“Hayatın gürültüsünden birbirimizi göremiyoruz. Gürültü var: Ne bir ses duyuyoruz ne de sesimizi duyurabiliyoruz. Hızın esaretinden birçok detayı ıskalıyoruz. Sahte hazların peşinden koşturmaktan bir türlü huzur bulamıyoruz.
Vakit daraldı ve söyleneceklerin çoğu söylenmedi henüz, uyanmalıyız. Durup dinlenmeliyiz, durup düşünmeliyiz. Ama durmalıyız önce. Durmalı, durulmalı, durulanmalı ve içimize doğru bir yolculuğa çıkmalıyız. Yola çıkmalı, yolda olmalı ve yol almalıyız. Yolu bulmalı, yol olmalıyız.”
Saadettin Acar ile içimize, kalbimize, yolumuza, dünyadaki yolculuğumuza, kaybettiklerimize ve son kitabı “Herkes İçine Baksın”a dair çok özel bir söyleşi gerçekleştirdik. Bizi kendimize doğru yolculuğa çıkaran bu çok önemli söyleşi ile sizleri baş başa bırakıyoruz.
İyi (Mücerret) okumalar
Sıkı Adamlar ve Güzel Şahitlik kitaplarınızın ardından üçüncü kitabınızı yayınladınız. “Herkes içine baksın” kitabınız denemelerden oluşuyor ve ismi de çok iddialı. Kitabınıza bu ismi koyma fikri nereden geldi, kitabın içindeki konuları belirlerken kafanızdaki düşünce dünyasını bize açar mısınız?
Biz Müslümanların, uyarma, hatırlatma gibi çok temel bir ödevi var. Bu aynı zamanda varlık nedenimizdir. Hem kendisine hem unutkan insanoğluna unuttuklarını hatırlatma Müslümanın vecibelerindendir. Hatırlamamız ve hatırlatmamız gereken bir kalbimiz var. Onu unuttuk çünkü. Ki kalp yoksa, iç dünya ihmal edilirse insandan da söz edemeyiz artık.
Modern dünya, her zamankinden daha fazla bize içimizi unutturdu. Kalbimizi, ruhumuzu, manamızı… Bütün bakışımızı dışımıza; dünyaya, fiziğe, maddeye çekti. Madde, fizik, nesne bağımlılığı bizi içimize bakmaktan alıkoydu. Halbuki içimiz, dışımızdaki bütün hareketlerin de kaynağıdır. Din, İslam, bir harekete anlam verirken onun içten gelip gelmediğine bakar. İhlas, takva, huşu, samimiyet iç meselelerimizdir. Bunlar bir fiilin kendisinde gözükmez zira. İhlas, bir hareketin kendisinde görülen bir şey değildir. Hareketteki ihlas görülmez. Çünkü o tamamen içle ilgili olan bir şeydir. Örneğin; iki hayvan kesiliyor. İki hayvanın kesme şekli aynıdır aslında, görünürde aralarında hiçbir fark yok. Bıçak alınır, hayvan yatırılır ve boğazlanır. Birisini kurban, diğerini kasaplık et yapan nedir? İki fiilden birini ibadet yapan şey nedir? Çünkü aynı fiili işliyoruz görünürde. Aynı hareketlerden birisi Allah’ın çok sevdiği ibadete dönüşürken diğeri anlamsız bir fiil olarak kalıyor. İşte hareketimize bu ulviliği katan şey içimizdeki niyettir. Bizim ruhumuzdur, kalbimizdir. Hareketlerimizi ibadete dönüştüren bizim iç dünyamızdaki niyettir. Mesela bir insan sabahtan akşama kadar yemek yemiyor, içmiyor. Başka birisi de yemiyor, içmiyor. Birisinin o hareketini o büyük ibadete; oruca dönüştüren şey niyetten başka bir şey değildir. Öyle değil mi? Niyet olmazsa Kabe’ye gitmek bir turistik seyahatten öte bir anlama gelmez. Bunun gibi birçok başka örnek verilebilir.
Niyet, bir kalp ve gönül meselesidir. Niyet, kalbin amelidir. Biz Müslümanlar, içimizde verdiğimiz kararlarla, içimizdeki halis niyet ile, ihlas ve takva ile hareketlerimizi ibadete dönüştürürüz. Bizler bu inceliği yitirdik.
Bundan dolayı insanların dikkatlerini içlerine doğru, kalplerine doğru çevirmenin bir vazife olduğunu düşünürüm âcizane. Kendi çapımda, bu hassasiyete dikkat çekmek istedim. Özellikle son yıllarda maddeyle, parayla, imkanlarla imtihanlarımız arttı. Aşırı bir şekilde dünyevileştik. Maddenin ve nesnenin esiri olduk. Kalbimizi ihmal ettik. Bu da sayamayacağımız kadar çok sorunu da beraberinde getirdi. Bu sebeple, herkes içine bakmalı, oraya eğilmeli diye düşünüyorum.
Dünyayla ve hayatla ilişki kurdukça kalp kirlenmeye başladı.
Peygamberimiz, “Vücutta bir et parçası var, o bozulursa bütün vücut bozulur. Dikkat edin, o kalptir” diyor. Biz içimize bakmayı ihmal mi ettik, kalbimiz mi bozuldu, herkes neden içine baksın?
Bizim iç dünyamızı ihmal ettiğimiz gayet açık. Dışımızı habire inşa ederken içimizi harabe bıraktık. Onu yok saydık. Tüm yatırımımızı vitrinimize, dışımıza yapıyoruz. Efendimiz aleyhisselamın, kalbi hayatın ve bütün hareketlerimizin merkezine koyması ne kadar anlamlıdır. “O düzelirse bütün vücut düzelir, o bozulursa bütün vücut bozulur.” buyuruyor. Efendimiz biyolojik bir et parçasından söz etmiyor elbette. Harekete mana katan, ruh katan, onu ibadete dönüştüren bir kalptir burada söz konusu edilen. Biz orayı kirlettik. Oysa Allah Teala bize onu tertemiz, piru pak bir şekilde teslim etmişti. O bizi fıtrat üzere yaratmıştı. Fıtrat üzere olmak, tertemiz ve masum yaratılmış olmaktır. Bütün güzelliklerin hafızasıdır fıtrat. Biz onun çok uzağına düştük.
Tertemiz, pürüzsüz bir ayna gibidir fıtrat. Bizler dünya ile, eşya ile, hayat ile, kısacası masiva ile ilişki kurdukça o tertemiz selim kalp kirlenmeye başladı. Bu temaslar neticesinde kalbin yani o tertemiz aynanın üzerine tozlar, kirler düşmeye başladı. Kirlenen bir aynadan pürüzsüz bir yansıma elde etmek imkansız oysa. O aynadan ilham çıkmaz, ikram çıkmaz, keşif çıkmaz, berekat ve fuyuzat yansımaz. Kirlenmiş, tozlanmış bir ayna güzelliği yansıtamaz. O aynanın temizlenmesi lazım. Bundan dolayı aynamızın üzerine düşmemiz, onu temizlememiz lazım. Fıtrata dönmek aslında, o aynayı ilk haline döndürme çabasıdır. Bizim kalbimizi yeniden o tertemiz fıtrata döndürmemiz lazım. “Allah’ın insanları üzerine yarattığı fıtrat”a yani. Bunun yolu var ve o yol daima açık.
Fıtrata dönmek dış dünya ile teması tümden kesmek değildir. Hayır, asla. Hayatla, dünyayla, eşyayla, nesneyle ilişkimizi sıfırlayamayız. Biz bu dünyada yaşıyoruz. Yaşamak başlı başına bir ilişki ve temas sebebidir. Bundan kaçınamayız. Çoluk çocuğumuz ile, çevremiz ile ilişkilerimiz elbette devam edecek. İslam ruhbanlığı yasaklıyor zira. Ayrıca “dünyadaki payını da unutma” emri var. Burada temel mesele başka.
Rabbimiz buyuruyor ki; “Biz onlara ayetlerimizi, afakta ve enfüste göstereceğiz.” Bir taraftan bakışımızı afaka, ufuklara, dünyaya, evrene yönlendirirken Rabbimiz ve oradan hikmetler devşirmemizi emrederken diğer taraftan da sürekli içimize, kalbimize yoğunlaşmamızı emrediyor. Onu ihmal etmememiz emrediliyor. Afak ve enfüs müminin dünyasında iki kanat olmalı, hayata bakışında ve yol boyunca. İki kanat, evet. Başka türlü yükselebilmemize imkan ve ihtimal yok. Modern insanın ve modern zamanların en büyük sorunu bu işte. Fiziği, maddeyi yani dışını alabildiğince güçlendirirken içini boş, bakımsız bıraktı. Kalbi yoksul bıraktı, zayıf ve savunmasız bıraktı. Bu da dengesizliğe yol açtı. Fizik ve madde lehine bir dengesizlik… İşte bunun için biz Müslümanların, dikkatleri, ihmal edilen tarafa; kalbe ve ruha doğru çevirmemiz lazım.
Dünyayı cennete çevirme çabası içinde olmayanların cennet talebi eksik kalır
İnsanlarla temas ettikçe kalbimizin bozulmama ihtimali var mı… Gözümüzün baktığı her yerde gönlümüzün kirlendiği bu dünyada kendimizi koruyabiliriz miyiz?
Bu dünyada yaşıyorsak bu dünyayla temas kurmak kaderimizdir, bundan kaçamayız. Bu dünyaya geldiysek bu dünyaya gelmemiş gibi yapamayız. Yaşıyorsak yaşamıyormuş gibi hareket edemeyiz. Dünyayla temas kuracağız elbette. Ayrıca bu dünyayı imar etmek gibi bir görevimiz de var. Efendimiz aleyhisselam, dünyaya gereken anlamı ve değeri vermemizi hatırlatıyor sıklıkla. Bir itidal ve denge içinde hayatın tam merkezinde olmamız isteniyor bizden. Çünkü “ümmetlerin en hayırlısı” olarak bizler hayattan çekilirsek insanoğlunu zalim ve Allah korkusu olmayan bir aklın ve karanlığın eline bırakmış oluruz. Buna hakkımız yok. Din bizden hayatın ve varlığın, ulaşabildiğimiz her alanına dokunmamızı istiyor, haddi hududu gözeterek. Merhum Turgut Cansever, “Benim bütün çabamın temelinde şu hadis-i şerif vardır, derdi: ‘İnsanın dünyadaki esas vazifesi onu güzelleştirmektir.’ Dünyayı güzelleştirmek, onu imar ve inşa etmek temel vazifemizdir. Hem ancak dünyayı cennete çevirmek isteyenler cennete talip olabilirler. Dünyayı cennete çevirme çabası içinde olmayanların cennet talebi eksik kalır.
İnsanlarla bir şekilde ünsiyet kurmamız lazım, evet. Yüce Allah’ın bizden, dünyadan ve insanlardan yalıtılmış bir şekilde yaşamak gibi bir talebi yok. Aksine bu zemmedilen bir durumdur. Bizde evlenmemek, çoluk çocuğa karışmamak yoktur mesela. Ama burada hududullahı daima aklımızda bulundurmamız isteniyor. Ve bir denge emrediliyor. Ne Çin ve Hind’de olduğu gibi dışı yok sayan bir içsellik, ne günümüz batı kapitalist sisteminde olduğu gibi içi yok sayan bir dışsallık… Burada İslam, tasavvuf eliyle çok ince bir şekilde hayata müdahale ediyor, bu dengeyi kurmak ve korumak için insanlara bazı metotlar öğretiyor. Küçük bazı dokunuşlarla hayatı bir denge üzerine kurmanın ipuçlarını veriyor. Dokunacağız ve kirleneceğiz zira. İşte bu kirden kurtulmanın yollarını İslam tasavvufu bize öğretiyor. “Allah’ı çokça anın”, “Allah’ın zikretmekle kalpler itminan bulur” diyor mesela. “Nefsini tezkiye eden felaha kavuşmuştur” buyuruyor mesela. Mesela “Tövbe eden, hiç günah işlememiş gibidir” diyor Efendimiz. Günahından pişmanlık duyan, o günahı hiç işlememiş gibidir. Tövbe-i nasuh. Tövbe kapısı yani fıtrata dönme imkanı her zaman açık.
Ayna metaforuna başvurmuştuk, devam edebiliriz oradan. Fıtrat aynası bize tertemiz verilmiştir ama aynanın kirlenmesi mukadderdir; kirlenecek o ayna. Efendimiz aleyhisselam buyuruyor ki, “Bütün Adem çocukları günahkardır. Ama onların en hayırlıları en çok tövbe edenlerdir.” Evet, kirleneceğiz ama Allah Teala bize o aynayı ilk haline döndürmenin yolunu ve imkanını da gösteriyor. O aynanın üzerine tozlar düşecek, bu kaçınılmaz. Bunu haram, günah, Allah’ın istemediği davranışlar diye anlayalım. Üzerine tozlar düştükçe ayna Allah’ın ikramlarını dışarı yansıtamaz hale gelir. O aynayı ihmal eder, unutur, bakımsız bırakır, sık sık temizlemezsek bir müddet sonra simsiyah, paslanmış bir cam parçasına dönüşür. Anlamsız, üzerine gelen hiçbir nuru, hiçbir anlamı yansıtamayan bir cam parçasına…
İşte din bize, aynanın üzerine tozlar düştükçe, o tozları temizleme imkanınız var, diyor. Mesela zikirle kalplerinizin paslarını silebilirsiniz. Allah’ı hem dille anmak hem de kalben, manen O’nu ve kudretini devamlı hatırda tutmak, hatırlamak yani. Tövbe ile arınabilir, içinizi tertemiz hale getirebilirsiniz. Muhabbet, merhamet, sadakat, uhuvvet, halis niyet… Hakeza ihsan, tefekkür, takva, ihlas… Bütün bu kavramlar kalbin meselesidir.
Kirleneceğiz, bu kaçınılmaz, dedik. Allah’ın ikramına mazhar olanlar hariç bu dünyaya gelip de bu dünyanın kirine, pasına hiç bulaşmadan gidebilecek kimse yok. Muhakkak dokunacağız, kirleneceğiz, kalbimiz kayacak ama Allah Teala bize bu kirden kurtulmanın yollarını her zaman öğretmiştir. İnsan olmak da biraz böyledir. Kirlenip pişman olmak, günah işleyip tövbe etmek, aynanın üzerine düşen tozları sık sık temizleyip fıtrata dönmek…
Ölüm düşüncesini diri tutan insan dünyaya dünya kadar değer verir
Dünyada yaşıyoruz. İçimizdeki yol kadar uzun olmayan kısacık fakat tehlikeli bir yoldayız. Her taraf tehlikelerle dolu. Bu yolda, dünyada, içimizi kirletecek ve kalbimizi bozacak tehlikeler fazlasıyla mevcut. Kendimizi bu yolda nasıl koruyacağız, dış dünya ile dengeyi nasıl sağlayacağız?
İlk insan Hz. Adem’den beri dünya ile meselemiz var. Peki dünya nedir? Sufilerin bir dünya tanımı vardır, malum. Zemmedilen dünyadan söz ediyoruz tabi. O tanımda şehvet dünyanın bir parçasıdır, nefis dünyanın bir parçasıdır, şeytan dünyanın bir parçasıdır, mal ve evlat dünyanın bir parçasıdır, makam ve zenginlik dünyanın bir parçasıdır. Bütün bunları içine alan ve eleştirilen bir dünyadan söz ediyoruz. Bizim bunlarla bir şekilde münasebetimiz devam edecek yaşadığımız sürece. Çok özlü bir söz biliyorum, meselemizi özetliyor. “Dünyanın içine gir ama dünya senin içine girmesin.” Evet, bütün mesele dünyayla kuracağımız ilişkide dengeyi yakalayabilmek. Dünyadan istifade ederken dünyanın bizi sömürmesine, yönetmesine izin vermemek. Dünyanın nimetlerini tadarken dünyanın bizi ele geçirmesine fırsat vermemek. Daima yakaza halinde olmak. Bütün mesele bu. O dengeyi koruduktan sonra dünyayla temasın hiçbir mahzuru yok elbette. Hayati meselemiz yüz-göz olmamak… Amellerimizin karşılığını bulacağımız yer olarak değil de amel edebileceğimiz yer olarak dünyaya bakmak… Burada ekip öte yandan biçeceğimizi bilmek… Böyle algılanırsa dünya bir nimete dönüşür aslında. Varlık, bir nimet olur. Dünyada yaşamak bir nimet halini alır. Ama kendimizi dünyanın şehvetine, zevkine, oyun ve eğlencesine kaptırırsak, her şeyi buradan ibaret sayarsak dünya o vakit bizim için bir sorun ve tuzak haline gelir.
Buradaki dengeyi sağlamanın yollarından birisi, ölüm duygusunu diri tutmaktır. Ölüm düşüncesini diri tutan insan dünyaya dünya kadar değer verir. Ölüm düşüncesini kafanızdan attığınız andan itibaren dünya, hazzın ve mutluluğun mutlak mekanına dönüşür. Onun için Efendimiz “ölümü çokça hatırlayın, hatırlatın” buyurur. “Zevkleri ve lezzetleri bölen ölümü…”, evet.
Her ölüm ve ölüm düşüncesi bize şunu söyler: Neyi seversen sev ondan ayrılacaksın, ne kadar bağlanırsan bağlan kaybedeceksin. Ayrılık senin için kaçınılmazdır. Ayrıca Müslüman ölümün bir son olmadığını, aksine ebedi hayatın başlangıcı olduğuna inanır. Orada hesap var; burada yapılan her şey insanın önüne konulacak, bir bir. Eksiksiz bir şekilde. Bu düşünce de, dünyadaki hayatımızı disipline eder. Yani daha düzgün, doğru-dürüst bir hayata ölüm düşüncesini diri tutmakla ulaşabiliriz. Fani dünyaya ederi kadar değer vermenin yolu ölüm düşüncesini daima hatırımızda tutmakla mümkündür. Bundan dolayı üstad Sezai Karakoç, imanın şartları içerisinde ölüm sonrasına inanmayı en önemli başlıklardan birisi olarak ele alır. Ölüm düşüncesinin bu dünyayı da düzenleyeceğini tekrarlar, durur.
Eğer kendimizi mükemmel ve eksiksiz olarak görürsek kaybımızın peşine düşmeyiz
İsmet Özel, “Neyi kaybettiğini hatırla” diyor. Sezai Karakoç, “Diriliş yeniden inanmak, yeniden düşünmek, yeniden duymaktır” diyor. Siz de kitabınızda silkiniş, diriliş üzerine yazılarınız var. Peki biz nasıl yeniden dirileceğiz ve kaybettiğimizi hatırlamaya, dirilmeye nereden başlayacağız?
Neyi kaybettiğimizi hatırlamaya, her şeyden önce bir şeyleri kaybettiğimizi hatırlayarak başlayabiliriz. Önce bir kaybımızın olduğunu bilmemiz lazım. Eğer kendimizi mükemmel ve eksiksiz olarak görürsek, bir kaybımızın olduğunu bilmezsek o kaybımızın peşine de düşmeyiz. Önce noksan olduğumuzu, kaybettiğimiz bir şeylerin olduğunu bilerek başlayacağız. Bu da insanın kendisini eksik ve günahkar görmesiyle alakalıdır. “Biz kendimize, nefsimize zulmettik Rabbimiz” demek bu noksanlığın farkına varmaktır aslında. Eğer kendimizi, kayıpları olan bir beşer olarak bilirsek ve bu bilinçle hareket edersek o vakit kaybettiklerimizin peşine düşmeye başlayabiliriz. Ama mükemmellik düşüncesi bizim herhangi bir kaybımız olduğu düşüncesini hatırımıza getirmez. Kuluz ve kusurluyuz her şeyden önce, bunu hatırlamalı.
Kur’an-ı Kerim “İnsan hüsrandadır” diyor. İman edenler, salih amel işleyenler, hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesna insan büyük bir kayıp içerisindedir. Neyi kaybettiğimizi buralarda arayabiliriz. İmanımız yerinde mi mesela, bakmalıyız bir. Salih amel neydi, hakk neydi, sabır neydi, bunları hatırlamamız lazım.
Bizim kendimizi hatırlamamız lazım. Bir kalbimiz vardı, onu hatırlamamız lazım. Mesela bazı meseleleri kendimizce büyük-küçük diye kategorize ediyoruz. Büyük siyasetlerin, büyük cümlelerin peşine takıldık ve sadaka, merhamet, ibadetler bizim için –haşa- küçük işler kategorisinde kaldı maalesef. Öyle düşünmesek de fiilen öyle kaldı. Bunu hatırlamak ve bunun üzerine yeniden düşünmek durumundayız. Kendimizce büyük büyük meseleler ile uğraşırken diğer meseleleri küçük kategorisine atıp ihmal ettik, tali ve furuat olarak görmeye başladık. Örneğin, günlük hayatımızda bizim Müslüman olduğumuzu gösteren en önemli belirtilerinden olan namazı neredeyse hayatımızdan kovduk. Çünkü biz büyük meseleler ile uğraşıyoruz. Namazı ise, cami cemaatinin, hacı amcaların, teyzelerin işi olarak zihnimize kodladık sanki. Bunu hatırlamamız lazım. Helal, haram meselesinde dengeyi kaçırdık. Kadın-erkek ilişkilerinde, para meselesinde kimyamız bozuldu. Bunları hatırlayarak yola çıkabiliriz mesela.
İşin özü şudur: Bizim topyekün bir muhasebeye ihtiyacımız var. Bir Peygamber terbiyesiyle başımızı iki elimizin arasına alıp tefekkür etmemiz lazım. Allah’ın istediği şekilde mümin olabildim mi, böyle bir gayret içerisinde miyim, bu noktada neler yapıyorum? Kayıplarımızı buralarda aramalıyız sanki.
Her imkanın bir imtihan olduğunu unuttuk
Peygamberimizin mesajından, özümüzden, 14 asır evvel ortaya çıkan ruhtan uzaklaştık. Küçük mesele ile büyük meseleyi karıştırdık. Kendi muhasebemizi yapamaz olduk. Bize ne oldu, ne oldu bize? Paraya mı, teknolojiye mi, moderniteye mi, dünyevileşmeye mi daldık?
Hepsine… Saydıklarınızın ve saymadıklarınızın hepsini dünya kavramının, kötü anlamdaki dünya kavramının içerisine koyabiliriz. Biz imkanlarla, bollukla, zenginlikle, modernizmle, teknolojiyle, hayatla fazlasıyla yüz-göz olduk. Daldık buralara ve çıkamıyoruz bir türlü. Her imkanın bir imtihan olduğunu unuttuk. Sadece yokluk bir imtihan değildir, varlık da büyük bir imtihandır oysa. Yokluk, sabrı ve şükrü gerektirir, evet, ama varlık da, infak gibi zorlu bir görevi gerektiren başka bir imtihan alanıdır. Yoklukla imtihan büyük bir meseledir, evet, mükafatı da çok büyüktür. Varlıkla imtihanın ise daha küçük ve daha az zor olduğunu kim söyleyebilir ki… Yokluk imtihanı, sabırla ve şükürle atlatılır ama varlık, elden çıkarma gibi bir zorluğu beraberinde getirir. Yoklukta kötülük işleme imkanımız bile yok belki, harama ulaşabilme imkanından mahrum kalmışızdır bir ihtimal. Varlıkta ise ulaşabilecekken onu reddetme direncini ortaya koyabilmekle o imtihanı aşmış oluyoruz. Reddetmek, direnmek, vazgeçmek, elden çıkarmak her zaman daha zordur. Bu sebeple bizim imtihanımız ağır seyrediyor. Kur’an-ı Kerim’in ve sünnet-i seniyyenin varlıkla imtihan noktasında çokça uyarıları vardır. Maalesef bizler imkanların çok fazla içinde kaldık ve bu imkanlar bizi, temel meselelerimiz ile ilişki kuramaz hale getirdi. Yer yer kalbimizi, özümüzü bize unutturdu. Yer yer bu hassasiyeti taşıyan insanları bile artık küçümser olduk. Yazık, bin yazık.
Nasihat, zekat çıkarmak gibidir
Sözü daha fazla yormayalım, kitabınızı okuyanlar muhakkak kendilerine nasihatler ve öğütler çıkaracaktır hatta kitabınızda “Dikkat: Nasihat! kendi kendime” bölümü bile var ama biz size de soralım, bizlere nasihatinizi öğrenebilir miyiz?
Nasihat benim işim değil, boyumu aşar. Ben, kendime nasihat ederim ancak. Kendime ettiğim nasihatlere de bazı kardeşlerimi şahit tutabilirim yalnızca. Onları kardeşlerimle paylaşabilirim en fazla. Yoksa bizim başkasına nasihat etmek gibi bir haddimiz yok.
İmam Gazali’nin, kendisinden nasihat isteyenlere verdiği bir cevap vardır: “Bir cisim yamuksa onun gölgesi nasıl düz olsun…!” “Siz benden nasihat istiyorsunuz, ben yamuğum, benden çıkacak nasihat de yamuk olur” demeye getiriyor büyük zat. “Nasihat, zekat vermek gibidir.”diyor. Ve zekat vermek de bir mala sahip olana düşer ancak. Nasihat de zekattır ve nasihat edebilecek kişi de o nasihatiyle amel eden kişi olabilir yalnızca. Nasihatiyle amel etmeyen kişi nasihat vermeye ehil değildir. Bizim de durumumuz da o.
Nasihat olarak şunları kendime hep hatırlatırım:
– Hayretimizi yitirmeyelim.
– Eşyayla ve varlıkla ilişkimizi bir denge içerisinde tutalım.
– Allah’ın bütün yaratılmışlarına şefkat ve merhamet nazarıyla bakalım.
– Kalbimizi ihmal etmeyelim, ruhumuzu yok saymayalım.
– Dünyadaki payımızı unutmamakla birlikte daima ölüm ve ahiret şuuruyla yaşayalım.
– Hiçbir günahı da, hiçbir sevabı da küçümsemeyelim.
– Tövbeyi ertelemeyelim.
– Namazlarımızı terk etmeyelim, ötelemeyelim, ertelemeyelim.
– Yalandan ve gıybetten uzak duralım.
– Kalbimizde kibre, kine, hasede, riyaya yer vermeyelim.
– Adil olalım, ahlaklı olalım, vefalı olalım.
– Haram lokmadan uzak duralım.
– İnfakla malımızı ve ömrümüzü bereketlendirelim.
Yorum ekle