Röportaj

“Yalnızlığın tek başınalık olmadığını, dağlaşmak olduğunu Akif Emre’den öğrendim”

Hayatının büyük çoğunluğunu kitaplar ile dağlar arasında geçiren dağ gibi bir adam…

Kitabı ve dağları bir yaşama biçimi haline dönüştüren, onlarla nefes alan Dursun Çiçek, her bir kitabını “dağlarım” diye niteleriyor. Kitap okumayı bir dağın eteklerinde dolanmaya, bir dağın tepesine çıkmaya benzeterek dağlarıyla nefes alıyor. Gezdiği dağlarda yaşadıklarını, hissettiklerini, gördüklerini fotoğraflıyor ve yazıyor.

Tüm dağları arasında Erciyes Dağı’nın ise onun gönlünde ayrı bir yeri var. Her zaman gönlünün yücesinde olan Erciyes Dağı bütün dağlarının bir yekûnu ve mücessem hali olarak hayatı boyunca yanı başında yer alıyor.

Dağlar, Erciyes Dağı hakkında kitaplar yazan “Benim Dağlarım”, “Erciyes: Bir Dağ Bir Tecelli” kitaplarının yazarı ve evinde dağ gibi kitapları olan Dursun Çiçek ile dağlara, insanlara, kitaplara, Erciyes’e, Akif Emre’ye ve birçok meseleye dair çok özel bir röportaj gerçekleştirdik.

İyi (Mücerret) okumalar

 “Benim Dağlarım” yirmi yıllık dağ yazılarından oluşan birikimin kitaplaşmış hali. Sizi daha çok “kitaplarla nefes alan adam” olarak tanıyoruz. Fakat bu kitap sizi “dağlarla nefes alan adam” olarak tanıtıyor. Dağlara ilginiz nasıl başladı, dağların hayatınızdaki yeri nedir?

Ben Kırşehir Çiçekdağı’lıyım. Babamın lakabı Çiçekdağlı idi. Beni birine tanıtırken babamdan dolayı Çiçekdağlı’nın oğlu diye tanıtırlardı. Dolayısıyla öncelikle memleket ve toprak aidiyetimden dolayı dağlıyım. İkincisi Çiçekdağı’nın İbikli köyünde evimiz köyün hemen hemen en yüksek yamacındaydı ve en önemlisi de onun ardında benim her daim Erciyes Dağı’na benzettiğim Kartal Kayalıkları dediğimiz “dağımız” vardı. Çocukken onun zirvesine çıkıp Erciyes’i seyretmek için çırpınıp dururduk. Sonra Yozgat’ın Yerköy ilçesine taşındık ve Gültepe mahallesinde oturmaya başladık. İlçeye göre evimiz bir tepenin başında idi ve tam karşımızda da Dedenin Tepe dediğimiz bir “dağ” vardı. Sabah uyanır uyanmaz ilk onu görürdüm. Rahmetli Dedelerim Efendimizi (A.S) anlatırken Nur Dağı’na, Sevr Dağı’na ve Uhud Dağı’na geldiği zaman veya Hz. Musa’yı anlatırken Tur Dağı’na geldiği zaman genelde ağlardı. O yaşımda dağların ağlanacak yerler olduğunu düşünürdüm. Daha sonra bu ağlamanın dağlanma olduğunu anladım. Dağlar bir anlamda gözyaşı ile büyüyordu. Ve insan ağıtını içine atarak gönül dağına yüceliyordu. Benimki dağlara bir ilgi değil, dağlarla yaşamak.

Kitaplara gelince; ben kitaplarımı da genelde dağlarım diye nitelerim. Her kitap bir dağ benim için.. Bu anlamda kitap okumayı bir dağın eteklerinde dolanmaya, bir dağın tepesine çıkmaya benzetirim. Anam evimdeki kitapları tarif ederken “evinde dağ gibi kitapları var” der. O çokluğundan ve üst üsteliğinden mülhem böyle dese de aslında gönlümdeki bağlamı hissederek söylüyordu bunu. Dolayısıyla benim için dağlarda nefes almak ile kitaplarda nefes almak birbirinden farklı değil.. Bilhassa dağ fotoğraflarımı anlatırken “dağlarda söylediğim türküler” nitelemesi yaparım. Türkülerim, fotoğraflarım, kitaplarım, dağlarım, insanlarım aynı. Ebu Hanife bir dağdır benim için, İmam Maturidi, İbn Sina, İmam Gazali, İbn Arabi, Yunus Emre, Abdülkadir Meragi, Taşköprülüzade, Mimar Sinan, Necip Fazıl, Turgut Cansever, Ali Biraderoğlu, Akif Emre birer dağ… Kitaplarda dolaşmam ile dağlarda dolaşmam birbirinden farklı değil… Benim Dağlarım derken suret olarak gezdiğim dağlarda yaşadığım, hissettiğim, gördüğüm asıl bu dağlar…

Erciyes Dağı bütün dağlarımın bir yekûnu ve mücessem hali oldu

Kitabınızda Türkiye’de gezdiğiniz ve gördüğünüz birçok dağ hakkında görüşleriniz, hikayeleriniz, yazılarınız var. Sizin gönlünüzde en fazla hangi dağ iz bıraktı, orada ne buldunuz?

Birkaç dağa henüz ayağım değmedi… Ağrı, Kaçkarlar ve Süphan Dağı’nı uzaktan gördüm. Bey Dağı’nı görmedim. Gördüğüm halde, gezdiğim halde Ulu Dağ’ı ve Munzur Dağı’nı henüz yazmadım. Kitaba gördüğüm gezdiğim hissettiğim, hatta yazdığım halde Nur, Sevr, Arafat ve Uhud dağlarını da (hatta Kudüs’te Zeytin Dağı’nı da) almadım. Sondan başlarsam aslında bütün dağlarda anlattığım Nur, Sevr ve Uhud Dağı… Nur Dağı’nı gördüğümde lal olmuştum. Kelimeler, suret her şey bitti birden… Arafat Dağı’nda balçık halime gidercesine zamanın ve mekânın bittiğini hissetmiştim. Bunlar ve burada hissedilenler elbette diğerleri ile kıyaslanamaz. Ancak diğer dağlar sanki onlardan tecelli ve onlardan tezahür. Bundan dolayıdır ki gezdiğim her dağda onları hissettim ve yaşadım. Bu minvalde de elbette benim onları en derinden yaşadığım dağ, çocukluğumdan beri gönlümde ve ufkumda olan Erciyes Dağı… Orada bütün dağları buldum. Evliya Çelebi bu dağ ricalü’l gayb makamı derken onun hikmetteki karşılığına dikkat çekiyordu. Benim için de çocukluğumdan şu anıma kadar her zaman gözlerimin önünde ve gönlümün yücesinde olan Erciyes Dağı bütün dağlarımın bir yekûnu ve mücessem hali oldu. Onun için de gönül dağı, gönlümdeki dağ dedim onun için..

Benim derdim görüntü üretmek değil görüneni görmeye, anlamaya çalışmak

Kitabınızın her bölümünde dağ fotoğraflarına yer veriyorsunuz, bunlar kendi fotoğraflarınız. Hatta Kayseri Büyükşehir Belediyesi tarafından çıkarılan “Erciyes Dağı” albüm kitabınız var. Dağ fotoğraflarınız ile düşünceleriniz arasında nasıl bir bağlantı var, dağları fotoğraflarken hissettiklerinizi bizimle paylaşır mısınız? Hem de “Erciyes Dağı” albümünüzü bize anlatmış olursunuz.

Erciyes Dağı kitabım benim binlerce, on binlerce Erciyes fotoğraflarımdan bir seçki… Benim Dağlarım’dan bir hafta sonra çıkması da tevafuk oldu. Az önce de belirttiğim gibi benim dağ fotoğraflarım, dağlarda söylediğim türküler. Burada türkü derken kastettiğim de aslında düşüncelerim. Hafızam, dilim, hayat nizamım ve dünya görüşüm. Sadece dağları değil şehirleri, mekânı gezerken de bir turistik tavırla veya bakış açısı ile gezmem. Benim derdim yaşanan hayat. Bundan dolayı hayatın içinde geziyorum. Hayatın dışına çıkarak bir bakış benim inancıma da dünya görüşüme de ters. Aynı zamanda tek yönlü bir bakış açısını görmenin önündeki en büyük engel olarak görürüm. Benim derdim görüntü üretmek değil görüneni görmeye, anlamaya çalışmak. Bundan dolayı da benim fotoğraflarım görüntüler değiller. Onlar bizatihi var olana, görünene dikkat çeken türküler, hikayeler ve anlama ve anlatma biçimleri. Kurguyu belki de bundan dolayı sevmiyorum. Tecelli ve tezahürü idrakle geçen ömürde zaten onu fark ettiğinizde her an varlığın, var olanın ve görünenin bir anına şahitlik ediyorsunuz. Mesele o şahitliği, o anı mutlaklaştırmamak. Kabe’yi ve Kuran’ı tavaf etmek aslında pek çok noktadan ona bakmak, onu seyr etmek, onu nazar etmek ve görmeye, anlamaya çabalamaktır. Dolayısıyla bizim Kabe’yi tavafımız veya Kuran’ı tavafımız bitmeyen bir nazarla onda seyr hali yaşamak ve te’viller yapmaktır. Te’vil olmadan süreklilik olmaz. Te’vil olmadan ru’yet, müşahede ortaya çıkmaz. Dolayısıyla bir dağın fotoğrafını çekerken de veya bir mekânın, hatta insanın fotoğrafını çekerken de onu görüntü kılıp mutlaklaştırmamak kaydı şartıyla te’vil yapmış olursunuz. Bu bir anlama ve anlatma çabasıdır. Bu anlamda seyr, nazar, ru’yet, irfan, tahayyül, hayret, müşahede hepsi aynı bağlama tekabül eder.
Dolayısıyla Erciyes Dağı kitabındaki fotoğraflarım benim farklı açılardan yaptığım nazarlar ve bunun sonunda ortaya çıkan ru’yet ve müşahedelerdir. Böyle bir durumda fotoğraflarınız bir araçtır ve ifade biçimidir. Onu mutlaklaştıramazsınız. Onlardan herhangi birine bakarak Erciyes Dağı budur diyemezsiniz. Hiçbiri Erciyes Dağı değildir onların ama aynı zamanda hepsi Erciyes Dağı’dır. Görüntü olarak hiçbiri Erciyes Dağı olmadığı gibi, anlam ve ifade biçimi olarak hepsi Erciyes Dağı’dır.

Dağlarda dolanmanın, dağı seyretmenin veya dağı gezmenin insana verdiği en önemli husus bütünlük fikridir. Eşya ve hadiselere bütün olarak bakma, görme ve anlama kabiliyetini insan dağlarla daha iyi öğreniyor. Bir olmayı ve beraber olmayı da insan en iyi dağlarla öğrenir. Bu anlamda düşüncelerimde terkibi bir bağlamın olması dağları anlama ve algılama biçimimle ilgili.

Dağlar düz insan için bir tövbedir

Dağlar tarih boyunca peygamberlerden velilere, mecnunlardan delilere tüm insanların sığınağı ve barınağı olmuştur. Dağa yönelme, dağda inzivaya çekilme, dağda kavuşma üzerine düşünülmesi gereken bir durumdur. Peygamberler, veliler, mecnunlar, tüm insanlar tarafından dağa atfedilen rol nedir?

Dağlar sadece yüksekliği değil yüceliği de temsil eder. Emanetin insandan önce dağlara teklif edilmesi de benim açımdan insan ile dağ arasında bir ilgiye dönüşür. Ancak burada birinci derecede öne çıkması gereken husus dağın kuşatıcılığıdır. Tıpkı insan gibi. Bir dağların duldası olur bir de insanların. Yüce insanların ve yüce gönüllülerin dağa benzetilmesi boşuna değildir. Şehirlerin dağların duldasında olması ve dağlara yaslanması da tesadüf değildir.

Dağ yalınlıktır yani bir anlamda fıtrattır. Oraya her gittiğinizde adeta cennetten yeni dünyaya gelmiş gibi hissedersiniz kendinizi ve adeta bulunduğunuz dağ Arafat olur. Ve orada tövbe süreci başlar. Kulluğunuzu nasıl yapacağınızı, Rabbinize olan borcunuzu nasıl eda edeceğinizi düşünürsünüz. Mal, mülk, çoluk, çocuk her şey düzleşir. Görüntülerden kurtulursunuz dağlarda. Artık sadece görünen vardır ve görünenle baş başa kalırsınız. Kendiniz de perdelerden kurtularak görünmeye başlarsınız. Dağların tekliften ve emanetten hissesini bildiği içindir ki insanlar içinde yaşadığı kentin kaosundan kurtulmak için iki şey yaparlar ya gönüllerini bir dağ yapıp ona sığınırlar; sürekli bir secde haliyle gönül dağına çıkarlar. Ya da bizatihi dağlara çıkarak bir anlamda içinde bulundukları kaostan “uruc” ederler. Ben bizatihi tecrübelerimde, okumalarımda her zaman ister içimdeki gönül dağına ister dışımdaki gönül dağlarıma olsun fark etmez; gittiğimde yadımda sadece onun kaldığını hissettim. Çünkü O’nu O’nun istediği gibi bilmediğiniz sürece görüntüyü aşıp görüneni görebilme ve bilebilmek hakkına sahip olamazsınız. Bu anlamda dağlar ister Peygamber için olsun ister bir Veli veya kendinin idrakinde olan bir insan olsun fark etmez varlığı, eşya ve hadiseleri bir bütünlük ve süreklilik içerisinde O’nun nazarıyla görmeyi öğretir insana. Bu anlamda dağlar düz insan için bir tövbedir de. Tövbe de O’nun nazarıyla yeniden bakabilmektir eşya ve hadiselere. Yola dönmek, yolu bulmaktır yeniden… Bu anlamda bizim yollarımız dağlardan gelir ve dağlara gider.

Bugün korkulacak yerler dağlar değil, modern kentlerdir

Bana kalırsa, dağ ile baba imgesi, birbirini çok iyi tamamlıyor. Her ikisi de hem güven, hem korku veriyor. “Arkamda dağ gibi babam var” sözü, ne güzel bir sözdür. Belli bir tarihe kadar kurulan şehirler, sırtlarını mutlaka bir dağa vermişlerdir, arkalarını sağlama alırlardı. Korku uyandırmasının bir nedeni uçurumlar, bir nedeni de “Dağlar padişahı” eşkiyaların bahsidir. Bizde dağlar hem korku hem güven verir. Dağların verdiği korku ve güven hakkında sizin düşünceleriniz nedir?

Burada aslolan güvendir kesinlikle. Korku arızi… Baba ile ilgili benzetmeden de yola çıkarsak babanın birinci derecede güven vermesi esastır. Onunla ilgili korkumuz aslında onu kaybetme korkusudur. Sevdiklerimize olan korkularımız bizatihi korku değildir. Dağlar da öyle… Dağlar sinesinde dolaşmayan uzaktan bakanlar için bir ürperti ve korku verebilir. Ancak onun idrakinde olan insan için bu korku bir gücü, güveni, aidiyeti kaybetme korkusudur. Bir başka anlamda dağlar dünyanın özetidir. Uçurumları ile, yaylaları ile, pınarları ile, ağaçları ile, eteğindeki gölleri ve denizleri ile. Dağın temsili olarak yalınlığı, berraklığı, cenneti, O’nu hatırlatması da tesadüf değildir. Öyleyse burada bir uçurumdan düşmek, yardan düşmek, yârden, kalpten, gönülden düşmekle aynı anlama gelir.

Ben bu anlamda çoğu kez bir yaylasında, sinesinde yalnız kaldığım zamanlarda bile dağlardan hiç korkmadım. Ürpertiyi fıtrat ve yaratılışla ilgili olarak hep yaşadım. Aksine ömrümün son 30 yılında tek tipleşen, düzleşen, sıradanlaşan “şehirler” (ki hiç birisi şehir değil hepsi maket) korkuttu beni. Hala da korkutuyor. Artık şehirler bir ahlak zeminine, bir fıkıh ve hikmet bağlamında kurulmuyor. Ne mahremiyet ne adalet ne salih amel kaygısı var insanların. Sadece matematik ve mekanik düzlemde çıkara, güce, ranta, arsaya, asfalta, betona, paraya dayalı ve başka da bir kaygısı olmayan şehirler. Bu şehirlerde asfaltta, otobanda, beton kuleler arasında çıkar uçurumlar karşınıza. Bir AVM’de uçurumun en derinine düşersiniz. Mahalleler olmadığı için semtler arası uçurumları, yarları aşamazsınız hiçbir zaman. Mahallenin, evin, komşunun ve komşuluk ilişkilerinin olmadığı yerde şehirden söz edilemez de zaten. Papalagi (modern insana göre ilkel kabul edilen bir yerli) batılı şehirleri görünce afallar. Binaları mezarlara ve kutulara benzetir, asfaltı şehrin ortasına atılmış bir karanlık olarak niteler, bacalardan çıkan dumanların akılsızlığından ve çirkinliğinden söz eder. Yani o insanların yaşadıkları yerin bir şehir olmadığının farkındadır. Lakin modern değerlere ve bağlama göre vahşi, ilkel ve barbar olan o ve onun üzerinde yaşadığı topraklardır. Modern şehirleri gördüğünde korkuyor Papalagi. Ben hiçbir dağın zirvesinde bile aşağıya baktığımda zerre kadar korku hissetmedim ama biraz yüksek bir apartmana, kuleye çıktığımda korkuyorum. Güven duymuyorum. Modern insanın “Tanrıyı kovması”, tabiata boyun eğdirmesi, aileyi parçalayarak özellikle babayı bağlamından koparması birbirinden farklı şeyler değildir. Hasılı bugün korkulacak yerler dağlar değil, modern kentlerdir.


İçimize olan yolculuk bilinmeden dünyadaki yolculuğumuzun anlamlı olması düşünülemez

Bir dağ yolculuğuyla insanın kendi içindeki yolculuğun arasında bir bağlantının varlığından söz ediyorsunuz. İki yolculuk arasındaki bağlantı nedir, dağ ile insan arasındaki fıtri yakınlığı bize anlatır mısınız? İnsanların içindeki uçurumlar mı derindir yoksa dağlarda karşılaştığımız uçurumlar mı daha derindir?

İnsan dünyaya sırf dünyevi bir varlık olarak gelmedi ve yaratılmadı. Dünyadan alınan topraklarla dünya için yaratıldı ama o iki şeyi bildi. Birincisi o Rabbi tarafından en üstün ve en güzel biçimde yaratıldı ve hilafetle vazifelendirildi. İkincisi o yaratıldıktan sonra cenneti gördü ve bildi. Dolayısıyla insanı ve yolculuğunu anlamak için bu bağlamı iyi bilmek iyi idrak etmek gerekiyor. O’ndan gelip O’na gitmenin sırrı da burada. Bizim Rabbimizin kalbinden/ilminden, cennete, oradan da dünyaya olan yolculuğumuz aynı zamanda bir ahitle de başladı. Cennette yaptığımız hata yüzünden Rabbimizden af diledik ve bizi bir müddetliğine gönderdiği dünyada da yeniden geri dönüş için, nasıl döneceğimiz ve niçin döneceğimiz üzerine, salih ameller bağlamında, dünyayı O’nun adına imar edeceğimize, yani O’nun adını hâkim kılacağımıza, unutmayacağımıza söz verdik. Dolayısıyla bu durum, dünyanın geçiciliği yolculuğun mahiyeti ve anlamı da ortaya çıkarır. Cennetten dünyaya bırakılan Âdem ve Havva yolculuklarına Arafat Dağı’nda buluşarak başlarlar. Arafat yolculuğa vakıf olmanın temsili… Sonra Kabe’nin inşa edilmeye başlanması, etrafındaki hayat, Peygamberimizle tamamlanan Medine süreci… Ve yolculuğumuz Kabe’yi tavaf ile Kuran’ı tavaf etmek arasında geçiyor aslında. Ve biz bu tavaflar vasıtası ile O’nunla bağımızı koparmadan O’na gitmenin ve bu dünyayı mutlaklaştırmamanın yollarını da arıyor ve buluyoruz. Bu anlamda dünyadaki yolculuğumuz sırasında Rabbimizin bize verdiği mühlet (ömür) içinde yaşadığımız dünyanın cenneti ve O’nu hatırlatması üzerine yaşanan bir ömür ve bu minvalde yaptığımız salih ameller de imar yoluyla dünyanın güzelliğini korumaya matuftur. Burada yaptığımız imar ömrümüz boyunca yaptığımız kulluktur. Modern anlamda dünyayı güzelleştirme veya uygarlaştırma değil. Batılı insan için insan bir hayvanın evrimleşmiş hali, dünya da vahşi, ilkel ve barbar. Dolayısıyla hem dünyanın hem de insanın uygarlaşması Batılı insanın hayat tasavvurunun mihengidir. Burada bir iç ve dış yolculuktan söz edemezsiniz. Burada tüm insanları, dünyayı istismar etme ve onları kontrol altında tutma bağlamı var. Bir kurgudur ve gerçeklikle ilgisi yoktur.

Oysa bize göre insan yaratılışı itibari ile ahsen-i takvimdir, eşref-i mahlukattır. Bu dünyaya yolculuğunda hilafet vazifesi vardır. Geldiği yer cennettir, gittiği yer de cenneti hatırlatan bir mekandır. O iman, salih amel ve hikmet ekseninde sürdürür bu yolculuğunu. İşte bizim zaman zaman iç yolculuk veya gönül ve kalp yolculuğu dediğimiz yolculuk da budur. İnsan O’nu, cenneti, dünyayı, hilafeti, kulluğu idrak etmeden zaten bırakın dışında yürümeyi dışını göremez bile. Öyleyse bizim iman, idrak dediğimiz içimize olan yolculuk bilinmeden dünyadaki yolculuğumuzun anlamlı olması düşünülemez. İnsan kendinde derinleştikçe nasıl yücelir ve O’ndan başka bir şey bulamazsa, gönlündeki dağın zirvesinin en derinde olduğunu bilirse dışındaki dağların yüceliğinin de onun zirvesinde değil temsil ettiği anlamda olduğunu bilir. Kendini bilmedeki “kendi” Hakka’ ait olandır çünkü. O bilinmeden ne bilinebilir ki.

Başka bir deyişle iman nasıl iç yolculuğumuz ise kulluk da dış yolculuğumuzdur. Kulluk iç yolculuğumuzun muradıdır. Kulluk bu anlamda bilmektir, hilafet bağlamında dünyayı imar etmek, yani bir ahlak ve fıkıh üzerine yaşamak, şehirler kurmak, adaleti esas bellemek, salih amel ve mahremiyet bağlamında sadece kendimiz gibi olan insanlara değil, bizim dışımızdaki insanlara da misal olmaktır. İnsan insanı yolculukta tanır. Onun için en yalın halimiz yolculuğumuzdaki halimizdir. Bu dünyada iyi insanlar gördüğümüz zaman hemen şunu deriz “cennetlik insan”… Mesele budur, kendimizi, evimizi, ailemizi, şehrimizi, insanlarımızı, dünyayı cennetlik yapmadan cennete kavuşamayız ve yolculuğu tamamlayamayız. Bunu yapamadığı zaman da insan uçurumdan düşmüş olur. Dağın yar mı yâr mi olduğunu bu durum belirler…

Dağa boyun eğdirme, dağa hükmetme, onu tüketme güdüsü ile hareket eder modern ilkeler doğrultusunda hareket eden insan

Türkiye’deki dağlar, İslam şehirlerindeki dağlar, Batı şehirlerindeki dağlar… Bu şehirlerde yaşayanların dağlara bakışı nasıldır, bizimle aynı mıdır, bir kıyas yapılabilir mi?

Dağ bilinci olan insan dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın benzer şeyler hisseder. Bunun tek istisnası modern insandır. Çünkü modern insan, Tanrı, insan, dünya, akıl, varlık, tabiat, tarih, geçmiş, gelecek… her şeyi yeniden tanımladı. Dolayısıyla dünya ve insanlık tarihinde de arızi bir durum olan modern süreci istisna tutarsak bütün geleneklerde, hikmetlerde eşya ve hadiselere çok ciddi anlamda farklı bir bakış söz konusu değil. Te’vilde, temsilde farklılıklar olmakla birlikte bir asl’a ulaşma imkânı her zaman çok daha kolay. Tanrı dağlarının duldasında, Himalayaların eteğinde, Alplerin yanağında, And dağlarında, Klimanjero’da olsun fark etmez; hangi dağın yanında olursa olsun insanların bakışları çok farklı değildir. Farklılıklar biraz teemmül ve tenevvürle giderilecek türde. Çünkü hepsinde temel bağlam aynı. Kimisi bir sıfatı ve ismi perde yapmış o kadar. Benim açımdan Nur Dağı’na çıkarken veya Sevr’de, Uhud’da, Zeytindağı’nda, Prizren’de, Karakurum dağlarında, Balkan dağlarında hep aynı şeyleri hissettim. Eşya ve hadiselere bakışımız benzer olan bir Batılı veya Doğulu Erciyes’e tırmanırken veya onun etrafında seyr halindeyken de aynı şeyi hissediyor. Bu batıdaki insanlar için de geçerli doğudakiler için de. Nietzche’nin, Rousseau’nun bu husustaki metinlerini okuduğunuz zaman modern sürecin kıskacından yakınan insanların da benzer şeyler hissettiğini anlıyorsunuz.

Pür/sırf modern insan bunun tek istisnasıdır. Modern dönem bizatihi her şeyi kökünden değiştirdi. Yeni bir Tanrı, yeni bir insan, yeni bir dünya, yeni bir tabiat, yeni bir akıl v.b. ni kurdu adeta “yarattı”. En ötesi “Tanrı”yı bile kendi tanımladı. Böyle bir dünyada “Tanrıya inandım” dediğinizde bile neyi kastettiğiniz pek anlaşılmaz. Dağa boyun eğdirme, dağa hükmetme, onu tüketme güdüsü ile hareket eder modern ilkeler doğrultusunda hareket eden insan. Çünkü kendisini Tanrı kabul eder o insan, yaratıcı kabul eder. Tabiata boyun eğdirir. Bu tip insanların doğulusu batılısı olmaz. Bugün Müslüman ülkelerdeki insanların bile maalesef çoğunun böyle olduğunu söyleyebilirim. Dağ tırmanışı yapan insanlardaki tabiatı işgal ve boyun eğdirme, onu yenme güdüsü benim için tipik modern insan tutumudur. O dağı bilmez, anlamaz. Onun derdi insanın “yaratıcı gücü”dür. Dünya ifsade edilmek için değil imar edilmek için yaşanır. Dünyayı imha değil ihya etmek gerekir. Bu da onu işgal etmek, istismar etmekle değil anlamakla, bağlamını bilmekle olur.


Bugün modern sürecin en komik, saçma, içi boş unsurlarını kutsayan ve kutsallaştıran insan, geçmişin anlamlarını “ilkel” diyerek terk ediyor

Tabiat, dağlar, tarlalar artık arkeolojinin, fiziğin konusu haline geldi, insan için sadece bir toprak parçası konumuna geldi. Ne geçmişten gelen menkıbeler ne de bize tevarüs eden türküler anlamını bulamıyor yeni dünyada. İnsanın dağa ve tabiata karşı duruşu gün geçtikçe niye daha anlamsız hale geliyor? Teknoloji, sosyal medya, yeni dünya vs bizdeki değişimin sebebi nedir?

Aslında baştan beri bunun bağlamını anlattım sanırım. Bu, hayata ve dünyaya, tarihe ve geleceğe bakış açısı ile ilgili. Modern süreçle insan tarihte eşi benzeri görülmemiş bir “varlık” haline geldi. Önce “Tanrı’dan kurtuldu” sonra kendi dahil her şeyi kaybetti. Bu kurtulma elbette ki varoluşsal bir kurtuluş değil zihinsel, bilgisel bir kurtuluş iddiası. Ama iddiası bile insanı, dünyayı tahrip etmeye yetti. Söz konusu yeni insan, tabiata düşman gibi yaklaştı. Onu ilkel ve barbar kabul ederek “uygarlaştırma ve güzelleştirme” işini kendine görev bildi. Derdi cennetten kovulmasının intikamını alırcasına dünyada bir cennet kurmaktı. Sonuç ortada. Matematik ve mekanik nizamı birlik, ahenk ve güzellik zannetti. Oysa bu insanı, zamanı, mekânı, tarihi, şehri ve geleceği tüketti. Mekanizm insanın bakmasını ve görmesini engellediği gibi düşünmesini hayal kurmasını da engelledi. Bundan dolayı da tabiatı tuvalinde, kentinde “icat” etmeye “yaratmaya” kalktı. Güzellik dediği şey güzel olandan önemliydi. Görüntü görünenden önemliydi. Fakat bunların hepsi dilek ve temenni idi. Bugün yapay zekâ ve yapay insan tartışmaları aslında zaten vazgeçtikleri insandan temelli kurtulmanın bir başka yoludur. Yapay bir dünya, yapay bir cennet doğal insanla olamazdı zorunlu olarak. “Tanrının kovulması” dediğimiz hadise bir bakıma zamanın ve mekânın, eşya ve hadiselerin “ilahi bağlamının” yok sayılmasıdır. Varlığı insanın hevâ ve hevesi bakımından anlama ve anlamlandırma biçimidir. Böyle bir durumda topraktan, taştan, pınardan, dağdan, şehirden, zamandan ve mekândan söz edemezsiniz. Varlığın, eşyanın hafızası birinci derecede onun yaratılış gayesidir. Muradı ilahi bizim hafıza zeminimizdir. O olmadan tarihi ve hafızayı oluşturabilmek mümkün değildir.

Bugün iktisat, matematik, mantık eksenli bir hayat tasarımı sadece dağları değil, insanı, şehirleri kutsalından, türkülerinden, şiirlerinden, hikayelerinden soyutladı. Kapitalizm için tek değerli şey iktisadi bağlamı olan şeydir. Rasyonelleşme diyerek aklı kaybetti insanlık. Mistikleşme diyerek gönlü kaybetti. Bugün modern sürecin en komik, saçma, içi boş unsurlarını kutsayan ve kutsallaştıran insan, geçmişin anlamlarını “ilkel” diyerek terk ediyor. Modern insan teki bunu kendi başına yapsa sorun değil. Modernite bütün iddialarına rağmen insanı ve toplumu tek düze “sürüleştiren”, “sıradanlaştıran” bir bağlama sahip. Ve modern insan neyi niçin yaptığını asla ve asla sorgulamıyor. Süreç ve akış onu tanımlıyor ve belirliyor. Sosyal medya ve teknolojinin insan hayatını böylesine belirlemesi bunun en son ve somut göstergeleri. Mekanikleşen zihin, insan, toplum ve dünya artık yapay zekâ ve yapay insanı konuşuyor. Şu an içinde bulunduğumuz dijitalleşme süreci bir imaj ve simülasyonlaşma sürecidir. İnsanlar modern süreçte başka türkü yaşayabilmenin, inanabilmenin, düşünebilmenin imkanlarını sorgulamıyorlar bile… Tehlikeli olan bu.

Yalnızlığın tek başınalık olmadığını, dağlaşmak olduğunu Akif Emre’den öğrendim

Dağ gibi adamdı Akif Emre. Rahmet olsun. Akif Emre ile dağ, tepe, vadi gezdiniz ve sohbet ettiniz. Akif Emre nasıl yol arkadaşıydı, Akif Emre için dağlar-Erciyes Dağı- ne ifade ediyordu?

Benim dağlarımın en önemlilerindendi. Rabbim gani gani rahmet eylesin. Akif abi ile Erciyes’in etrafı, Aladağlar’ın belli bölgeleri, Kapadokya, İstanbul vs. pek çok yeri gezdim. Ama bunların içinde özellikle İstanbul’u ve Erciyes’i ve etrafını onunla gezmek başka bir şeydi. O tam anlamıyla bir yol arkadaşıydı gerçekten. Gezdiği mekânı sırf mekân olmanın ötesinde bir zaman yolculuğu ile tarih haline getirir sonra da muhayyilesi ile gelecek haline getirerek dolaştırırdı. İslam coğrafyasını detaylı gezdiği için mukayeseler yaparak dolaşırdı. İslam düşüncesinin mimariye ve mekâna yansımasını izler ve göstergeler bağlamında o kadar iyi anlatırdı ki adeta zamanda yolculuk yapardınız. Mesela Kayseri’de Ağırnas’ı geziyoruz, Mimar Sinan’ın doğduğu köyü… Oradan başlar Mimar Sinan’ın eser koyduğu her yere gider, neyi götürdüğünü, derdinin ne olduğunu, bir dünya görüşünü mimari bağlamında nasıl nakış nakış işlediğini somutlaştırır sonra Erciyes’e bakar susardı. Akif abi için Erciyes her şeyden önce elbette Mimar Sinan ve Süleymaniye idi. Mimar Sinan’ın muhayyilesinde, kubbe anlayışında ve mimarlık tasavvurunda Erciyes’in, yöredeki taşların etkisini anlatırdı uzun uzun. Oradan da tabi ki Nur Dağı’na giderdi. Bütün dağları onun bağlamında anlama ve anlatma bize Akif abiden miras. Bundan dolayı da Arafat Dağı, Nur Dağı, Uhud Dağı, Sevr Dağı, Tur Dağı, Zeytindağı bizim Erciyes ve diğer dağlara bakış açımız bakımından önemlidir.

Onunla ilgili elbette en önemli hatıram o ağaç altındaki meşhur fotoğrafımı çektiğim Erciyes’in arkasındaki Evliya Tepesi’ne çıkışımızdı. Tam zirvesinde Selçuklu dönemi Velisi yatıyordu. Şem’un el Gazi’nin orada yattığına inanılıyordu. Hatta buradaki izlenimlerini yazmıştı. Oradaki heyecanını, coşkusunu, farklılığını unutamıyorum. Bir Erciyes tarafına bakıyor Evliya tepesinden, bir karşıdaki Demirkazık ve Aladağlar’a, sonra Sultan Sazlığı’ndan Zengibar Kalesi’ne, Kurt Dağı’ndan Tekke Dağı’na , Bakır Dağları’ndan Toroslar’a her yeri geziyordu.Tek ve Tenha’yı orada anlatmıştı. Bir insanın dağlaşmasını ve dağların insanlaşmasını orada daha iyi anlamıştım. Oradaki halimizden o kadar etkilenmişim ki Akif Abi’yi rüyamda gördüğümde genelde burada veya mutlaka bir dağda görüyorum.

Onun bu bütünlük ve süreklilik sürecini ifade etmesinde kendisinin dağ gibi insan olması ile birlikte kendisindeki dağ fikrinin ve eşya ve hadiselere bir bütünlük ve tevhid ilkesi çerçevesinde bakmasının büyük etkisi vardı. O da her daim gönül dağında yaşayan bir insandı. Yalnızlığın tek başınalık olmadığını, dağlaşmak olduğunu Akif Emre’den öğrendim. Akif abi ile bir dağda dolaşmak, bir çay ocağında çay içmek veya ofisinde sohbet etmek, İstanbul sokaklarında dolaşmak birbirinden farklı şeyler değildi.

Akif abi İslam’ın bir hafıza, ortak bir dil, bir hayat nizamı ve dünya görüşü olduğunu savunurdu

“Dağ neden insanı çeker? Yahut neden “dağın çağrısı”na karşı koyamayız? Bizim dağla kurduğumuz ilişkinin, dağa yüklediğimiz anlamın yaşadığımız coğrafyanın dağlık yapısının bir sonucu olduğunu söyleyebilir miyiz?

Dağın çağrısı heybet, görkem ve bilinmeze doğru bir davet olsa da aynı zamanda insanın imkansızı aşma denemesidir. Dağı aşma fikri insanın kendini aşmaya kapı açar. Bu anlamda dağın bizdeki çağrışımı bütün maddi tezahürlerine rağmen “aşkın” olana bir çağrıdır… Dağa yükseldikçe ya da dağda yükseldikçe müteal olanı benliğimizde en yakıcı biçimde hissetmemek mümkün mü? Dünyaya küstüğümüzde, yeryüzü adeta dar geldiğinde neden alıp başımızı dağlara çıkarız? Bu dağ metaforunun bize özgü olduğunu sanmıyorum. Kimi coğrafyalarda çöl ve deniz ya da ıssız bozkırlar aslında birer dağ imgeleminden başka nedir ki. Şehrin gürültüsünden uzakta bir dağa çıkmak her zaman çeker beni. Ama dağa çıkmasam da dağın görkemine dalmak daha da çeker. Dağ bizzat sonsuzluk düşüncesidir. Sonsuzluğa yaklaştığımız nispette varoluşumuzu idrak ederiz. Çünkü dağ heybet ve hayrettir. Dağın ihtişamı hayretimizi celbeder. Hayret ve haşyet duygusu acziyetimizi fark etmemize kapı açar.” diyen bir insanla yolculuk yapıyordum. Bunun bilincini taşıdım hep.

Dağ fikrinin Akif Abi’de nasıl bir bütünlük fikri ve tevhid ilkesine dönüştüğünü ise onun sadece dağ, mimari, şehir ve mekân yazılarında değil, dünya görüşü ve hayat nizamı ile ilgili yazılarında da hep görürsünüz.

Akif abi İslam’ın tarihsel tecrübesinin ve İslam düşüncesinin bir bütünlük ve süreklilik ilkesi çerçevesinde anlaşılmasını çok önemserdi. Onun İslamcılık düşüncesinin temeli ve özü buydu. Akif abi İslam’ın bir hafıza, ortak bir dil, bir hayat nizamı ve dünya görüşü olduğunu savunurdu ve bunun da tarihsel anlamda bir gerçeklik olarak tecrübe edildiğini belirtirdi. Bugün modern dünyaya İslam’dan ve Müslümanlardan başka bir önerisi olabilecek başka bir kesimin olmadığının altını ısrarla çizerdi. O son iki yüzyıldır muhafazakarlaşarak, modernitenin ve aydınlanmanın ilkelerine göre İslam tarihini yeniden kurgulamaya çalışanları ve İslam tarihini Batı tarihine eklemleyerek bir ayrıntı haline getirmeye çalışanları da İslam düşünce geleneğini bütünlüğünden, özgünlüğünden ve genelliğinden soyutlayıp onu bir detay haline getirip Yunan felsefesine eklemleme çalışanları da bazen üzülerek, bazen hayıflanarak bazen de hüzünle gülerek seyrederdi.

Akif abinin bana Kudüs’ü, Endülüs’ü, Bosna’yı, Isfahan’ı, Buhara’yı, Semerkant’ı gezdirmesini çok istiyordum

Akif Emre ile eskisi gibi dağ, tepe, vadi gezseydiniz hangi şehirlerdeki dağları görmek ve muhabbet etmek isterdiniz?

Aslında vefatından iki yıl önce müthiş planlar yapmıştık. Kudüs, Mekke, Medine başta olmak üzere, Bosna, Endülüs, Üsküp, Prizren, Türkistan, Isfahan, Hindistan başta olmak üzere pek çok şehri ve ülkeyi, Ağrı Dağı, Kaçkarlar, Süphan Dağı, Çiçekdağı (hatta Çiçekdağı planını Hüseyin Su ile birlikte yapmıştık) gibi dağları birlikte gezme planları yapmıştık. Nasip olmadı. Onun vefatından sonra ben bunların bir kısmını gerçekleştirdim. Tabi bu gezileri yaparken de onun metinlerinden, yazılarından satır satır yol yapıyorum kendime. Gezdiğim yerlerde her an yadımda oluyor. Yine gönülden gönle sanki birlikte geziyor gibi bir hisle dolanıyorum. Ama hayat bu, her şey olacağına varıyor… Ancak özellikle Akif abinin bana Kudüs’ü, Endülüs’ü, Bosna’yı, Isfahan’ı, Buhara’yı, Semerkant’ı gezdirmesini çok istiyordum. Nasip olmadı. Lakin onun izleri ve göstergeleri çerçevesinde ben gezilerimi sürdürüyorum. Allah gani gani rahmet eylesin…