Röportaj

“Fotoğrafçılar, görsel tarih yazarlarıdır”

Foto muhabir, belgesel fotoğrafçısı İsa Terli ile fotoğrafçılık üzerine 

Fotoğrafçılık sizin için bir sanat mı, gazetecilik mi yoksa tarihe tanıklık mı? 

Aslında bunların hepsi var sadece çektiğiniz fotoğrafa göre bazıları ön plana çıkıyor, bazıları geri planda kalıyor. Tarihe tanıklık mı, evet ne yaparsam yapayım sanat için çalışan biri de olsam gazetecilik de yapıyor olsam sonuçta yaşadığımız anın kayıtlarını gelecek nesillere bırakmış oluyoruz ve dolayısıyla tarihe tanıklık etmiş oluyoruz. Bu olumlu ya da olumsuz anlamda olabilir. Bunu bir hatıra fotoğrafı olarak düşünün, Galata Kulesi’nin önünde bir hatıra fotoğrafı çekmiş olmak da tarihe tanıklıktır. Aslında o fotoğrafla tarihe not düşmüş oluyor. O fotoğrafa 20 sene sonra baktığınızda kişinin saç şekli, kullanmış olduğu aksesuarlar, giyindiği kıyafetler …  moda tamamen değişmiş olacak. Benim liseye başladığım 90’lı yıllarda bol gömlekler ve bol pantolonlar modaydı. Futbol maçlarında bile çok bol giyinilen bir stil vardı. Şimdi daha slim denilen bir stile dönüştü. Şu an herhangi bir caddenin fotoğrafını çekiyor olsak zamanla o caddede belediyenin yapmış olduğu değişiklikler muhakkak olacaktır, caddelerdeki arabalar değişecektir, yürüyen insanların kıyafetleri değişecektir, dükkanların tabelaları değişecektir. Çok yakında da yaşadığımız üzücü bir olay var. 11 ili etkileyen bir deprem yaşadık. Allah hayatını kaybedenlere rahmet eylesin, oradaki yakınlarına sabırlar versin. Şu anda mesela Kahramanmaraş’ın herhangi bir caddesinde herkesin geçerken hatıra fotoğrafı çektiği bir fotoğraf bile orada çok önemli bir değer. Hatıra fotoğrafı olmaktan öte tarihsel bir fotoğraf haline geldi, neden çünkü şu anda oralar yok. Yıkıldı ve kayboldu dolayısıyla fotoğrafa bakış açısının böyle olması gerekiyor. Fotoğrafı biraz bilinçli yapan birisinin tarihe bir not düştüğüne inanıyorum. Hatta benim hep söylediğim bir şey vardır fotoğrafçılar görsel tarih yazarlarıdır. Yeter ki bunu doğru bir şekilde arşivlesinler, gelecek yıllara aktarabilmiş olsunlar. 

Gazetecilik kısmına gelirsek, gazetecilik bir meslek olarak bilgi, haber iletme; olan, olacak, yaşanan olayları aktarma sürecidir aslında. Yazıyla önümüze gelen bir bilgiyi hemen algılayamayabiliriz, inanamayabiliriz ama o yazıyla anlatılan bilginin önümüze bir fotoğrafı gelirse başka. Evet fotoğraf her zaman bir haberin kanıtıdır. Mesela Fransa’da yakın zaman önce yaşanan olaylar, hani biz yazıyla okuduğumuzda belki olayın boyutunu, ciddiyetini kavrayamayabiliriz. Ya da 11 ili etkileyen bir deprem oldu demekle Hatay’da her tarafın yıkılmış olduğu bir kare fotoğrafı göstermek aynı şey değildir. Bir habere inanmak için bunun bir fotoğrafı, videosu var mı diye düşünüyoruz. Çünkü insanın yazıyla inanması zordur ama bir şeyin fotoğrafını görünce oradaymış gibi hissedebilir, inanabilir.

Gazetecilik boyutuyla da fotoğraf çok önemli. Öyle fotoğraflar var ki üzerine onlarca yüzlerce haber yazılabilir. Çok basit yerel değerinde bir olay, çekilen fotoğrafla haber dünyanın gündemine gelebiliyor. Aylan bebek meselesinde olduğu gibi. Ege’de bir göç sorunu var. Buna benzer bir sürü trajedi yaşanıyor ama Aylan bebek fotoğrafıyla mesele dünyanın gündemine oturuyor.

Burada bir parantez açmak istiyorum. Çalıştığım kurum olarak Anadolu Ajansı bünyesinde en çok foto muhabir barından ve fotoğrafa da çok yatırım yapan bir kurum. Türkiye’den ya da dünyanın başka yerlerinde önemli medya kuruluşlarına çok büyük fotoğraf servisi yapan bir kurum. Yazarak uluslararası alanda kendimizi gösteremeyebiliriz ama çekeceğimiz fotoğraflarla, işte günün, ayın fotoğraflarıyla, haftanın seçkisiyle (Dünyanın önde gelen medya kuruluşlarında yer alabiliriz) Haliyle estetik olarak, teknik olarak iyi fotoğraflar buralara girebiliyor. Burada da Ajansın fotoğrafa ne kadar önem verdiğini ve gücünün ne kadar farkında olduğunu da eklemek istiyorum.

Diğer taraftan, önceleri insanlar sözel kültürle, mani ve destanlarla gördüklerini aktarıyorlardı sonra yazının icadıyla yazıyla bir süreç işlemeye başladı, yazıda derinlemesine bilgi verebilirsiniz insanlara ama bu günümüzde görsel kültüre döndü. Görsel kültür bugün yazılı kültürün çok ötesine geçti. Verdiğim eğitimlerde ilk sorum en son ne zaman bir haberi baştan sona okudunuz oluyor ve 50 kişi varsa salonda 2 ya da 3 el kalkabiliyor. En son ne zaman gazete aldınız sorusu artık sorulmasa yeridir çünkü kimse zaten gazete almıyor. Fakat elimize telefonu alıp Instagram’a girdiğimizde 1 dakika içerisinde ortalama 300 kare fotoğrafa bakıyoruz. Dolayısıyla o kadar fazla bilgiye maruz kalıyoruz ki zihnimiz inanılmaz hızlı çalışıyor ve hiçbir şeyi algılamıyoruz bakıp geçiyoruz, sorgulama gereği bile duymuyoruz. Ta ki bizi durdurulacak bir kare fotoğraf gelene kadar. Çok güçlü bir fotoğrafsa süresi biraz uzuyor bu da çok nadirdir. Bazen 5 saniye bile sürmüyor bir fotoğrafa bakmak.

 

Sanat tarafında ise aslında bütün fotoğraflar sadece fotoğraftır bence, bazen sanatsal nitelik taşıyabilir. Bazen öyle bir fotoğraf olabiliyor ki ışığıyla, kompozisyonuyla, duygusuyla gerçek olanın içine gerçek zamanda, kurgu yapmadan, olaya müdahale etmeden gerçekten sanatsal değere sahip oluyor. Zaten o fotoğrafı değerlendirirken teknik, estetik ve içerik olarak 3’e ayırıyoruz. Eğer hem teknik olarak, hem içerik ve hem estetik olarak çok güçlü bir fotoğrafsa biraz önce söylediğimiz o 5 saniye bakılan fotoğraflardan oluyor. Dolayısıyla her fotoğraf sanatsal değere sahip değildir ama sanatsal değere sahip fotoğraflar da gerçekten ışığın, kompozisyonun kadrajın doğru zamanın yakalandığı, duygunun olduğu fotoğraflar. Bu da fotoğrafın haber değerini azaltmıyor. Zamana, olaya, tarihe tanıklığını da kaybetmiyor ve buna sanatsal tarafı da ekleniyor böylece güçlü fotoğraflar ortaya çıkmış oluyor. Fakat ikisini ayırmak gerekiyor. Bir aletle iş yapana çırak denir. Hem elini hem tecrübesini kullanana kalfa denir, hem aklını, hem tecrübesini hem de becerisini kullanana zanaaatkar denir. İşin gerçek yanı öyle. Biz fotoğrafı bir makineyle çekiyoruz ama fotoğraf bir makineyle başlamıyor. Fotoğrafı kalp ve gözümüzle çekiyoruz. Fotoğraf makinesi ile başkalarına gösterebilecek hale getiriyoruz.

Fotoğrafçılıkta önemli olan teknik bilmek mi yoksa makinenin içine neyin kaydedildiği mi? 

Aslında teknik işin en kolay kısmı. Herkesin yapabileceği bir şey. Biraz meraklı olan ve isteyen birisiyle bir hafta sonu ya da bir gün birkaç saat dışarıya çıkalım ben fotoğraf çekmek için gerekli olan teknik bilgiyi kendisine verebilirim. Bu ehliyeti yeni almış birisi gibi, şoför diyebilir miyiz evet diyebiliriz ama nasıl bir şofördür? Teknik bilgiyi öğrenmiş birisi de fotoğraf çekebilir mi evet, net, ışığı doğru yakalayabilen birisidir ve çekebilir ama mesele fotoğraf çekmek midir yoksa gerçekten bir fotoğraf çekmek midir? İşte teknik burada geri planda kalıyor. Neden? Çünkü fotoğrafı çekmek için bize gerekli olan bir makine ve kullanma bilgisi. Makineye gelmeden önce bizim ışık bilmemiz gerekiyor, mesela bulutlu, kapalı havada fotoğraf çekilmez deniyor, hayır bu havada çekilecek fotoğraf vardır, güneşli havada çekilecek fotoğraf vardır. Akşam üzeri ya da sabah gün doğumundaki yanal ışıkla fotoğraf başkadır. Mimari bir fotoğraf çekeceksek eğer o ışığın ne zaman ve nereden gelmesi gerektiği önemlidir. Mimari yapının cephesine ve yönüne ilişkili olarak hangi mevsimde, günün hangi saatinde doğru ışığı alacağını bilmek gerekiyor. Ayrıca tarih bilen birisinin o fotoğrafı çekmesi başka olacaktır. 

Aslında fotoğraf teknik bilginin dışında biraz coğrafya, biraz fizik bilgisi gerektiriyor. Yine teknikten önce gelen şeyler var. Mesela portre çeken birisi ise fotoğrafçı, biraz anatomi bilgisi bilmesi gerekiyor. Yani yüzün yapısı, yüzdeki kaslar … Mesela fotoğraf çekerken gülümseyin deniyor. Gülümseyin dendiğinde sadece dudaklarla gülümseniyorsa o fotoğraf gülümsemede olması gereken sıcaklıktan uzak olacaktır. Gözlerin de gülmesi gerekiyor. Bir insanın güldüğünü yüzünü görmeden sadece gözlerini görerek hissedebiliyorsak kesinlikle o fotoğraf etkili bir fotoğraftır. O doğallığı yakalamak gerekiyor. 

İşin bir diğer boyutu, evet, neyin kaydedileceğine karar vermek. Şöyle düşünün bir odanın içerisindesiniz ve elinize makineyi aldınız. Odanın içerisinde sonsuz tane açı var fotoğraf çekebileceğiniz. Sağa dönebilirsiniz, biraz aşağı, biraz yukarı, objelerin yerlerini ya da kendi açınızı değiştirebilirsiniz. Aklınıza gelemeyecek kadar çok. Peki bu sonsuz açı içerisinde hangi açıyı seçeceksiniz ve neyi fotoğraflayacaksınız? Bunu bilmemiz gerekiyor. Bizim amacımız ne? Ben burada neyin fotoğrafını çekmek istiyorum? Bunu gösterirken kullanacağım dili çok iyi seçmem gerekiyor. Bu da tecrübeyle alakalı. En basitinden masadaki bu çiçeği çekerken bile biraz aşağıdan çekmekle biraz yukarıdan çekmenin arasındaki farkı hissedebilmek önemli. İnsanlar şunu yapıyor, bir olay ya da bir manzara görüyorlar, çevreye hiç bakmadan makineyi kapıp vizörünü gözüne yaslayıp böyle deli gibi fotoğraf çekiyorlar. Ama neyi kaçırıyor? Belki arkasında çok güzel yürüyen atlar var. Çevreyi, etrafı gözlemlemeden, olayları birbiriyle ilişkilendirmeden sadece bir yere odaklanırsa aslında o kadar çok şey kaçırıyor ki … Sakin olmak gerekiyor. O sakinlikle çevreyi gözlemlemek gerekiyor. Olabildiğince rahat. Böyle bir şey yapmak zorunda olmak değil de onu yaparken yaşamak ve zevk almaktan bahsediyorum. Ben fotoğraf çekerken gerçekten çok mutlu oluyorum, aklıma başka hiçbir şey gelmiyor. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim, denklanşörün sesi bazen farklı geliyor kulağıma. Diyor ki o denklanşörün sesi ‘oldu’. Bir futbol maçına gidiyorsunuz. Karşınızda çok güzel bir mücadele yaşanıyor. Seri çekimde o fotoğrafı çekerken ‘bu sefer bu pozisyon çok iyi fotoğraf verdi bana’ diyebiliyorsunuz. Yani aslında siz fotoğrafın olduğunu hissediyorsunuz.

 

Yani teknikten ziyade neyi çekeceğimizi, nasıl çekeceğimizi, kullanacağımız dili, kompozisyonu, kadrajı bilmemiz gerekiyor. Anlatacağımız konu neyse gerçekçi bir şekilde en yalın haliyle anlatmak gerekiyor. Bunun için de ön hazırlıkları yapıp ondan sonra makineyi kullanmak. 

Her fotoğrafın bir kompozisyonu olması şart mı, öyleyse günlük hayatta zihninizde bir kompozisyonla mı hareket ediyorsunuz? O kompozisyonu siz mi oluşturuyorsunuz yoksa olanı mı çekiyorsunuz?

Bu güzel bir soru, çünkü evet bir kompozisyonun olması gerekiyor. Mesela yazarken nasıl kompozisyon kuralları varsa fotoğrafın da var. Yine verdiğim eğitimlerde bunu da hep soruyorum kompozisyon nedir diye. Kompozisyon bir konu hakkında bilgilendirici yazı, giriş gelişme sonuç bölümü, bilgi ve çıktı üzerine dayalı. Fotoğrafta da bir kompozisyon bilgisi gerekiyor. Fotoğraftaki kompozisyon da konuyu anlatmadaki yollar. Ön plan, orta plan ve arka planda kullanacağımız objeler, bunların yerleri, ufuk çizgisinin daha yukarıda olması, yeryüzünün fotoğrafta kapladığı yer, fotoğraftaki kişinin bakış yönleri, bakış boşlukları, fotoğraftaki lekeleri kullanmak… İşte bunların hepsi fotoğrafı doğru bir şekilde anlatmanın yolları. Peki bunu hep böyle hazır mı buluyoruz? Hiç hazır bulmuyoruz aslında. Sadece bir yerde çok güzel bir ışık, çok güzel bir olay ya da konu gördüysek fotoğrafı çekerken bazen biz yer değiştiriyoruz doğru kompozisyonu bulmak adına, ya da ben mümkünse objenin yerini değiştiriyorum ya da ışığın yer değiştirmesini bekliyorum. 

Diyelim ki Erzurum’a gittik ve Çifte Minareli Medrese’nin fotoğrafını çekeceğiz. Işık karşımızdaysa girişteki kocaman o kapı gölgede kalıyorsa o anda fotoğraf çekmemizin bir anlamı yok. Işık yanlış. Bir kere zemin yanlışsa ne yaparsak yapalım o fotoğrafın güzel olmasını beklemek zor.  Sabah gittiysek o zaman öğlene belki akşama kadar ışığın doğru yere düşmesini beklememiz gerekiyor. Burada kompozisyon için bu ışık bize yol gösterici olacaktır. Ama dediğim gibi bu hiçbir zaman hazır gelmiyor. Yani şans eseri çekilecek bir fotoğraf çok nadirdir. Ben iyi bir fotoğraf için şans demeyi doğru bulmuyorum. Herkesin önünde bir uçak düşmesi yaşanabilir ama siz hazırlıklıysanız doğru objektif, doğru ekipmanınız varsa yanınızda ve bunlar hazırsa siz fotoğraf çekmek için hazırsanız onu yakalayabilirsiniz. Ama siz zihin olarak, ekipman olarak hazır değilseniz bir şanssızlık diyemeyiz. Buna ihmalkarlık diyebiliriz. Diğerine de şans eseri yakalamış demek de yanlış olacaktır. Kişi fotoğraf çekmek için donanım olarak da zihin olarak da hazır. Dolayısıyla toplumsal olaylarda ani gelişen olaylarda o olayı okumak gerekiyor. Yine gözlem yapmaya geliyoruz. Bir kere burada ne oluyor iyice algılamamız gerekiyor. Kimler var ve bu olay nereye kayabilir? Ben nerede durmalıyım? Bakın bu soru çok önemli. Bazen doğru yerde durursunuz, önünüze bir araba gelir kapatır ve hiçbir şey göremezsiniz. Bazen yanlış yerde durursunuz, olay sizin olduğunuz tarafa kayar. Bunu da yakalayabilirsiniz ama doğru yerde durmak her zaman en doğrusudur. Ancak bu şekilde yüzde 80 doğru fotoğraflayabiliriz olayı. Yani şöyle düşünün, içeride kimse yoksa sürekli kapıya vurmanızın bir anlamı olmayacaktır. Bizim de yanlış yerde durmamız boş bir yerin kapısını çalmak gibi. 

Ne kadar çok ayakta beklemiş olmanız, sıcakta yanmış ya da soğukta donmuş olmanız hiç önemli değil. Önemli olan nedir, o fotoğraf elinizde mi? O fotoğraf elinizdeyse eğer işi yapmışsınızdır. Bunun için de doğru yerde durmak, doğru ekipman bulundurmak ve hazırlıklı olmak gerekli. Olayları, yaşanan süreci doğru bir şekilde gözlemlemek.  

Peki yaşarken hep bir fotoğraf karesiyle mi bakıyorum her yere, evet. Gezerken de bir film izlerken de şu açı çok güzel, inanılmaz bir kare diye hep fotoğrafik bir an diye bakıyorum. Mesela bazen arkadaşlarımla bir yerdeyiz, bir şeyler yapıyoruz, ‘of harika değil mi?’ diye sorduğumda ‘ne harika?’ diye dönüş alıyorum. Bazen herkesin benim gibi düşündüğünü sanarak bir tepki veriyorum. Ne falan dendiğinde ‘çok güzel bir fotoğraf var’ diyorum. Aynı yere bakan aynı gözler, aynı şeyi görmeyebilirler. Bu da tamamen tecrübeyle alakalı ya da görmekle alakalı. Görme pratiği yapmak. İyi fotoğrafçı olmak için ne yapmak gerekir? Bir kere çok okumak gerekiyor çünkü zihin dünyamız ne kadar derinse olaylara da o derece derinlikle bakıp derinlikle bağlantı kurabiliyoruz. İkincisi de olabildiğince çok fotoğraf bakmak gerekiyor. İyi fotoğraflara bakmak, sergi gezmek, nasıl yapmış, nasıl çekmiş diye üzerine düşünmek. Bunların matematiğini kafada kurarak gelişim gösterilebilir fotoğrafta. 

Fotoğrafçılık yaşanandan bir kare ise çekilmesi gereken anın geldiğini nasıl hissediyorsunuz? Fotoğrafın iyisi hangisidir? 

Aslında teknik olarak o kadar çok güzel fotoğraflar çekiliyor ki, bakıyorsunuz ışık çok güzel, açı ve pozisyon kuralları olması gerektiği gibi ama insanlar şunu kaçırıyor, duygu. Bir fotoğraf duyguları harekete geçirmiyorsa eksik bir fotoğraftır. Baktığınızda sizi mutlu etmiyorsa, sevindirmiyorsa, kızdırmıyorsa, nefret ettirmiyorsa ya da hüzünlendirip gözünüzü doldurmuyorsa aslında biraz eksik bir fotoğraftır. İyi fotoğraf şudur demektense böyle bir tanım yapmak daha doğru olur çünkü teknik olarak her şeyi mükemmeldir ama bizi düşündüren, duygularımızı harekete geçiren bir fotoğraf kesinlikle diğerlerinden daha iyi bir fotoğraftır. Çok net bir cevap verdiğimi düşünüyorum. 

Diyelim ki bir at yarışı izliyoruz, yarışta kritik an dediğimiz bir zaman vardır. Bu koşunun en iyi fotoğrafı hangisi olabilir? Fotoğraf iki boyutlu bir yapıya sahip sonuçta, biz buna üçüncü boyutu derinlikle katıyoruz. Video çekiyor olsaydık 5 saniyelik koşuyu 5 saniye boyunca kayda aldığımızda bütün koşuyu kayda almış olurduk. Ama fotoğraf bu 5 saniyelik videonun içinden 1 saliselik belki daha da kısa olan bir anı dondurmakla ilgili. En doğru, en etkileyici ve konuyu en iyi anlatan zamanı bulmamız gerekiyor. Koşan bir atlet bitiş çizgisine gelip oradaki kurdeleyi göğüslüyorsa o anki mutluluğu ve sevinci, ilk geçiş anı en önemli an olacaktır. Genelde insanlar ‘aa çok güzelmiş’ diyor, makineyi kaldırıyor, çekiyor ve gidiyor. Hayır. Güzel olan ne bir kere? Hemen zihinde bunun bir analizini yapmak, bir saniyeliğine bile olsa, peki etrafta başka neler var, çok güzel bir şey daha var. O çok güzel iki şeyi birleştirdiğimizde bir karede, yerimizi değiştirerek ya da ışığın yer değiştirmesini bekleyerek… İki tane at varsa o iki atı ayrı ayrı çekmektense bekleyip bir tanesinin daha yakına geldiği ya da diğerinin daha uzakta olduğu, birinin şaha kalktığı bir fotoğraf. Tamamen hayal ediyorum. Hayal edersem o olaylar olduğunda hazırlıklı olabilirim. Orada neler olabileceğini hayal etmemiz gerekiyor aslında. Belki o iki at yan yana gelecekler, başlarını birbirinize sürtecekler, çok güzel bir dostluk fotoğrafı verecekler. Belki başlarını kafa kafaya getirip birbirlerinin gözlerinin içine bakarak birbirlerini dinleyecekler. Bunları düşünürseniz, orada olabilecekleri, iyi bir kare yakalayabilirsiniz.

 

Güzel bir yer, konu bulduğunuzda fotografik olarak yağmalayın diyorum ben insanlara. Hani suyunu çıkartmak denir ya, vazgeçme. Bekle. Ben öyleyimdir, çok sabırlıyımdır. Yeter ki oradan bir şey çıkacağına inanayım, gerekirse 3 saat beklerim. Beklemek, elinize kamerayı alıp hazırolda beklemek değil. Çayınızı, kahvenizi alırsınız, sohbetinizi edersiniz ve sadece gözlem yaparsınız. Sizin beklediğiniz olaya konu yaklaştığında hemen kalkar konumunuzu alır o fotoğrafı çekersiniz. 

Fotoğrafı çekmek, saatlerce beklemek. Kim bilir kaç saat beklediniz gibi yorumlar alıyorum. Ben ay doğmadan yaklaşık 40 dk önce oraya gidiyor gidiyorum. Şu an o tecrübeyle ben nerede durursam, hangi açıyla çekersem olacağını bildiğim için, 40 dk önceden gidiyorum. Hazırlığımı yapıyorum, bazen erken gittiğim de oluyor. Orada başka arkadaşlarımız da oluyor, sohbet ediyoruz. Sadece fotoğraf çekmek için gitmiyorum. Şehrin sakinliğini dinlemek, o dinginlikte o anı yaşamak, inanılmaz bir manzarada inanılmaz bir olaya şahitlik edip kayda alıyorum. Beni mutlu eden tarafı bu.  Gidip eli boş döndüğüm çoktur. Hava kapalı olabilir, açıyı bulamayabilirsiniz. Bundan üzülerek dönmüyorum. Ben gitmiş ve beklemiş oluyorum, o benim için bir tecrübe olmuş oluyor. “Hava kapalı, bulutlu neden ay fotoğrafı çekmeye gidiyorsun” gibi sorular alıyorum bazen. Bazen bulutların arasından öyle bir ışık hüzmesi çıkıyor ki oradan ay ile birlikte, belki bundan sonraki süreçte o ışık, o açı aynı anda gerçekleşmeyecek. Sonuna kadar da beklerim. Nasıl olsa olmadı yok. Ayın batışı saat 4’ü 5 geçe mi, 10 geçeye kadar ortalama beklerim. Zaten son 10 dakika göremeyiz ayı, ufuk çizgisinden aşağı doğru inmeye başlar. Çok yaşamışımdır, son anda güzel bir sürpriz yapıp öyle bir selam veriyor ki bize, mutlaka beklerim onu. Sabır bu işin en başında gelen bir şey. 

Fotoğrafçılığın sabır dışında öğrettiği erdemler de var mı?

Fotoğrafçılığın kattığı şeylerden biri de çevreye duyarlı olmak. Tarihi köprü ve kervansarayların fotoğrafını çekme projemiz vardı. Bu kapsamda Batı Karadeniz, İstanbul ve Trakya’daki tarihi köprü ve kervansarayları fotoğrafladım. Fakat fotoğraflamadan önce temizlik yaptım. Köprüler nerededir, genellikle derelerin üstünde. Dereler belli zamanlarda akar, bazen sel olur ve çöp getirir. İnanılmaz sayıda plastik şişeler, kutular… Ölmüş hayvanın kafasını bile çıkarmak durumunda kaldık. Bir kere buna çok dikkat etmek gerekiyor. Dünya sadece sizin olsa o kadar temiz tutarsınız ki ama hepimizin olduğu için kimse elini taşın altına koymuyor. Dünyayı hor kullanıyoruz demek, dünyaya ihanet ediyoruz demek çok zayıf kalacak. Dolayısıyla çevre bilincini geliştiriyor, fotoğraf çekerken de çevreyle hep iç içe olduğumuz için. Bu projede elime bilgisayarı alıp, işleme programları ile çöpleri kaldıramaz mıydım, kaldırabilirdim. Önce etrafı temizledim. Onları piknik alanındaki çöp konteynırlarına biriktirdim. Öyle fotoğrafladım.

Başka ne katıyor diye sorarsanız tarih bilinci katıyor insana. Çok güzel tarihi bir eserin üzerine insanların sprey boyayla yazdıklarını görüyorsunuz. Ve sadece yazık diyorsunuz. Yani dertlendiriyor fotoğraf. Bir fotoğrafçı bu işe gönül verdiyse dertli bir insandır. Bir binanın harabe bir şekilde orada durması, ormanda bir çınarın üzerine insanların kalple baş harfler veya tuttuğu takımı ismini kazımaları beni rahatsız ediyor, etmeli de zaten. 

Bu işi yapan kişilerin mesaisi de yok aslında. Saat 5’te mesai bittiğinde çıkar giderim ama giderken çok güzel bir gökkuşağı çıkarsa, doğru bir yerde onu çekerim. Son zamanlarda mesela gecenin 12’sinde çok güzel  bir şimşek, yıldırım var. Gecenin 12’sinde kalktım, gittim 2 saat boyunca şimşek fotoğrafı çektim. Bu işi mesailik bir iş olarak görmek de bu işe bir ihanet. Yaşanan olayların saati yok çünkü. Yıllık izinde de, hafta sonu memlekete giderken de ekipmanlarım hep yanımdadır. Sonra insanlar buna şans diyor, hayır şans değil. Hazırlıklı olmak.

 

Hazır çevre bilincinden tarihi eserlerden bahsederken İstanbul’un sayısız güzel fotoğrafını çeken bir isim olarak sizce İstanbul’da estetik giderek “kayboluyor” mu? İstanbul fotoğraf sanatı için “nasıl” bir şehir ? 

İstanbul estetik bir şehir midir, şöyle söyleyeyim, en fotojenik 10 şehri sıralasak İstanbul bunlardan bir tanesi olur. Bu muhakkak, çünkü iki kıta. Gün doğarken Avrupa yakasından Anadolu seyredilir ve bu çok güzeldir. Gün batarken de özellikle Üsküdar Salacak’tan, Kadıköy Moda’dan tarihi yarımada, Kız Kulesi seyredilir ve bu çok güzeldir. İstanbul dediğimiz yer Eminönü ve Suriçi’dir, tarihi yarımadadır aslında. Topkapı Sarayı, Adalet Kulesi, Sultan Ahmet Camii, hemen yanında Ayasofya Kebir Camii, Beyazıt Yangın Kulesi, Nuruosmaniye Camii, Süleymaniye Camii, Fatih Camii, biraz daha ileri gittiğimizde Çarşamba’da Balat’ın üstünde Yavuz Selim Camii … Karşısına geçtiğimizde Galata Kulesi, inanılmaz bir manzara var. Anadolu’da İstanbul’un yeni silüetlerinden Çamlıca Kulesi ve Çamlıca Camii, inanılmaz sonsuz kareler veriyor bize. Gerçekten çok zengin. 

İstanbul’da estetik konusu beni de çok dertlendirmiş konulardan. Ayasofya Kebir-i Camii’nin aydınlatması bir kere. Neden çok iyi bir aydınlatması yok? Galata Kulesinin bir tarafı yanıyor, içindeki pencerelerin ışığı yanmıyor. Kubbe bazen yanmıyor. Süleymaniye en iyi aydınlatmanın olduğu camilerden biri mesela. Sultan Ahmet Camiinin restorasyonu yeni bitti. O da bazen yanıyor bazen yanmıyor. Bir yere getirip bir vinç koyuyorlar. O tarihi yarımadanın estetiğini bozuyor. Arka plana yapılan bir bina estetiği bozabiliyor. Gelişen zamanla estetiğin kaybolduğunu görüyoruz. Ama restore edilen yerlerle, ayağa kaldırılan yapılarla kazanım aşamasında da çok mesafe katedildiğini söylemek mümkün. 

İstanbul’un fotojenikliği tartışmaya açık bile değil. Boğazıyla, Haliç’iyle, Eminönü’ndeki Yeni Camiisiyle, Taksim, İstiklal Caddesi, Balat, çarşı pazarları… Avrupa’daki şehirlere gidiyorsunuz mesela. Bir meydan var, iki veya üç cadde var, hani İstanbul öyle değil. Bir yanı ile metropol, diğer tarafta Kuzguncuk ya da Anadolu Kavağı’na gittiğinizde kırsal yapıda kalan yerler var. 

Yine de dünya modernleşiyor. Belki de dünyadaki tüm şehirlerin kaderi bu. Teknoloji geliştikçe, dünya dönüştükçe o estetik yapısı kaybolmaya başlıyor. Belki biz de çok fazla sahip çıkamıyoruz geleneksel dokulara. Son döneme kadar bu yapılar değer görmeyen, yıkalım yenisini yapalım mantığıyla hareket edilen yapılardı. Özellikle Anıtlar Kurulu birçok yerde artık izin vermiyor böyle şeylere. Yıkmak, yerine hiç ruhu estetiği olmayan bir bina yapılmasındansa bir süre atıl, harabe kalması onun ileride hayat bulması adına daha doğru bir yol belki de. Ama İstanbul fotojenik bir şehir. 

Son olarak teknolojide sosyal medyadaki efektler, filtrelere gibi, yapay zeka gibi sayısız gelişme var. Bu fotoğrafçılığı, bakış derinliğini nasıl etkiledi ve nasıl değiştirdi? 

Yani sosyal medya tarafı benim de çok hakim olmadığım bir alan. Çünkü ben olayın belgesel tarafındayım. Belge fotoğrafçılığı, haber fotoğrafçılığı. Biz bir şey yaşanıyorsa o yaşanırken yaşandığı yerde yaşandığı gibi onu fotoğraflayıp servis eden insanlarız. Yapay zekayla birçok tarihi yapı bir araya getirilebiliyor ya da sosyal medyada çok görüyoruz Atatürk yaşasaydı bugün fotoğrafı şöyle olurdu diye, Taksim Meydanı 100 sene önce şöyle görünüyordu şeklinde. Hani bunlar tamamen deneysel şeyler. Belki ileride evet çok iyi sonuçlar verecek. Gerçek fotoğraf mı değil mi kaygısına kadar… Fakat bunların fotoğrafçılık anlamında insanlara çok fazla ilerleme katacağını sanmıyorum ben. Yani fotoğrafçılık alanında ilerlemek için belge mantığından kurtulmamak, kopmamak gerekiyor. Bu tarafını ben deneysel işler olarak sınıflandırıyorum. Yani var olan bir fotoğrafı başka bir formata sokmak, içeriğini değiştirmek belki çok eğlenceli bir süreçtir. Başka mecraların kapılarını açabilecek bir süreç, aslında hepimizi yaşayıp göreceğiz. Önceleri sadece bir fotoğraf bir video vardı. Bugün grafik, fotoğraf, video; bunların ağır çekimi, hızlı çekimi bir sürü bir şey birleştirilerek çok  fazla şey yapılıyor. NFT dediğimiz yollarla fotoğrafların saklanması veya satılmasıyla ticari bir tarafı ortaya çıkacak. Zaman zaman bana da Instagram’dan bazı koleksiyonerler yazıyor, şu fotoğraflarınızı şu kadar etheryuma satın almak istiyorum düşünür müsünüz gibi. Şimdiye kadar hiç öyle bir planım olmadı. Hiçbir fotoğrafımı NFT yapmadım ama bunlar yeni çalınan kapılar ve kapıların arkasından ne çıkacak bunu çok öngöremiyorum. Karşı da değilim çünkü dünya böyle bir dönüşüm yaşıyor. Sadece fotoğrafın öz mantığını kaybetmeden bunları da değerlendirmek gerekiyor.

Bir de burada masa başında bilgisayar üzerinden tasarlanan bir süreçten bahsediyoruz. Bence bu hiçbir zaman fotoğraf çeken bir insanın bakış açısını bulma ve onun önüne geçme pozisyonuna gelemeyecektir diye düşünüyorum. Her şeyi karşılasa bile gerçeklik meselesinde ‘bu çocuk burada ağlıyordu’yu veremeyecek. Gerçekte olmayan bir şeyi bize gösterecek dolayısıyla gerçeklik boyutunu es geçmiş olacak. O nedenle her zaman bir foto muhabirine fotoğrafı düşünen bir insana makinenin arkasında gereksinim olacak. 

Röportaj: Şehade İbrahim

Etiket /