor. Bu, Filistin siyasetinde 30’lu yıllardan beri süregelen bir durum: Filistinliler adına konuşma hakkını kendilerinde gören, Filistinlileri bölen, Filistinlileri zayıflatan ya da onlara müşteri gibi davranan Arap ülkelerinin ve yabancı güçlerin müdahalesi. Arap ülkeleri ve diğer ülkeler Filistinlileri ya da Filistinli örgütleri kendi amaçları doğrultusunda kullanmak istiyor.

Filistin Yönetimi, İsrail, Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa ve bazı Arap ülkeleri tarafından desteklenmektedir. Hamas bölgesel güçler tarafından destekleniyor: Elbette İran, ama aynı zamanda Türkiye, Katar ve diğerleri. İran rejimi, Esad rejimi, Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan ve Mısır’ın hepsinin kendi hedefleri ve kendi ulusal çıkarları var. Filistinliler geçmişte bunun üstesinden geldiler ve bir yere varmak istiyorlarsa bunun üstesinden gelmek zorundalar. Ancak bu hiç de kolay olmayacak. Yeni nesil liderliğin nereden geleceğini, Filistinlileri hedeflerine taşıyacak stratejinin nereden geleceğini bilmiyorum.

Filistin’deki mevcut dinamikleri bölgenin daha geniş bağlamı içinde nasıl konumlandırmalıyız? Pek çok ABD’li uzman Hamas’ın İsrail-Suudi normalleşmesini bozmayı amaçladığını iddia etti (“El Aksa Tufanı Operasyonu” etiketi bunun Mescid-i Aksa’ya yönelik saldırılara bir yanıt olduğunu gösteriyor). ABD’nin Suudi Arabistan gibi Arap müşteri devletlerini desteklemesi Filistin kurtuluşunun pan-Arap siyasetiyle ilişkisini nasıl değiştirdi?

Bu saldırının planlayıcısı gibi görünen Hamas’ın askeri komutanı Muhammed Deif’in yaptığı açıklamayı okumanız ya da dinlemeniz yeterli. Bu saldırının ilk gününde hedeflerinin ne olduğunu söyledi. Mescid-i Aksa’nın etrafındaki Harem-i Şerif’i Yahudilerin ibadet alanı haline getirme girişimlerinden bahsetti. Mart ayında Kudüs’teyken şunu gördüm: İsrailli yerleşimci grupları, dindar yerleşimciler, sanırım sınır muhafızları ve polis eşliğinde, Magharibah kapısından, Fas Kapısı’ndan giriyorlar ve sonra Harem’in güneydoğu köşesinde, Aksa camisinden yaklaşık yirmi otuz metre uzakta dua ediyorlar. Her gün sabah namazından sonra ibadet edenleri dışarı atıyorlar: İbadet eden Müslümanları ve özellikle de gençleri. Herkesi kovuyorlar ve bu yerleşimci grupların gelip dua etmelerine izin veriyorlar. Bu gruplar giderek daha da büyüyor. Sukot sırasında, saldırıdan günler önce, binlerce yerleşimci cami yerleşkesinde toplu halk duası yapmak için geldi.

Elbette saldırı iki yıldır planlanıyordu, dolayısıyla bu sürecin son tırmanışının bununla hiçbir ilgisi yoktu, ancak bu bir toparlanma çağrısıydı. Yani bunu gerçekten isteyip istemedikleri ya da Filistin, Arap ve Müslüman kamuoyunu kazanmak için bir taktik olup olmadığı önemsiz. Açıkçası, bu bir motivasyon. Deif, Gazze’nin kuşatılması, Batı Şeria’nın giderek sömürgeleştirilmesi ve ilhak edilmesi ve İsrail hükümetinin Filistin sorunu yokmuş gibi hareket etmesi gibi diğer nedenleri sıraladı. Bu, Enver Sedat’ın 1977’de Kudüs’e gitmesinden bu yana Arap dünyasında normalleşmenin uzun yıllardır devam ettiğini söylemenin dolaylı bir yoluydu. Son zamanlarda İsrail ve Suudi Arabistan arasındaki flört, İsrailli bakanların Suudi Arabistan’a gidip dua etmesi ve Veliaht Prens’in İsrail-Suudi normalleşmesinin bir aşamada gerçekleşmesini dört gözle beklediğini söylemesi ile zirveye ulaştı. Buna İsraillilerden garip tepkiler geldi.

Filistin meselesinin sıradan Araplar ya da Arap ülkeleri için ne kadar önemsiz olduğundan bahseden tarih bilinci olmayan her cahil uzman bir daha asla ağzını açmamalıdır. Çünkü Mısır’da, Ürdün’de, Türkiye’de, Lübnan’da, Fas’ta, Bahreyn’de gösteriler gördük. Bunlardan bazıları kimsenin gösteri yapmasına izin verilmeyen diktatörlüklerdir. Kimsenin kendini ifade etmesine izin verilmiyor. Yine de Arap dünyasının dört bir yanında kamuoyu Filistinlilere destek için patladı. Muazzam gösteriler oldu. Yemen harap olmuş bir ülke, başarısız bir devlet. Bir iç savaş yaşıyorlar, Suudiler ve Birleşik Arap Emirlikleri tarafından yıllardır bombalanıyorlar ve sokaklarda Filistin için gösteri yapıyorlar.

Kahire’den Şam’a ve Halep’e kadar bir düzine Arap gazetesinde 1914’ten önce yayınlanmış, Filistin ve Siyonizm’den bahseden yaklaşık dört yüz gazete makalesi buldum. Arap dünyasındaki insanlar 110 yıl önce bu konuda endişeliydi. ’36-’39 Arap İsyanı sırasında da bu konuda endişeliydiler, Nakba sırasında da endişeliydiler ve o zamandan beri de bu konuda endişeliler. Arap hükümetleri bu endişeyi temsil etti mi? Nadiren. Asla. Bazen. Ama mesele bu değil. Bunlar demokratik olmayan rejimlerdir – mutlak monarşiler ya da diktatörlükler ve kendi kleptokrasileri (hırsız yönetimleri), onlar tarafından zenginleştirilen insanlar ve onları silahlarla ya da diplomatik destekle iktidarda tutan yabancılar dışında hiç kimseyi ve hiçbir şeyi temsil etmezler.

Bu sadece Arap dünyası ya da hatta Müslüman dünyası için geçerli değil. Amerikalılar, Avrupalılar, dünya GSMH’sinin çok büyük bir kısmını üreten ve muazzam bir medya erişimine, muazzam bir güce sahip olan beyaz yerleşimci sömürge balonu – uçak gemileri, borsalar, medya holdingleri – hala kendilerini evrenin efendileri olarak görüyorlar. Onlar dünya nüfusunun küçük bir azınlığı. Hindistan, Çin, Endonezya, Pakistan, Bangladeş, Brezilya: bunlar dünyanın en büyük ülkelerinden bazıları ve oradaki insanlar bu konuda hiç de aynı görüşe sahip değiller. Burada, İsrail’i desteklemenin ulusal bir çıkar olduğuna karar veren Amerikan ve İngiliz hükümetleri ile uyumlu yozlaşmış bir medya tarafından üretilen sterilize edilmiş bir dünya görüşümüz var. Bir de dünya var – gerçek dünya – tamamen farklı bir sayfada. Bu da Batı ile diğerleri arasındaki uçurumu derinleştiriyor. Bence bunu Ukrayna Savaşı başlattı. Dünyanın büyük bir kısmında kimse Ukrayna Savaşı’na ABD ve Avrupalı müttefiklerinin baktığı gibi bakmıyor, bu da Genel Kurul’un bu savaşa verdiği tepkide görülüyor. Bu, insanların Rusya’yı destekledikleri anlamına gelmiyor; sadece ABD ve en yakın müttefikleri ile – gayet anlaşılır bir şekilde – Ukraynalılar ve Doğu Avrupalılar gibi histerik, abartılı bir şekilde görmüyorlar. Şu anda Filistin’de yaşananlar bunu vurguluyor ve ABD ile müttefiklerinin gücünü, itibarını ve güvenliğini azaltacak. İnsan hakları ve demokrasiden bahseden Amerikalılar ileride en aşağılık, mide bulandırıcı ikiyüzlüler olarak muamele görecekler. Dünyanın geri kalanında kimse bu söylemlere inanmıyor, bunun da iyi bir sebebi var.

“İşgal” kelimesi İsrail söz konusu olduğunda Amerikan sözlüğünde yer almaz. İşgal “barışın önünde bir engel” değildir – Siyonist liderlerin Theodor Herzl’den bu yana yapmaya çalıştıkları gibi Filistin’i İsrail toprağı haline getirmek için tasarlanmış saldırgan, şiddetli bir dayatmadır. Dolayısıyla ABD, Ukrayna’nın işgalinden dem vurduğunda ve Biden’ın Oval Ofis konuşmasında yapmaya çalıştığı gibi Hamas ve Putin arasında bağlantı kurduğunda, İngiliz küresinde (Anglosfer) ya cahil ya da beyni yıkanmış insanlar dışında kimse bunları yutmuyor. Ancak CBS’in yaptığı bir anket, Demokratların ve bağımsızların çoğunluğunun İsrail’e askeri yardım yapılmasına karşı olduğunu gösterdi; Amerikalıların çoğu bizi yönetenlerden çok daha mantıklı.

Siyonizm yerleşimci-sömürgeci bir projedir, ancak İsrail sömürgecilik sonrası bir dönemde devlet olmuştur. Bu tarih hakkında ne düşünüyorsunuz ve mevcut durumu nasıl etkilemeye devam ediyor?

Tony Judt İsrail’in “çok geç geldiğini” ve bir anakronizm olduğunu yazmıştı. Mesele şu ki, on sekizinci yüzyılda başlatılmış olsaydı, başarılı olabilirdi. Beyaz Avrupalıların beyaz olmayan Avrupalı olmayanların sahip olmadığı haklara sahip olduğu ve herhangi bir toprak parçasını kendilerine mal edebilecekleri ve onunla ve yerli nüfusla istedikleri her şeyi yapabilecekleri zamanın ruhuna uygun olurdu. Kolomb’dan yirminci yüzyıla, hatta Birinci Dünya Savaşı’na kadar ormanın kuralı buydu.

Siyonizm, ilk yıllarında kendisini bir sömürge projesi olarak tanımlamaktan asla utanmadı. O öyleydi ve ulusal bir projedir. Aynı zamanda emperyalizmin şımarık üvey çocuğuydu ve öyledir. Herzl neden Kayzer’e gidiyordu? İsrail’in ilk cumhurbaşkanı Chaim Weizmann neden İngilizlere gidiyordu? Bunlar ilgisiz, tarafsız, İsviçre benzeri güçler değildi – bunlar Siyonist proje için kirli işleri yapacak olan çağın büyük emperyal güçleriydi. Bu insanlar sömürgeci ve yerleşimci miydi? Kendilerine sömürgeci ve yerleşimci diyorlardı. “Yahudi Kolonizasyon Derneği” antisemitik bir hakaret değildir – bu önemli kuruluşun kendisine verdiği isimdir. Elbette tüm bunlar göz ardı edilmiştir. Bugün “yerleşimci sömürgeciliği” demek, Batı Şeria’da olanları tarif ederken bile korkunç, korkunç bir şeydir; bu, 21. yüzyılda hayal edilebilecek en Amerikan-sınırı benzeri mülksüzleştirmedir.

Bu da beni Amerika Birleşik Devletleri’nin az önce yaptığı ya da yapmaya çalıştığı şeye getiriyor. Görünüşe göre ABD hükümeti, İsrail’in Gazze Şeridi’ndeki nüfusun bir kısmını ya da tamamını Mısır’a ve muhtemelen başka yerlere sürme planına ortak oldu. Antony Blinken’in bunu yaptığına şüphe yok – 1948’de başlatılan etnik temizliği tamamlamak üzere Filistinlileri ortadan kaldırmak için İsrail ile işbirliği yapıyordu.

Bu demografik bir savaştır. Siyonist harekette, Filistin’de ve Arap dünyasında 20’li ve 30’lu yıllardan itibaren herkes şunu anlamıştı: Arapları Yahudilerle değiştirirseniz Yahudi çoğunluğu elde edersiniz; bunu yapmazsanız Arap çoğunluğunuz olur. Bu sayıları azaltmak Siyonistlerin başlıca hedeflerinden biriydi ve öyledir. Amerika Birleşik Devletleri’nin buna destek vermesi, muhtemelen bir savaş suçu olmasının yanı sıra, korkunçtur – kesinlikle ahlaksızcadır. Kovulan hiç kimsenin geri dönmesine izin verilmez. Her Arap, her Filistinli bunu bilir. Mısır’a sürülen hiç kimse Gazze’ye ya da Filistin’in başka bir bölgesine geri dönemez. Elbette bu insanların çoğu zaten yerlerinden edilmiş durumda. Bunlar 1948’de sürülen ve son 75 yıldır Gazze Şeridi’ne hapsedilen güney Filistin halkıdır. Onları tekrar taşımak suç teşkil edecektir. ABD hükümeti de bunu yapmaya çalışmaktadır.

Şimdi, bazıları hoş, bazıları hoş olmayan çeşitli nedenlerle, Suudilerin ve Arap dünyasındaki herkesin desteğiyle Mısır hükümeti bunu reddetti: “Filistinlilere yönelik etnik temizliğinize ortak olmalıyız. Delirdiniz mi siz? Gerçekten tahtlarımızı ve servetlerimizi kaybetmemizi mi istiyorsunuz? İsrail ve ABD’nin ajanı olduğumuz için kendi halkımız tarafından devrilmemizi gerçekten istiyor musunuz?” Mısır Cumhurbaşkanı Abdel el-Sisi’nin Blinken’e ya da Veliaht Prens’in Blinken’e aslında böyle söylediğini sanmıyorum. Biden ile görüşmeyi bile reddettiler. Bunlar benim istisnasız karşı olduğum rejimler ama şunu söylemeliyim ki Başkan ile görüşmeyi reddederek doğru olanı yaptılar. Ve Blinken’in suratına hak ettiği iki tokadı atarak da doğru olanı yaptılar. Veliaht Prens onu on saat bekletti, Sisi de halka açık bir basın toplantısında onu azarladı. Bu, bölgede nelerin değiştiğinin bir işareti.

Oslo Anlaşmaları ve ilgili çabalara nasıl bakmalıyız? Barış yapmak için hiç meşru bir girişim oldu mu?

Teşebbüsler oldu, ancak hiçbirinin gerçekten işin özünü kavrayamadığını iddia edebilirim. Çoğunluğu Arap olan bir ülkede çoğunluğu Yahudi olan egemen bir devlete nasıl sahip olabilirsiniz? Madrid’de, Washington’da, Oslo’da ya da Camp David’de hiçbir zaman bunun bir yerleşimci sömürge süreci olduğu gerçeğine ya da şu anda orada biri tüm haklara sahipken diğeri neredeyse hiçbir hakka sahip olmayan iki halk olduğu gerçeğine saygı duyan bir çözüm olmadı. Buna yaklaşmak için girişimler oldu ama bence eski Başbakan Yitzhak Rabin’in Ekim 1995’te Knesset’te söylediklerine geri dönebilirsiniz, bu konuda bile çok ileri gittiği için öldürülmeden önce, Oslo yoluyla oluşturulan herhangi bir Filistin oluşumunun “bir devletten daha az” olacağı anlamına geliyordu. İsrail’in İsrail ve Filistin üzerinde güvenlik kontrolüne sahip olmaya devam edeceği her zaman ABD’nin bir varsayımıydı. Filistin devletinin egemen olmayacağı ve tarihi Filistin’in bir parçasının bir parçası olacağı, başka bir deyişle 1948 Savaşı sonunda kalan yüzde 22’nin bile değil, bundan daha azının olacağı her zaman varsayıldı. Rabin’in 92’de iktidara gelmesinden 95’teki suikastına kadar ve ardından Oslo on yılı olarak adlandırılan dönemin geri kalanı boyunca İsrail yerleşim yerlerini baş döndürücü bir hızla genişletti, daha fazla Filistin toprağını ele geçirdi ve Oslo Anlaşmaları ile alay etti ve Filistinlileri şu anda hepsi kapatılmış olan küçük Bantustan’lara sıkıştırdı.

“Filistinliler cömert bir barış planını reddetti” diyenler sahada gerçekte neler olduğuna bakmıyor demektir. İsraillilerin başka hedefleri de vardı; bunlardan biri işgal altındaki toprakların çoğuna kalıcı olarak yerleşmek, bir diğeri ise İsrail-Filistin’in tamamı üzerinde kalıcı kontrol sağlamaktı; bunların hiçbiri egemenlikle ya da devlet olmakla- hatta küçültülmüş devlet olmakla- bağdaşmıyordu. Yine, bunu görmek için Rabin’in son Knesset konuşmasını okumanız yeterlidir.

Yaygın bir Siyonist çerçeve, Filistin yanlısı aktivizm veya savunuculuğun İsrail Devleti’nin var olma hakkını reddettiği ve “nehirden denize” gibi sloganların bizzat soykırımcı olduğu yönündedir. Bunu nasıl okuyorsunuz?

İsrail’in var olma hakkı olduğuna inanmayan pek çok Filistinli var. İsrail halkı diye bir şeyin varlığına inanmayan pek çok Filistinli var ki bu açıkça ortada. İsrailliler bir halktır. Pek çok Filistinli, pek çok yerleşimci sömürge projesinin halklar yarattığının farkında değil. Amerika Birleşik Devletleri’nde bir yerleşimci sömürge projesinde yaşıyoruz. Orijinal yerli nüfusun bir parçası olmayan herkes yerleşimcidir. Ancak Mahmood Mamdani’nin “Ne Yerleşimci Ne Yerli” adlı kitabında sorduğu gibi, yerleşimciler ne zaman yerli olur? Bu siyasi açıdan çetrefilli bir soru, çünkü bir İsrail halkı olduğunu kabul etseniz ve halkların kendi kaderini tayin hakkı olduğunu söyleseniz bile, bu Filistin kimliğinin ve ulusal hakların inkarı, mülksüzleştirme, sürgün ve etnik temizlik sürecinin üzerine geliyor. Bu iki halkın nasıl uzlaşacağını anlayabilmeniz için tüm bunların anlaşılması ve ele alınması gerekir.

Az önce söylediklerim bir slogana ya da bahsettiğiniz türden ateşli propagandif iddialara sığdırılabilecek şeyler değil. Benim şahsen insanların İsrail topraklarını nehirden denize ya da başka bir yere kadar uzandığını düşünmeleriyle ilgili bir sorunum yok. Asıl soru, bunun ne gibi siyasi ve diğer sonuçları olacağıdır? Eğer bu bir halk için mutlak ve münhasır haklar ve başka bir halk için baskı anlamına geliyorsa, o zaman bunun kabul edilemez olduğu açıktır. Aynı şey Filistin için de geçerli olacaktır. “Nehirden denize kadar Filistin özgür olacaktır.” Bu ne anlama geliyor? Eğer Filistinlilerin artık baskı görmeyeceği ama İsraillilere de baskı yapmayacağı anlamına geliyorsa, bunun bir sorun teşkil etmeyeceğini umuyorum. Ancak yine de farklı Filistinlilerin bu konuda farklı görüşleri var. Ve bence İsrail hükümetlerinin uzun yıllar boyunca uyguladığı artan baskı ve saldırgan eylemler, Filistinlileri, gerçek bir Filistin egemenliği ve devletini içerdiği sürece açıkça adaletsiz olan iki devletli bir çözümü kabul etmeye istekli oldukları Oslo döneminde bulundukları yerden bugün bulundukları yere getirdi.

Son yıllarda ABD’deki ilericiler iki devletli çözüm yerine tek devletli çözüm olasılığına odaklandılar. Şu anki durum ışığında, tutumumuzu değiştirmeli miyiz? Tam bir umutsuzluk anında, her iki çözümden birini umut etmek için bir neden var mı?

Bu iki çözümden herhangi birinin şu anda mümkün olduğu konusunda kötümserim. İsrail ve ABD, 1967’den bu yana İşgal Altındaki Topraklar üzerinde kalıcı bir İsrail kontrolü sağlamak, bu topraklara giderek daha fazla yerleşmek ve İsrail’in 1967’de ele geçirdiği topraklarda hiçbir koşulda bağımsız bir Filistin devletinin ya da İsrail egemenliği dışında herhangi bir egemenliğin faaliyet gösteremeyeceğinden emin olmak için pratikte hararetle çalıştılar. Ve Batı Şeria’yı İsrail’e bağlamak için ellerinden gelen her şeyi yaptılar. Her şeyi. Gazze’ye de yerleşmeye çalıştılar ama 2005 yılında bundan vazgeçtiler. Birleşik Devletler hükümeti bunun için para ödüyor ve bu süreci silahlandırıyor. Ağzının bir tarafından iki devletli çözümden bahsediyor ama İsrailli yerleşimci grupların 501(c)(3) olmasına ve yerleşim projesine vergiden muaf yüz milyonlarca dolar aktarmasına izin veriyor. Filistinlilerin bu konuda bir şey yapmasını engelleyen İsraillileri silahlandırıyor ve Filistin’de devam eden bu buldozerleme, emilme, ilhak ve yıkıma diplomatik destek ve Güvenlik Konseyi’nde veto üstüne veto desteği vererek işgali güçlendiriyor. “İki devletli çözümden” bahsedenlerin çoğu bunu gerçekten kastetmiyor. 1967’de işgal edilen topraklar üzerinde bağımsız, egemen bir Filistin devletini kastetmiyorlar. Bir simülakr, bir Potemkin devletini kastediyorlar. Kastettikleri bu. Ve bunu bile engellemek için mümkün olan her şeyi yapıyorlar.

Peki dökülen bunca kandan sonra bu iki insanı nasıl bir arada yaşatacaksınız? Ve korkarım ki dökülmeye devam edecek. Bilemiyorum. Kısa vadede herhangi bir çözüm konusunda iyimser olmak için özel bir neden olduğunu düşünmüyorum.

Öte yandan, 7 Ekim’e kadar herkes Arap dünyasının can çekiştiğini ve Filistin’i umursamadığını düşünüyordu. İşler çok ama çok çabuk değişti. İsrail halkı, özellikle sivil kayıplar ve aynı zamanda İsrail ordusunun güvenlik konusunda ortaya koyduğu tüm doktrinlerin çökmesi nedeniyle duyduğu öfke, keder ve kızgınlıkla intikam almaya kararlı. Açıkça görülüyor ki İsrail halkı güvende değil. Sadece Hamas konusunda değil, İsrail’in askeri yetenekleri konusunda da herkesin düşündüğü her şeyin yanlış olduğu açık.

Dolayısıyla şu anda İsrailliler arasında barışa doğru bir yönelme olmayacak. Yas çok uzun bir süre devam edecek. İsrailliler yas tutuyor ve öfkeleniyorsa Filistinliler de öyle. Şu anda Filistinli sivil kayıpların sayısı çok yüksek ve nihai rakamları hala bilmiyoruz. Bunu atlatmak uzun zaman alacak. Ancak bu da gelecekte değişebilir.

Ancak bir yerlerde birilerinin İsrail’in siyasi yaklaşımının tamamen iflas ettiğini söylemeye başlayacağını umuyoruz. Şiddet içeren bir karşılık beklemeden Filistinlileri şiddetle vurmaya devam edemezsiniz. Bu herhangi bir şeyi meşrulaştırmak için değil, sadece ezilen bir halka bu tür bir baskı uygularsanız, korkunç olabilecek, siyasi olarak yanlış veya ahlaki olarak yanlış olabilecek şekillerde ayaklanacağını açıklamak içindir. Eğer yoğun ve aralıksız bir baskı uygularsanız, patlamalar olacaktır.