Röportaj

“Her gelişme, kolaylık kadar elde olmayan tehlike ve zararları da bünyesinde barındırıyor”

X,Y ve Z kuşakları ile ilgili olarak daha önce birçok şey duymuş olabilirsiniz.  Bilinen bir gerçek var ki her kuşaktan insanlar daima kendi nesillerini savunurlar. Bu üç kuşak, arasındaki görüş ayrılığından ve kendi neslinin özelliklerinden dolayı kuşaklar arası çatışmalar da yaşamaktadır. Tüm bu çatışmalara rağmen asıl önemli olan müşterek hayat deneyimleri ve birbirlerine olan saygı, sevgileridir.

X, Y ve Z kuşakları doğum yıllarına göre sınıflandırılıyor. Teknoloji, sosyal çevre ve iş yaşamındaki değişikliklerden dolayı farklı yıllarda doğan bireylerin, fikirlerinde ve dünya görüşünde de büyük farklılıklar ortaya çıkıyor. Biz de 5’te 5 röportaj serimizde kuşaklar arasındaki tecrübeleri, deneyimleri, bakış açılarını, dünya görüşlerini ortaya çıkarmak ve okuyucuya hislerini yansıtmak için iki farklı kuşağa aynı 5 soruyu sorup gelen cevaplara odaklanıyoruz.

Erhan Erken: 1961 yılı Ekim ayında İstanbul Fatih’te doğdum. Üniversite eğitimimi Boğaziçi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’nde tamamladım. Marmara Üniversitesi Yakınçağ Tarihi kürsüsünde yüksek lisansımı bitirdim. Birkaç yıldır Medipol Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde doktora yapıyorum.

Reklamcılık, matbaa, ambalaj, yayıncılık alanında çeşitli girişimlerde bulundum, firmalar kurdum, yöneticilik ve danışmanlık yaptım. Aynı zamanda okul öncesi eğitim ve bilgi evi kuruluşu, işletmesi, bir dönem İstanbul Ticaret Üniversitesi Mütevelli Heyet Başkanlığı gibi eğitimle ilgili uğraşlarım oldu.

Son birkaç aydır Fatih Kariye’de ikinci el kitap ve geleneksel sanatlardan yapılmış hediyelikler satan bir mekan oluşturuyorum. Belli bir yaştan sonra yeniden ama bu sefer kültürel mahiyette bir mikro girişimciliğe soyundum.

Ramazan Çapar: 01/04/1992 Mardin doğumluyum. 2016 yılında Sakarya Üniversitesi İktisat Bölümü’nden mezun oldum. 10 yaşından bu yana çalışıyorum, seyyar satıcılıkla başlayan “Adam Olma, Hayatı Öğrenme” süreci devamında bijuteri, konfeksiyon, kamera asistanı olarak çalışmalarım oldu. Şu an Genç Hareket’te sosyal medya sorumlusuyum ve sosyal medya alanlarında çalışmalar yapmaktayım.

Türkiye’deki yaygın ismiyle “sosyal medya” ancak en doğru kullanımıyla “yeni medya” , tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de büyük ilgi gördü. Web 2.0 teknolojisinin gelişmesiyle beraber internette yayın yapan haber siteleri, insanların sosyalleşmesine yeni bir anlam katan sosyal medya araçları, günü beraber geçirdiğimiz mesajlaşma programları ve hayatımızın olmazsa olmazı yeni medya platformları insanların hayatında önemli değişikliklere neden oldu. Bu değişiklikler geçmişimizden neleri götürdü, bize neler kattı… Gençlik ve çocukluk döneminizi odak noktası olarak alırsanız size göre – öznel olarak- ruhsal, bedensel; sosyal, siyasal; çevresel, küresel anlamda teknoloji neleri değiştirdi?

Erhan Erken: Rahmetli babam ve amcamlar teknolojik gelişmelere meraklı insanlardı. Çok küçüklüğümden itibaren hatırladığım, evimizde bir Grundig TK 27 marka teybimiz, Philips marka bir pikabımız vardı. Babam radyoda dikkatini çeken programları hep teybe kaydederdi. Tabii bizlerin de kuzenlerimizle birlikte en büyük eğlencemiz bu teyplere ses kaydetmekti. Yine babam ve amcamların 8 mm’lik film kayıt makineleri vardı. Önemli tüm olaylar, geziler ve aile toplantıları bu makinelerdeki filmlere kaydedilirdi. Yine iki amcamın o çekilen filmleri oynatan küçük makinaları vardı. (Geçtiğimiz yıllarda o makinalardan bir tane de ben satın aldım. Eski filmleri bazen seyrediyoruz) Aile bir araya geldiğinde çekilen filmler izlenirdi. İlave olarak televizyon henüz yokken, babam ve amcamlar Şarlo ve/veya Lorel Hardi’nin filmlerini kiralık olarak alırlar ve bunları ailece seyrederdik.

Babam 1970’lerin başında siyah beyaz Silva Lux marka kocaman bir tv almıştı. Önce İTÜ’den yapılan yayınları, sonra da  TRT’nin ilk dönemlerinden itibaren yayınlanan programları izlediğimizi hatırlarım. Dünya kupası maçlarını da bu TV’den seyretmiştik. Bizim apartmanda tek bizde TV olduğundan o zamanın önemli esprisi olan ‘telesafir lafı’ (yanlış hatırlamıyorsam bu espri Halit Kıvanç’ın bir sözü idi) bizim ailede şaka yollu çok kullanılırdı.

Bekarlığımda çokça TV seyretmemize rağmen 1982’deki evliliğimizden sonra ilk 4-5 yıl evimize TV almamıştık. Hedefimiz çocuğumuzu TV’siz bir ortamda yetiştirebilmekti. Fakat çevremizde bu sefer her tarafta TV olduğundan bu hedefimize ulaşmada sonuna kadar muvaffak olamadık ve biz de 80’lerin sonunda eve küçük de olsa bir TV aldık. 1982 yılında iki arkadaşımla birlikte reklam işine giriştik. Bizim grafik, reklam ve matbaacılık hayatımız bu alandaki teknolojik gelişmelerin en hızlı olduğu dönemde başlamış ve sürmüştü. Tipo baskı biterken ve ofset gelişirken biz bu alanda iş yapıyorduk. İlk dizgilerimizi IBM ile yaptırırken çok hızlı bir şekilde kompugrafik dizgi ve 80’lerin ortalarından itibaren Macintosh ile birlikte masa üstü yayıncılığa geçiverdik.

Yabancı dizilerde araba telefonunu gördüğümde en büyük özlemim Türkiye’ye gelir gelmez böyle bir telefon almaktı. Çünkü kendi işimiz için de bunun hayatı çok hızlandıracağını düşünüyordum. Araba telefonunun gelişinden kısa bir süre sonra cep telefonları devreye girdi. 90’lı yılların ortalarında Ericson marka kocaman bir cep telefonum olmuştu.  Sonrası herkesin malumu olan o hızlı ve baş döndürücü teknolojik gelişmeler vuku buldu ve halen de devam ediyor. Teknolojik gelişmelerin insan hayatı için ayarlı kullanılırsa ciddi bir yardımcı olduğunu düşünüyorum. Her şeyde olduğu gibi onu da kararında kullanmak önemlidir.

Yıllarca basılı olarak sürdürdüğümüz yayın faaliyetlerimizi 2007 yılından itibaren  internet üzerinden sürdürmeye başlayınca bunun haberi ne kadar hızlı yaydığını gözlemlemek çok mutluluk verici olmuştu. Dünya bülteni, Dünya bizim, Son devir ve Püfterem ciddi internet yayıncılığı teşebbüslerimizdi. Bu sitelerin daha fazla kitleye ulaşması için onlarca alt sosyal medya hesabı oluşturmuştuk ve o kanallarla sitelere girdiğimiz haberleri bu mecralardan da paylaşıyorduk..  Derken sosyal medyanın gelişmesi artık herkesin hem haberi alan hem de yayan bir duruma gelmesine yol açtı. Tabii burada sosyal medya araçlarının ayarı tam tutturulmaz ise reel insani münasebetleri çok yaraladığı gibi bir keyfiyet ortaya çıktı. Kontrolsüz yayınların nesilleri menfi etkilemesi gibi gerçekler de bu teknolojik gelişmelerin negatif yönleri olarak görülüyor. Bir diğer şikayet ettiğimiz husus teknolojik gelişmeyle birlikte hayatın çok fazla hızlanması ve insanların adeta durup dinlenmeden bu hızlı hayatın peşinde koşarak başka kaynakların oluşturdukları gündemlerin esiri olma tehlikesi.

Her gelişme, kolaylık kadar elde olmayan tehlike ve zararları da bünyesinde barındırıyor. Ben İstanbul’da ve gelişmeler açık bir çevrede büyüdüğümden, teknolojik gelişmelerin daima ortasında yer aldım. Her gelişme ortaya çıkmadan önce beklediğim ve özlediğim bir şeydi. Sadece bir dönem TV yayınlarının zararlı etkisinden ailemi koruyabilme güdüsü ile tamamen karşı bir pozisyon alıp uygulamaya çalışmıştım. Lakin sonra gördüm ki buna karşı çıkmak mümkün değil. Ondan sonraki süreçte özellikle medya ve iletişim teknolojileri alanında ben nasıl yaparım da bu teknolojik gelişmelerden hayatıma ve çevremin hayatına anlamlı bir katkı sağlarım arayışına geçtim. Hala da bu arayışlarım devam ediyor.

Ramazan Çapar: Her şeye çok yakın ama bir o kadar uzaktayım. İlkokul arkadaşıma sosyal medya üzerinde ulaşmak kolay ama bir araya gelmek çok zor. Sosyal medya alemi veya siz buna ne diyorsanız kişinin kendince rahat bir ortam olarak ifade ettiği bir yer diyebiliriz. Bu rahatlığın büyük bir sıkıntısı var ki o da senin bütün her şeyini “ rahatız nasılsa” algısıyla paylaşıyor, bakıyor ve beğeniyor olman. Aslında biraz felsefi bir yaklaşım olabilir ama aslında sosyal medya görünmek istediğimiz, rahat davranmamız ve nefsi arzuların tatmin edildiği yer diyebiliriz. Peki, bu durum bizden neyi mi götürdü soru bu ise cevabım; başta kendimizle olan çelişkilerimiz, ahlak algımız, özgürlük anlayışımız. Dini ritüellerin bitimi diyebiliriz. Geleneğimizi alıp geleneklerini önümüze koydular onlar gibi olmaya başladık.

Türk futbolunda bir kargaşa var. Her takım birbirini UEFA’ya, dünyaya şikayet eder oldu. Bir futbolcu rakip takıma transfer olunca taraftarlar tarafından hain ilan ediliyor, futbolcuya düşman oluyorlar. Takımlar, rakip takımın her galibiyetine bir şüpheyle bakıyor ve rakip takımın hakemler tarafından kollandığını savunuyorlar. Bir futbol kulübü iyi birkaç transfer yaptığında rakip takımlar, bu paranın suyu nereden geliyor, diyerek kulübü dünyaya şikayet ediyorlar. Geçmişte, hatırladığınız kadarıyla, takımları arasında nasıl bir rekabet vardı, takımlar ve futbolcular arası ilişkiler nasıldı, Türk futbolunun geçmişi ve bugünü hakkında neler söyleyebilirsiniz?

Erhan Erken: Küçüklüğümden itibaren futbolu çok severdim. Rahmetli babamın da eski bir futbolcu ve fanatik bir Beşiktaşlı oluşu bana ve benim çocuklarıma (özellikle iki tanesine) adeta genetik olarak geçmiştir diye düşünüyorum. Seyretmekten ziyade futbolu  oynamayı daha fazla tercih ederdim. Ama seyretmek de önemliydi. Özellikle orta okul yıllarında neredeyse birkaç haftada bir babamla Mithatpaşa stadına Beşiktaş maçlarını izlemeye giderdik. Beşiktaş sevgisi bir zamanlar bizde ailece çok saf ve katışıksız bir sevgiydi. Beşiktaşlı futbolcular benim adeta ağabeyim gibiydiler.

Mesela babamın ilkokula giderken beni üzerimdeki formayla Şeref stadına  Beşiktaş’ın antrenmanına götürdüğü ve o sahneleri yukarıda bahsettiğim 8 mm’lik makineyle çektiği güzel bir anıdır. Bu anı hala Facebook sayfamda yayındadır.

Benim için belli bir döneme kadar futbol çok temiz bir oyundu. Belki de sadece bir oyundu. Ne zamanki lise sonlara doğru Türkiye ve dünya meselelerine daha farklı bir pencereden bakmaya başladım, futbol maçları, ligler vs. oyunları da farklı bir gözle izler oldum. Dünyaya bakışımdaki genel komplocu yaklaşım futbolu da kapsar olmuştu. Bu sadece bir paranoya mıydı yoksa gerçek miydi? Bu soruyu bir dönem kendime çokça sormuşumdur Daha sonraki tarihlerde İspanyol diktatör Franko’nun ‘ben İspanyolları yüz binlik statlarda beşik gibi sallayarak uyuttum’ sözünü duyduğum andan itibaren futbolun ve özellikle kitlesel sporların başka amaçlar için de kullanılabileceği gerçeğini  galiba çarpıcı bir şekilde idrak ettim.

Türkiye’de de çoğu kere statlarda veya ekran başında adeta beşikte sallanır gibi uyutuluyor muyduk. Bu uyutma illa Franko’nun siyaseten uyutması  gibi olmasa da içine başka ellerin de karıştığı kitleleri adeta siyasi, iktisadi ve sosyal amaçlar için yönlendirme amacıyla da yapılıyor olabilirdi.

Kendi kendime sorduğum bir diğer soru da şudur: Eskiden bizim algıladığımız gibi bu futbol daha saf ve temiz bir şey miydi de sonra mı bozuldu? Yoksa hep öyle miydi de anlayışımızın gelişmesi ile beraber bizim için mahiyeti mi değişti.?

Bugünden geriye baktığımda futbolun biraz daha temiz bir oyun iken veya oyunluk vasfı daha önde iken kapitalizmin gelişmesi ve her şeyin metalaşma eğilimi içine girişi ile birlikte bu akımın dışında kalamadığını gözlemlemekteyim. Bazen takım tutma dürtümün, benim bakışımı bu gerçekleri görmemi engelleyecek tarzda perdelediğini de hissetmiyor değilim. O zaman da kendi kendime ( belki de kendimi teselli edebilme gayesiyle) şöyle soruyorum: Futbolu bizim çocukluğumuzdaki o masum haline döndürebilmemiz acaba mümkün mü? Cevabım ise üzülerek bunun galiba mümkün olamayacağını söylüyor.

Ramazan Çapar: Rakip takımları tutan arkadaşlarımın anlam veremediğim bir biçimde tuttukları takımları savunmak için kavga ettiği günden beri takım tutmuyorum.

Bir şeyin orijinaline sahip olabilseniz, o ne olurdu, neden? Örneğin, Ömer Muhtar’ın gözlüğü, Sultan Abdülhamit’in bastonu…

Erhan Erken: Çağrı filminin seyrettiğimde orada Hz Peygamber Efendimizin (as) deve üzerinde Mekke’ye girişi ve Kabe’ye yönelişi beni çok etkilemişti. O sahneyi anlamlı ve çarpıcı kılan,  kameranın takip ettiği ve Peygamberimizin (as) elinde duruyor gibi görünen bir asa vardı. Putları deviren ve  kötülükleri ortadan kaldıran bir asa.  Filmdeki O ASA’NIN HAKİKATİ muhakkak ki çok güzeldir…

Ramazan Çapar: Bu oldukça zor bir soru. Ömer Muhtar örneği verdiniz ama ondan yola çıkmadım. Daha önce de rüyamda gördüğüm için Ömer Muhtar’ın takkesine sahip olmak isterdim. Sanırım mücadelesinde başına taktığı o takkenin gücü var. İkincisi de Fatih Sultan Mehmet Han’ın İstanbul’u fethederkenki kılıcına sahip olmayı isterdim. Çünkü o sıradan bir kılıç değil dünyanın kalbine sokulmuş bir silah ve herkes o silaha sahip olmak ister.

Birisi size bayram hediyesi alacak olsa veya önemli bir gün hediyesi alacak olsa, hediye olarak ne isterdiniz ve bu hediyenin sizdeki anlamı nedir?

Erhan Erken: Hediyeleşmek çok güzel bir sünnettir. Muhatabınızın hoşuna gidecek bir hediye seçebilmek ise çok önemlidir. Hediyenin illa maddi olarak pahalı olması hiç önemli değil. O hediyeyi getiren kişinin halet-i ruhiyesi insanı daha fazla etkiler.

Son günlerde bu tarz çok kıymetli iki hediye aldım. Bir tanesi,  kızımın yakın  bir arkadaşı geçen gün yeni açılan mekanımıza elinde iki tane minik çiçek vazosu ile girdi. Sırf bizim iş yerine hayırlı olsun demek için nerelerden çıkıp gelmiş ve gelirken de iki adet zarif çiçek seçmiş. Neredeyse iki haftadır girişteki tezgahının üzerinde duruyor ve solmaması için uğraşıyorum.

Bir diğeri de iş yerinde bir vesile kitap hediye ettiğim bir hanım öğrencinin bir hafta kadar sonra getirdiği bir hediye. Benim kitap armağanım hoşuna gitmiş o da beni memnun etmek istemiş. Bir hayli aramış ve bizim mekanın havasına uygun hoş koku yaymayı sağlayan estetik bir ahşap kutu bulmuş. Yanında da birkaç kömür ve güzel koku yaprakları. Hemen yakıp o güzel kokuyu teneffüs ettik.

Bu tarzda muhakkak ki çok sayıda hediye almışımdır. Onları bana takdim edenlerin hakkını yemeyeyim ama bu ikisi çok yakın bir zamanda vuku bulduğu için taze taze nakledebiliyorum.

Ramazan Çapar: Zaman muhteşem bir nimettir. Nazarımca insan, veledi zamandan ibnül vakt’a geçmenin peşindedir. Böyle olunca da zamanın değerini iyi kullanma ve zamanın farkında olmanın derdindedir. Bu nedenle “saat” benim için her zaman anlamlı olmuştur. Hediye edeni de unutturmaz.  Unutmadan söyleyeyim saatin bir aksesuar olarak zikredilmesi de beni rahatsız ediyor. Hasılı kelam zamanın kıymetini bilmeyenler hüsrandadır.

Size bir seçim hakkı verilse ve ömür boyu sadece o şehirde yaşayacaksınız dense hangi şehirde kimlerle beraber yaşamak isterdiniz?

Erhan Erken: Ben Fatih’te doğdum ve halen bu semtte yaşıyorum. Zaman içinde yaşadığımız semtte eski günlere göre bazı yaşam zorlukları vuku bulduysa da yine de burada oturmaya devam ediyoruz. Yaşımızın gereği hayatımızı kolaylaştıracak şartlara haiz başka bir ev bulmayı bazen düşünmekle birlikte bu arayışımızı yine de Fatih civarında yapmayı murad ediyoruz. Fatih’ten murat da Vatan Caddesi ile Yavuz Selim Camii arasındaki bir mıntıkadır. Geçen gün derginizdeki bir söyleşide geçen benim hanımın bir sözü bu Fatih muhabbetimizin arka planını gayet güzel anlatır. Bir ara hanımla acaba Fatih dışında yaşayabilir miyiz türü bir sohbete girdiğimizde onun şu sözü çok önemliydi. Erhan, bu dünyada başka bir Fatih var mı ki oraya gidelim? Bizim Fatih muhabbetimizin kökü burada yatıyor sanırım.

Fatih’in dışında benim için anlamlı olan bir diğer semt te Florya Şenlikköy’dür. Çocukluk ve gençlik yıllarımda yazları oturduğumuz bu semt benim için ikinci bir Fatih hükmündedir. Burada çok derin hatırlarım var. Köklü arkadaşlıklarım olmuştu. Gerçi şimdi ne o eski Şenlikköy ne de o eski arkadaşların büyük bir kısmı oralarda yaşıyor. Fakat tüm bunlara rağmen Fatih olmazsa Florya Şenlikköy diğer oturmayı düşündüğüm mekandır.

Kimlerle oturmak isterseniz diye sorduğunuzda cevabım öncelikle çekirdek ailem, çocuklarım , onların aileleri ve torunlar. Tabii imkan olsa bahçeli, geniş bir aile sitesi olsa ve biz de içinde ikamet etsek. Dünyada Cennet hayali mi kuruyorsun veya acaba çocuklar ve torunlar da böyle bir şeyi ister mi diye sorulabilir. İlave olarak bu tarz bir mekanın Fatih sınırları içerisinde bu saatten sonra bulunması pek mümkün de olmayabilir.

Eh madem sordunuz ben de içimden geçeni söyleyiverdim.

Ne yaparsınız umut garibin ekmeği demişler…

Ramazan Çapar: Bu soruya nasıl cevap vereceğimiz şaşırdım. Çünkü kalabalığı mı çok seviyorum yoksa sakinliğimi bilemedim. İkisine de zaman zamana sahip olmak istiyorum. Ama bir tercihimiz var ise o tercihi kalabalıktan yana kullanıp İSTANBUL diyesim geldi. Çok fazla yurt dışına çıkmadım, nerede ne var bilmiyorum ama ben doğduğum şehir Mardin’e giderken bile İstanbul’u özlüyorsam demek ki ben buraya sevdalıyım. İnsan sevdiği yerde sevdikleriyle yaşamak ister elbette. Ailem ve dostlarımın yanında kendimi özüme doğru düşündüğümde daha rahat ve huzurlu hissedebiliyorum.