İnsanlık tarihi dünya kurulduğu günden bu yana defalarca yazılmış ve gelişmiştir. “Nuh Tufanı”, “Kavimlerin Helakı” gibi birçok tarihi esaslar derin köklere ulaşabilmemiz açısından önemlidir. Aliya İzzetbegoviç’in dediği gibi “Tarihi Allah yazar; biz sadece nerede duracağımıza karar veririz.”
Bugün yaşadığımız tarihten belki 100 yıl sonra insanlık tarihi yeniden yazılacak ve yeniden şekillenecektir. Fakat burada önemli olan “Bizim nerede duracağımıza” karar vermemizdir. Kökleri milattan öncelere dayanan bir millet olarak bugünün dünyasında aynı çizgide miyiz, yoksa çizgimiz değişti mi?
Gelişen, değişen ve dijitalleşen dünyada “Biz nerede duruyoruz”?
Yakın Türkiye tarihinde insanların gelişmesi, ilerlemesi, tekâmül etmesi dediğimiz şey sınırlı ve belirli aralıklarla gerçekleşiyordu. Daha 1970’li yıllardan sonra Türkiye’de birçok şehir elektriğe kavuşurken, peşinden elektronik gelişmeyi yaşadık ve bir anda kendimizi 1990’lı yılların Türkiye’sinde televizyonlar, radyolar, cep telefonları, internet ve bilgisayarlarla bulduk.
Bu gelişmeyi çok sevdik, öngörülemez bir hızla öğrendik ve hayatımızın bir parçası haline getirdik. Artık cep telefonlarımızla uyuyan, onu almadan evden çıkamayan, kaybettiğimizde ya da unuttuğumuzda dünyası başına yıkılan bir prangalı esirlere dönüştük.
Bütün insanların bizi aradığını düşünen, yemek yerken, seyahat ederken, bir mecliste otururken dahi artık şarj için priz arar, ona yakın yere oturmayı tercih eden ve kendini dijital alanın dışında konumlandırmaya müsaade etmeyen “Etten kemikten bir robota” dönüştük.
Bu yüzden artık hayatımızın paradigmaları da değişti. Atariler, walkmanlar, mp3 playerlar, fotoğraf makinaları, pusulalar, not defterleri, gazeteleri o tatlı anıları ve ruhlarıyla beraber artık hayatımızın eski sayfalarının tozlu rafları arasına attık. Bu gelişmenin bize kolaylık mı yoksa zorluk mu getirdiğini ise henüz kestiremiyoruz. Tüm bunlarla beraber artık “Ölüm şeklinin değiştiği bir dünya”yı da beraberinde getirdiği gerçeğini de atlamamak gerek.
Yaşadığımız dünya mı daha derinlikli yoksa dijital dünya mı? Bu tartışmaların yaşandığı günümüzde artık ne yazık ki birçoğumuz dijital dünyanın daha derinlik olduğuna inanarak kendi kurduğu dünyasında yaşamaya devam ediyor.
Artık siber saldırıların, terörizmin, pedofilinin, cinsel istismar ve saldırıların ve daha birçok suç unsurunun kolaylıkla ve sorumsuzca sıradanlaştığı “free area” olarak adlandırılan bir meçhulü hep birlikte yaşıyoruz.
Duygularımızı, hislerimizi dahi artık dijital yaşıyoruz. Emojiler artık duygularımızı bir tek sembol ile ifade edebildiğimiz ruhsuz bir karakter olarak karşımıza çıkıyor. İnsanların ağlayabildiği, sevinebildiği, üzülebildiği, şaşırabildiği, heyecanlanabildiği, utanabildiği gibi birçok hissi derinliklere sahip duygularımızı küçücük karakterlere sığdırabiliyoruz. “Dijital bir selin” içinde sürüklenen “Dijital yapraklara” dönüşmüşüz desek abartmış olmayız.
Dijital çocuklar
Artık ilk kez babaların ve annelerin çocuktan sorarak bir şey öğrendiği çağı 2000 yılından sonra bu dijital dünyanın içine doğan çocuklarla yaşıyoruz. Çocukların yaşadığı o dijital dünyada karşılarına çıkan her şey yaşadığımız dünyaya göre daha canlı geliyor. Aile içi iletişimler, birliktelikler, bir sofra etrafında yenen akşam yemekleri, beraber oynanan (geleneksel) oyunlar ve daha birçok değer kaybolup gidiyor.
Aşırı bireyselleşme ve yaşadığımız dünyada kurduğumuz kendi dünyamız avuç içimizde elektronik bir cihazdan ibaret oluyor.
Sokakta top oynayan çocukların eve yemek için çağırıldığı o günler artık yerini odalarından çağırılıp ama getirilemeyen çocukların gününe bıraktı. Sokaktan eve çağırılma değil, evden sokağa çıkarılma zamanını yaşıyoruz. Bu yüzden biyolojik, fizyolojik bozukluklar yaşayan bir genç sayısal olarak oldukça fazla olduğu bir dönemi yaşıyoruz.
Gerçek ve tehlikesiz mahallelerde oynanan masum oyunlar artık sanal ve tehlikeli mahallelerde oynanmaya başladı. Oynarken yere düşüp dizi kanayan çocukların acısını paylaşan, yarasını sarmaya gayret eden çocukların yerini silah oyunları ile birbirini öldürmeyi hedef alan hatta bu hırsı gerçeğe taşıyan çocuklar aldı.
Duyarsızlaştık
Ülkemizin çevresinde olup biten savaşları, insanlık dramlarını çekirdek çitleyerek izliyoruz. Çünkü dijital rüzgâr duyarsızlaşmamıza da sebep oldu. Onlarca insanın ölüm haberini artık sıradan görürken misket bombaları ile öldürülen çocuklara ise sadece kısa bir üzüntü duyuyoruz.
Dünyanın birçok yerinde yaşanan insanlık dramlarını her türlü konforun verdiği imkanlarla izliyor bazen de, aklımıza düşerse, eleştiriyoruz.
Eve ayakkabı ile girilmeyen bir anlayışa sahibiz. Bugün çocuklarımız eve ayakkabı ile girenlerin oynadığı dizileri izliyor ve soruyor; “Onlar neden ayakkabı ile eve giriyor?” Çocuklarımız hangi milleti, hangi Türkleri, hangi Müslümanları izliyor?
Çözüm
Çağın, zamanın, teknolojinin bu kadar hayatımızın içine girip kol kola yaşadığımız bir iklimde peki dijitali, teknolojiyi terk mi edeceğiz? Tabi ki hayır. Yapmamız gereken öz değerlerimizi yaşamak, nerede durduğumuzu seçmek, geldiğimiz yeri unutmamak. Hz. Mevlana, meşhur pergel metaforu yardımı ile önemli bir konuyu anlatır;
“Pergelin iğneli ayağı sabittir benim değerlerimde, ama diğer ayağıyla yetmiş iki milleti dolaşırım.”
Biz öz kimliğimizi unutmadan yaşayacağız rağmenlere rağmen…
Yorum ekle