Yazarlar

SEN, ÖTEKİ!

Bunları anlatmak için ömrü vefa etmeyenlere ithaf edilmiştir. Beni affetsinler: Her şeyi göremedim, her şeyi hatırlayamadım, her şeyi sezemedim.

Aleksandr  Soljenitsin

‘Bilenlerin konuşmadığı, bilmeyenlerin soru sormadığı, soranların cevap alamadığı’ bir toplum  gönüllü cehalet içinde kalır. Gözlerini yumar, ağzını kapatır, kulaklarını tıkar ve  böylece kapısının önünde işlenen suçtan bir haberinin olmadığına inanır.

Primo Levi

“Çünkü öncelikle bu onların şiddeti değil, bizim şiddetimizdir.” demişti Jean Paul Sartre, kara kıtanın büyük öfkesini, hasta olurcasına yahut  bir hastalığı  ruhundan kovarcasına Yeryüzünün Lanetlileri’nde kusan Frantz Fanon’un kitabına yazdığı önsözde.  Bazen öfke yegane sığınağı olur insanın. Çünkü sessizlikten daha acıklı bir şey yoktur. Bütün dünya senin acına karşı dilsiz kesilmişse, haksızlığa duyduğun hınç seni sağaltır. Varlığını eksiltmek ve seni insanlıktan çıkarmak isteyenlere karşı bir direniş olarak öfke. Öfkeliyim, o halde varım.

Gözümüzün önündeki şiddet

Bugün Filistin’de yürütülen sistematik aşağılama politikası, kayıtsız şartsız bir teslimiyet istiyor toprağı işgal edilmiş Filistinlilerden, dizlerinin üzerine çökmesini ve ayrımcılığa rıza göstermesi, atalarının toprağı üzerinde hak iddia etmemesi bekleniyor. Suçun masumiyet kıyafetiyle arz-ı endam ettiği bir zamandan geçiyoruz, artık ‘kendisini haklı çıkarması gereken masumiyettir’. Ne de olsa katilin ‘mantıklı dayanakları’ vardır.  Pek çok insanın aklına şu soru geliyor: Ataları geçmişte -acımasızlığa maruz kalmış insanlar, nasıl oluyor da bu acımasızlığın bir benzerini toprağını elinden aldıkları insanlara karşı yaşatabiliyor? Holokaust acısı aslında bir tür açık çek gibi kullanılıyor. Yahut her şeyi yıkayıp aklayacak, kanlı elleri temizleyebilecek kuvvetli bir deterjan gibi.  İsrail devleti geçmişteki kurbanların acılarını istismar ederek bugün kendisinin sebep olduğu acıları görmezden geliyor.  Geçmişteki kurbanların talihsizliğinden geleceği sahiplenmeye doğru bir köprü inşa ediyor.   O acılardan ‘peşinen imzalanmış bir ahlaki haklılık sertifikası’ üretiyor. Zygmunt Bauman’ın Modernite ve Holokaust adlı kitabının son bölümünde belagatle tartıştığı gibi, ‘Holokaust’un en tehlikeli mirası, günümüz faillerinin, dünün acılarının öcünü aldıkları ve yarının acılarını önledikleri inancıyla, başka bir deyişle, etiğin onlardan yana olduğu kanaatiyle davranıp yeni acılara yol açarak…yeni kurban kuşakları yaratmaları olasılığıdır. Bu belki de Holokaust’un en büyük lanetlerinden ve Hitler’in ölüm sonrası zaferlerinden biridir’. Böylece dünün kurbanları bugünün kurban edicileri haline gelebilir. Zaten her kurbanın içinde bir cellat nöbetini bekler ve sırası geldiğinde ötekine karşı zulüm ve aşağılama korosuna katılabilir. Kafasını ipten yeni kurtarmış olan kişi en büyük zalimliklere meyledebilir.  Kötülüğün sistematik üretimine, başkasına karşı etnik temizliğe, ülkenin ‘saf olmayan’ unsurlardan arındırılması işlemine gönüllü yazılabilir. Tedhiş üzerine kurulu bir milli kimlik inşası için dış dünyanın sürekli bir tehdit olarak kurgulanması gerekir. ‘Biz çabuk davranmazsak onlar gelip bizi yok edecek’ paranoyası milli kimliğin kurucu bir unsuru haline getirilerek toplum militarize edilir. Bauman’ın ifadeleriyle : ‘Onlar, Yahudilerden nefret eden ve kanlı elleri çözülürse onları da kurbanları arasına katmaktan geri durmayacak katillerin yaşadığı o diğer dünyaya daha çok benzeyen bir dünyada daha rahat ederler. Kendilerine yönelik her düşmanlık işaretinden anlamlı bir tatmin çıkarırlar; çevrelerindeki kişilerin her hareketini bu düşmanlığın açık ya da gizli bir ifadesi olarak yorumlamaya hazırdırlar.’ Böylece,  ‘dünyanın düşmanlığında, dünyanın düşmanlığını kışkırtma ve dünyanın düşmanlığını sürdürmekte kazanılmış bir hak’ görürler. Dün Varşova’daki gettoları çevreleyen duvarlarla bugün Filistin yurdunu bir açık hava hapishanesine çeviren duvarlar arasında büyük benzerlik vardır. Hitler, hayattayken başaramadığını ölümünden sonra başarmış gibi görünmektedir. Geçmiş kurbanlığın bu şekilde istismar edilmesi, soykırımdan çıkarılması gereken ahlaki dersi de berhava eder ve kurbanların acıdan arınmış olarak çıkacağı söylencesini yaralar. Acı kurbana bir asalet, bir yüceliş sağlamak şöyle dursun, onu gözü dönmüş bir tahsilatçıya çevirmiş ve geçmişin acılarını bulduğu ilk fırsatta acil bir biçimde tahsil etme telaşına kapılmıştır. Dünün zaliminden intikam almak mümkün olmadığına göre bugün en yakınında kimin canını acıtabilecekse oraya yönelir.  Geçmişin kaderini yeni kurbana uyguladığı şiddetle geri döndürmek, bir sahte zafer yaratarak geçmiş zayıflığın utancını kudretli bir zalimlikle ikame etmek ister. Ellerine kırbaç geçtiğinde, onu nasıl da maharetle kullanabileceklerini göstermek istiyor gibidir.

Soykırımın bir medeniyet yoksunluğu/eksikliği değil, rasyonel medeniyette olağan bir ilerlemeyle ortaya çıktığı dile getirilmiştir.  Öteki’nin süreğen keşfinde Batı’nın hiç sıkıntı yaşamamış olması gerçekten hayret-i şayan bir durumdur, hemen her toplum kendine bir öteki yaratma eğilimindedir elbette, toplulukların, hele ki ulusların ‘kimlik’ oluşumu için vazgeçilmezidir öteki, hoşgörüsüzlük her türlü öğretiden önce vardır. Ama Batı “uygarlığı” bu meselede, kendini vardığı her istasyonda aşarak bunu bir bilime dönüştürmeyi akıl edebilmiş olmasıyla özel bir ilgiyi hak eder.

Alçaklığın tarihi

Alçaklığın Evrensel Tarihi isimli kitabında şöyle diyor Borges, “1517 yılında, yerliler’in Antiller’deki altın madenlerinin cehennem çukurlarında çürüyüp gitmelerine yüreği parçalanan İspanyol misyoner Bartolome de las Casas, İspanya kralı V. Carlos’a, oraya zencilerin getirtilmesi için bir tasarı sunmuştu; Antiller’deki altın madenlerinin cehennem çukurlarında zenciler çürüyüp gitsin diye. Biz Amerika’nın kuzeyinde ve güneyinde yaşayanlar, bu acayip insancıl dönüşüme neler borçluyuz neler” Katolik ve beyaz İspanyollar, Azteklerin, Mayaların ve İnkalar’ın şiddete ve hastalığa dayanıksız bedenleri yerine güçlü siyah Afrikalıları getirmeyi akıl edebildiği için, Aztek İmparatoru Montezuma’nın torunları ötekilikten kurtulamamış olsalar da kölelikten kurtulabildi, en azından onlardan geriye kalanlar.

Ve  on dokuzuncu yüzyıl sonunda Amerikan İç Savaşı köleliğin kaldırılmasına yardımcı olsa da, Afroamerikalıların eşitlik mücadelesi halen daha devam ediyor. Eduardo Galeano, İkinci Dünya savaşından ülkelerine, gündelik hayatlarına ikinci sınıf vatandaş olarak dönen Amerikan askerlerinden  bahsediyordu Ateş Anıları, Rüzgarın Yüzyılı kitabında; “1942: New York. Charles Drew bir yaşam mucidi. Araştırmaları kanı muhafaza etmeyi mümkün kıldı. Onun sayesinde kan bankaları kuruldu ve yine onun sayesinde Avrupa’daki savaş alanlarında can çekişen binlerce asker yeniden hayata döndü. Drew, Kızılhaç’ın ABD’deki plazma servisini yönetiyor. Kızılhaç siyahların kanını reddetmeye karar verince görevinden istifa ediyor. Drew bir siyah.” Bu bir fasit daire, sistematik olarak eğitim ve yönetimde ayırımcılığa maruz kalan Afroamerikalılar ve Latinolar, yoksulluk ve eğitimsizlik nedeniyle daha fazla suç sarmalına kapılıyorlar ve önyargı büyüyor. Toni Morrison’ın, Ötekilerin Kökeni kitabında verdiği bilgiye göre, “1847’de yürürlüğe giren bir ceza yasasına göre ise “Okuma-yazma öğretmek amacıyla kölelerle yahut özgür Zencilerle bir araya gelen bir beyaz 6 ay kadar hapis ve 100 dolara kadar para cezasına çarptırılır.”dı. Eşitsizliğin üretilmesi sadece kuramsal bir yapılandırma gerektirirken, sürdürülmesi, haklı gerekçelerinin bizzat yaratılması için, insanın sosyal, zihinsel ve ahlaki olarak ağır sakatlanması süreçleri gerektirir. Batı’nın yüzlerce yıllık ırk ve sömürge politikalarına son yüzyılda eklenen mülteci sorunu, müreffeh ve uygar Avrupalıların da yaldızının dökülerek çürümüşlüğü ve pası gözler önüne seriyor. Artık en popüler öteki, mülteci.

Ötekileştirme

Bu yüzden öteki meselesi modern dünyanın çok can yakıcı meselelerinden bir tanesi, bizden başka olan bir varlıkla nasıl bağ kuracağımız. Ona tahakküm mü edeceğiz, ona boyun eğdirip kendimize tabi mi kılacağız yoksa onunla konuşmanın bir yolunu mu bulacağız? Bir arada barış içinde birbirimizin hak ve hukukuna riayet ederek adaletli bir varoluş kipi içinde mi yaşacağız. Gerek Türkiye toplumunda gerek dünyada başkalarını ötekileştirme eğiliminin yeniden yükselişe geçtiğini görüyorum. Bizim toplumumuzda, ulus devlet ideolojisi nedeniyle,  zaten ötekiyle bir karşılaşma vuku bulmadığı için eskiden çok daha azdı. Fakat şimdilerde insanların içindeki bazı hoşnutsuzluklar kolayca yabancı düşmanlığına evrilmeye, buraya misafir olarak gelmiş insanlara farklı nobranlıklar yapılmaya, münferit bazı örnekler görülmeye başlandı. Farklı olana duyulan tepkinin bir hak olduğu yanılgısı, yabancı düşmanlığından başka alanlara da sirayet ediyor maalesef. Yine, geçtiğimiz senelerde otizmli bir yavrumuzla ilgili yaşanan olayı unutmak mümkün değil; bir takım veliler çocuğu okulda istemediler. Bu damgalama öylesine örseleyici ki, bilhassa küçük yerleşim yerlerinde aileler şehir değiştirmek mecburiyetinde bile kalabiliyor. Yine salgın başlangıcında, canla başla mücadele eden sağlık çalışanlarına bazı yerlerde ev verilmedi, asansörleri kullanmamaları, farklı merdivenleri kullanmaları istendi.  Suriyeli misafirlere yönelik ara ara yükselen şiddet dalgasını da bu meyanda zikretmek gerekir. Kendimizden kabul etmediğimiz,  dışarlıklı olarak gördüğümüz kişiyi kolaylıkla tehdit olarak algılayabiliyoruz. Bu, insan zihninin kendi kendine kurduğu büyük tuzaklardan birisi. Büyük savaşlar, çok katı ideolojik cepheleşmeler buradan türüyor, insanın insana zalimliğinin, ırkçılığın, yabancı düşmanlığının tohumlarını hep bu kötücül bakışta bulabiliyoruz. Zygmunt Bauman, modern toplum mühendisliğini şöyle tarif ediyor Modernite ve Holocaust kitabında, “Asıl gerekli olan·bir bahçıvan tavrı ve becerisiydi; bu bahçıvan çimenin, sınırların ve sınırları çimenden ayıran saban izinin düzenini çok iyi bilmeli; uyumlu renkleri ve güzel bir uyumla iğrenç bir uyumsuzluk arasındaki farkı ayırt edebilmeli; planına ve düzen ve uyum anlayışına aykırı, davetsiz gelen her bitki ye zararlı ot muamelesi yapmaya kararlı olmalı; zararlı otları yok etmek ve genel düzenin gerektirdiği bölümlerarası ayrım çizgilerini korumak için yeterli makine ve zehirle donanmış olmalıydı.” Bu sebeple, uzun zamandır kodlanmış bu tehdit algısı, öteki ile birlikte yaşama pratiği, çok disipinli olarak ele alınması gereken, sadece psikolojiye ve sosyolojiye bırakılamayacak kadar mühim ve temel bir mesele.  Bana benzemeyen, şekli şemaili bana benzemeyen, kafasının içi bana benzemeyen, benim gibi giyinmeyen kişi her an gelip benim elimdeki rahatı alabilir, kendisi hastadır beni hasta edebilir, kendisi yaralıdır beni yaralayabilir, benim güvenliğimi tehdit edebilir diye sağlıksız bir kaygıya kapılıyor insanlar. Çok enteresan veriler var, ötekinin tehdit olarak algılanmasına dair; insanlara video oyunu oynatıyorlar ve oyundaki ateş etme skorlarına bakıyorlar, beyazlar siyahları oyunda daha çok vuruyorlar, çünkü onların kafasında siyahi insan daha kriminal, suçlu bir insan olarak algılanıyor. Tuhaf olanı ise, siyahlar da siyahları daha çok vuruyor. İşte bu stereotip, basmakalıp düşüncenin sonucu. İnsanların kafasında belli belirsiz bir kültürel ırkçılık var ve o deri rengini suçla eşleştiriyorlar zihinlerinde. Eskiden siyahların itaatkar olduklarına dair stereotipleştirme varken, bugün yoksul yardımlarıyla krallar gibi yaşayan, çete üyesi, uyuşturucu bağımlısı bir stereotip geçerli onlar hakkında. Stereotipleştirme, insanı görmeden görmek, yani onun tekilliğini görmemek anlamına geliyor.

Irkçılık ve ötekileştirme

Ötekileştirme, bir insana bir yandan “benim gibi ol,” derken, öte yandan “ne yaparsan yap benim gibi olamazsın, asla bizden biri olamayacaksın” mesajını verir. “İnsan, kişiliğinden, seçimlerinden ve eylemlerinden önce belirlenir; ne yaparsa yapsın kendisini değiştiremez” şeklinde bir ön kabule dayanır. Bu, bir açıdan, kendi içinde kapalı, gettolaşmış ötekiliği çok da rahatsız etmeyebilir, ancak ayrımcılığın asıl açığa çıkışı, toplumun ötekisi olanların nasıl yaşacağı, kaç çocuklarının olabileceği, nasıl eğitilmeleri gerektiği, nasıl giyinip neleri yemeleri gerektiği vs pek çok alanda toplumun onlardan bağımsız olarak kıstas belirleme cüretini  kendisinde bulmasıyla temayüz eder.

Irkçılık ötekileştirmenin en uç boyutu. Ötekileştirme, ayrımcılık ve ırkçılığın aynı kategori içerisinde ele alınması gerekiyor. Bunların hepsi bizden farklı olanı tehdit olarak algılamaktan kaynaklanan patolojik durumlar. Dolayısıyla temel problemimiz, bizden farklı olanla nasıl beraber yaşayacağımız sorunu; onu tehdit olarak mı algılayacağız, boyun eğdirilmesi gereken nesne olarak mı ele alacağız yoksa onunla özne-özne ilişkisi mi kuracağız?

Sabahattin Ali, İçimizdeki Şeytan romanında “İyilik demek kimseye kötülüğü dokunmamak değil, kötülük yapacak cevheri içinde taşımamak demektir.” diyordu. Grup psikolojisinin dinamiklerini göz önüne alarak  insanların içindeki kötülük istidadını ortaya çıkarmamak gerekir.

Bosna harbine baktığımızda daha düne kadar birbiriyle çok iyi dost olan insanlar birdenbire sabahleyin kasaba dönüştüler. Gittiler Boşnak komşularını kestiler. Bosna’yı ziyaret eden insanlar oradaki mezalimin kaldırılamayacak ağırlığını gördükçe tüyleri ürpererek gezerler. Bir kitle histerisi yaratıldı orada, bir düşmanlık ruhu peydahlandı ve sıradan insanlar karşı tarafı kendi varlığına bir tehdit olarak algılamaya başladığı anda bu psikoloji üzerinden katliamlar harekete geçirildi. Mary Douglas 1966’da yayımlanan ufuk açıcı kitabı Saflık ve Tehlike’de “Kir, özünde düzensizliktir.” diyordu. “Mutlak kir diye bir şey yoktur. Bu sadece gözlemleyenin gözünde vardır… Kir düzene karşı bir saldırıdır. Kiri öldürmek negatif bir hareket değil, çevreyi düzenleme yönündeki pozitif bir çabadır… Kirle savaşırken, dekorasyon ve düzenleme yaparken biz hastalıktan sakınma kaygımızla hareket etmiyoruz; bunları yaparken pozitif olarak çevremize yeniden çekidüzen vererek bir düşünceye uygun hale gelmesini sağlıyoruz. Kirden kaçışımızda korkulacak ya da mantıksız hiçbir şey yoktur: Bu, form ile işlevi birleştirmeye, deneyim birliği sağlamaya çalışan yaratıcı bir faaliyettir… Sonuç olarak, eğer pislik münasebetsizse, biz buna düzen bağlamında bakmalıyız. Pislik ya da kir, bir kalıbın oluşturulması durumunda bu kalıbın dışında tutulması gereken şeylerdir.” Sokakları süpürmek ile yabancıları, ötekileri, vatan hainlerini damgalamak, dışlamak ve giderek ortadan kaldırmak arasında, düzenin korunması ve çevrenin aşina ve rahat kılınması güdüsü ortak motivasyondur. Eğer zihninize düzene dair bir ideal bir fikir ekilmişse, onu ihlal etmekte olan lekeler gözünüze takılmaya başlar. Ve bu histeriye karşı koymak gerçekten çok güçlü bir karakter ve erdem bilincine ihtiyaç duyar. Ruanda’ya gidelim, 800 bin Tutsi’yi onlardan hiçbir farklılığı olmayan Hutular katlettiler. Ve bu katliam aslında bir tür mühendislikti, o bölgede operasyon gösteren bazı Batı devletlerinin gizli hamleleriydi. Hepimizin içinde bir diktatör bir cani nöbetini bekler. Nasıl ki içimizdeki aziz kısmetini bekliyorsa, biz onu beslersek o aziz öne çıkıp bizi iyi bir insan kılıyorsa, içimizde bir katil bir cani, öfkeli, gözü dönmüş bir adam da bekler. Ve biz onu tedip edebildiğimiz, ona boyun eğdirebildiğimiz kadar insan oluruz. Jonathan Glover, İnsanlık, Yirminci Yüzyılın Ahlaki Tarihi kitabında, kitlesel ayartmalara karşı insanın direncini güçlendiren birkaç amilden şöyle bahsediyor, “Kim oldukları ve nasıl bir insan olmayı istedikleri konularında güçlü bir şuur sahibi olanlar, zalimlik, itaat veya ideoloji konusunda şartlandırılmaya karşı daha kuvvetli bir savunmaya sahiptirler… Bazen insanların eylemleri, kim oldukları duygusuyla bağlantısız görünebilir. Bunun nedeni, fark edilemeyecek derecede küçük adımlarla bir iştirakçi olmaya doğru gitmeleri ve dolayısıyla hiçbir zaman bir sınırı geçtikleri duygusunu hissetmemeleri olabilir… İnsanların yaptıklarıyla ahlaki kimlik duyguları arasındaki başka bir bağlantısızlık biçimi daha vardır. İşbölümü, herhangi bir bireyin yaptığı katkının önemsiz gibi görünmesini sağlayabilir.” Eski bir çocuk tekerlemesinde söylendiği gibi, “Bu tutmuş, bu kesmiş, bu pişirmiş, bu yemiş, bu da ‘hani bana’ demiş.” İşin aslı, sonuncusu da dahil her biri müşterek fail.

Öteki olmadan ben yokum

Öteki, özünde olumsuz bir şey değildir çünkü öteki olmadan ben yokum. Başkaları beni muhatap kabul etmezse onda yankılamazsa söylediklerim, tek başıma konuşmamın da bir önemi yok. Varlık yankı arar. Varlık muhatap arar. Cenab-ı Hak “Yasin” diyor. ‘Ey İnsan! Sen muhatabımsın benim’ diyor. Ne büyük şeref. Dolayısıyla ötekileştirmedeki problem, muhatap kabul etmemektedir. “Sen benim eş düzlemde konuşacağım, aynı göz hizasında konuşabileceğim, muhatap kabul edebileceğim bir varlık değilsin, hazreti insan değilsin” demektir.

Ortaçağda yakılanlara bakın: Ruhsal sıkıntı yaşayan insanlar, kadınlar, cüzzamlılar. İkinci cihan harbine gidin, yine Yahudiler, Çingeneler, ruhsal sıkıntısı olan insanlar. Yani hep bir öteki icat edilmiş ve cezalandırılmış, toplumun kendini arıtması uğruna. Toplum kendine hep bir öteki yaratmış. Ötekileştirme, Foucault’nun fark ettiği üzere, normal’in üretildiği ve uyumsuz olanın damgalandığı bir işleyiş süreci. Procrustes’in yatağı; yatağa sığmayanların bacaktan, kollardan veya kafadan budandığı bir şablon. Suçlu, hasta, deli, aylak yoksul… bunların tamamı normal’in parametrelerini ıskalamış insanlar, bu yüzden toplumdan ayrıştırılmaları gerekiyor. “Büyük kapatma” diye ifade ediyor bunu, “Sen bana katılırsan benim saflığımı bozarsın, sen tehlikelisin benden uzak dur” demişiz, onları çevrelemişiz, etraflarına dikenli teller örmüşüz ötekileştirdiklerimizin. “Akıl hastası” bile stigmatize edici, etiketleyici bir söz, çünkü akıl hastalanmaz. Bunun yerine  “ruhsal zorluk yaşayan insanlar” denilebilir. Veya mesela “Şizofren bir toplum olduk!” gibi harcıalem bir söz. Bu bir şizofreni hastasını ne kadar incitebilecek bir şey. Terimleri  çok dikkatli kullanmalıyız.

Bauman, Levi Strauss’un antropolojik kavramlarına başvurarak bütün toplumların yabancıya iki tür stratejiyle yaklaştığını belirtir. Bu yaklaşımlar, fajik/yutma (yabancıları yutarak ve ardından da bunları metabolik olarak kişinin kendisinden ayırt edilemez bir doku haline dönüştürerek yok etmek, asimilasyon) ve emik/kusma (yabancıları kusmak, düzenli dünyanın sınırları dışına sürmek ve bunların içerdekilerle olan tüm iletişimlerini kesmek. Bu, – yabancıları gettoların görünür duvarlarının içine ya da görünmeyen fakat en az bu duvarlar kadar somut olan commensality (birlikte yemek yeme), connubium (evlilik) ve commercium (ticaret) yasaklarının ardına hapseden; ‘temizleyen’ –bunları idare edilen ve edilebilen toprakların sınırları dışına”sürülmedir) olarak kavramlaştırılır. İki yöntemin amacı da yabancıların varlıklarıyla yerel ya da homojen topluma vermiş oldukları belirsizlikleri, tehlikeleri ve hastalıkları yok etme isteğidir Toplama kampları yirminci yüzyıl bürokrasisinin ve modernitenin ulaştığı şahika noktasıdır. Yani bu sistem zaten, ayrımcılığı, bu kusmayı kendinden farklı olanı öğütmeyi yapmak üzere tasarlanmış bir sistemdi. Yani ırkçılık, insanların yok edilmesi, kusulması modern düşüncenin bir yol kazası değil, normal uğrağında normal seyrinde zaten başına gelmesi beklenen bir şeydi.

Endülüs’e birkaç kez gitme imkanım oldu; bir arada barışçıl, şenlikli ve dostane bir biçimde yaşama ahlakını geliştirmiş bir toplum modeli sundu  Endülüs uygarlığı. Yahudisi, Müslümanı, Hristiyanı bir arada, birbirlerinin haklarına, hukuklarına saygı göstererek yaşamayı başarabilmişler. Dünyada buna benzer harikulade çok nadide örnekler var. İnsanlık dönem dönem bunu başarmış. İslam dünyasında adacıklar halinde dönem dönem insanlar beraber yaşayabilmeyi başarabilmiş.

Aydınlanma Batı’da şöyle bir birey yaratıyor. Ben tek başıma yeterim, bir başka insana muhtaç değilim, benim egom derimin bittiği yerde biter, müstakil bir varlığım, kimseye hesap vermem, Tanrı’ya bile, kendim için yaşarım, kendimi kutsar ve ulularım. Böyle bir dünyada öncelik benim kendi nefsimdir. Ama insanın insana yurt olduğu bir dünyada öteki öncelik taşır. Başkasına hizmet etmek, başkasın var ve yar bilmek benim için öncelikli meselelerdir. Doğu toplumları bunu hala bir ölçüde sürdürebiliyorlar. Daha sosyosentrik- toplum merkezlidir Doğu. Ben, kendi kaderimin efendisi olarak kendimi ilan ettiğim zaman, mutluluğumun-refahımın önünde duracak her şeyi biçmek istiyorum. Bu vahşi bir dünya yaratıyor. Bu sosyal Darwinizme geçit veriyor -Önce ben! Önce benim mutluluğum.- Bu da ırkçılığı, yabancı düşmanlığını, ayrımcılığı beraberinde getiriyor. Kendi içlerinde ayrımcılığı bir ölçüde halledebiliyorlar belki ama bu sefer dış dünyaya karşı ayrımcı davranıyorlar.

Yapısal ırkçılık

Yapısal ırkçılık dediğimiz bir şey var: Gizli, kurumların içine sızmış ırkçılıklar. Bu deri rengiyle de alakalı olmayabilir. Dünya görüşleriyle alakalı olabilir. Bazı ülkelerde belli dünya görüşlerinden, belli etnisitelerden insanlar belli makamlara layık görülmeyebilir. Hep bir eliminasyon, eleme stratejisi vardır ve o insanlar hak ettikleri yerlere gelemeyebilirler. Kılık kıyafetlerinden dolayı insanlar itilip kakılabilir. Bütün bunlar aslında bir tür yapısal ırkçılığın, kültürel ırkçılığın kapsamına girer. Bu öyle bir şeydir ki kendinize asla yakıştıramazsınız. “Olur mu? Ben hümanist bir insanım, evrensel değerlere inanıyorum, benim için evrensel değerler, insanın eşitliği çok çok önemli” dersiniz fakat yanınıza sizin görüşlerinize yakın olmayan veya sizin görüşlerinize ters olduğunu vehmettiğiniz birisi yaklaştığında ondan uzak durursunuz, yüzünüzü buruşturursunuz. Veya bir iş başvurusunda bulunduğu zaman onu almazsınız işe, mülakata bile davet etmezsiniz. Bu türden ırkçılık kolay kolay kurtulması mümkün olmayan bir şey, kuşaklar alabiliyor değişmesi.

Her insanın kendi olmaklığından kaynaklanan bir haysiyet talebi vardır. “Bizi görün, bize de saygı duyun.” der. Irkçılığın, ötekileştirmenin, ayrımcılığın yaptığı en büyük operasyon, insanları görünmez hale getirmektir. Hepimiz parmak izlerimiz kadar biriciğiz. Bu dünyaya biricik bir varlık sunuyoruz, ayrımcılık ortaya çıktığı zaman benim bir insan olarak saygınlık ve haysiyet sahibi olma talebim reddediliyor. “Sen kimsin ki!” Sen bir nesnesin. Martin Buber’in her fırsatta tavsiye ettiğim çok güzel bir kitabı vardır, Ben ve Sen diye. Buber, yüzyılın başında yaşamış ve psikolojiye de çok etki etmiş büyük bir düşünür. Onun, psikoloji kitaplarının da çoğunda yer alan bir ayrımı vardır; birisiyle ilişki kurarken Ben- Sen ilişkisi mi kuracağız, Ben- Şey ilişkisi mi kuracağız? Özne-özne ilişkisi mi, özne-nesne ilişkisi mi kuracağız ? O insanı, kendime tabi olacak, istediğim gibi manipüle edebileceğim, oynayabileceğim bir oyuncak olarak mı göreceğim, şeyleştirecek miyim onu, yoksa onu saygıdeğer bir muhatap olarak mı göreceğim? Bir insana giderken, onunla ilişki kurarken bir köprü mü kuruyoruz, bir bağ mı kuruyoruz. Ve ona giderken onu değiştirmek üzere mi gidiyoruz, yoksa onu dinlemek için mi gidiyoruz, değişmeye hazır olarak mı gidiyoruz? Ben onun görüşlerini ne olursa olsun bir punduna getirip ıskartaya çıkaracağım diye mi gidiyorum bu görüşmeye yoksa ondan bana bir şeyler katılsın, kendimi zenginleştireyim diye mi gidiyorum? Niyetim çok önemli. Çoğu zaman tahakkümcü, ayrımcı ideolojiler bir başkasını kendisine benzetmek üzere yola diziliyor. “Senin selametin bana benzemektedir” diyor. “Ancak benim gibi olursan kurtuluşa ermiş olursun” diyor. Maalesef tekçi ideolojilerin dünyanın başına sardığı en büyük bela budur.

Ekonomik şartlar zorlaştığında, toplumsal rekabet arttığında, bir şeyler yolunda gitmediğinde insanlar suçlayacak bir günah keçisi ararlar. Irkçılık böyle zeminlerde çok kolay yeşerebilir, yabancı düşmanlığının, ayrımcılığın toplumsal mühendisliğin değirmenine su taşıyan bir tarafı vardır, insanlar çok  kolay kışkırtılabilir. Türkiye bu tehlikeli yollardan geçti zamanında. Maraş katliamını, Çorum katliamını hatırlayın, insanlar kolaylıkla sahte haberler üzerinden birbirlerine karşı kışkırtılabildi ve büyük katliamlar oldu maalesef. Kaynakların eşit ve adil bölüşümüne önem vermek ve her insan tekinin toplumsal fırsatlardan eşit bir şekilde faydalanabilmesinin önünü açmak lazım. Hiçbir grubun kendini sesi kısılmış ve görülmez hissetmemesi lazım. John Rawls’un adalet teorisini açıklarken kullandığı benzetmelerden biri ‘bilinmezlik peçesi’dir (veil of ignorance). Özgürlük, güvenlik, eğitim, hukuk, fırsat, gelir, vb. vazgeçilmez şeylerin dağıtımına dair kurallar öyle bir şekilde düzenlenmelidir ki sistem kurucular tarafından, bu kişiler bir anda kendilerini bir başkasının yerinde bulsalar da (erkek, beyaz, zengin, genç, sağlıklı vs iken/ kadın, zenci, yoksul, engelli, yaşlı, başka inançtan, başka etnik kökenden vs) bu şeylerden en eşitleyici şekilde pay alacak durumda olabilsinler. Kimse, insanlığını aşındıracak bir ayrımcılığa maruz kalmasın. Bu bilinmezlik peçesi, asgari düzeyde herkesi korusun. Sistemler, kanun devleri olsalar da hukuk devleti yani adil olmayabiliyorlar her zaman. Normal olan her zaman iyi değildir. Bir zamanlar kölelik normaldi. Kadınların oy hakkı yoktu. Yani bir kadın, hakları olmadığı için bunalıma girse, bir muhalif hükümete laf söylese, bir köle esaret koşullarından kaçmaya yeltense psikolog onun bunalımda olduğuna mı hükmedecekti? Bazen de hasta olan toplumdur. Drapetomani diye bir hastalık vardı zamanın ABD’sinde, kölelerin pamuk plantasyonlarından ısrarla kaçma hastalığı. Adam yemek ve barınak bulmuş, kırbaç şakırtıları altında sabahtan akşama çalışıyor ve bir de bunu beğenmeyip kaçmaya çalışıyor! Akıl hastası olmalı, değil mi ya? ‘Bizim burada doğru söyleyene deli derler’ diyordu Doğu Karadeniz’in dağ köylerinde kameranın tesadüf ettiği yaşlı adam.  Ayrımcılık, ahlaki değerlerimizi dahil olduğumuz toplumdan sorgusuz sualsiz alıp kullandığımız durumlarda, normal ve kanuna uygun görünebilir gözümüze. Modern sistemlerde bilinmezlik peçesi teorisinin tezahürlerinden birkaçı asgari ücret uygulamaları, yargıda eşitlik, sağlık güvencesi, ücretsiz eğitim vb sosyal hukuk devleti anlayışıdır. Bu idrakin vatandaşlar için olduğu kadar, ülkede yaşamını sürdürmeye çalışan her insan için gözetilmesi de insanlığımızın gereğidir.

Misafirperverlik hakkı

Yıllar evvel bir psikiyatri kongresinde bir bilim adamını dinlemiştim. Bir cümlesi kafama çakıldı kaldı. Bir güzel söz insanın ruhuna rapt oluyor ve hayat boyu ışımaya devam ediyor. “Bir medeniyetin gelişmişliği, içindeki en zayıf üyelerine nasıl davrandığıyla ölçülür” demişti. İçimizdeki en zayıfları nasıl tutuyoruz, dışlıyor muyuz, hakir mi görüyoruz, hakaret mi ediyoruz, itip kakıyor muyuz, yoksa onları sarıp sarmalıyor muyuz? Onlara zayıflıklarını hissettirmeyecek mekanizmalar mı kuruyoruz? Engelli vatandaşlarımız var, onları o engelli oluşlarını hatırlatacak zorluklarla mı baş başa bırakıyoruz yoksa o engellerini unutturacak düzenlemeler mi yapıyoruz? İnsanın ağır darbe aldığı yer, hiçe sayıldığı, yoka sayıldığı yerdir. Bir meclise girdiniz, çok neşeli, on kişi var, selam verdiniz kimse dönüp bakmadı. Konuşmak istediniz, kimse ilgilenmedi sizinle. Özgüveniniz ne kadar zedelenir bir düşünün. Varlık muhatap arar, varlık yankı arar. Öteki olmadan ben yokum. Hepimiz başkasının gözlerinde kendi yansımamızı görmek istiyoruz, ses ettiğimizde karşıdan bir ses gelmesini bekliyoruz. Bu muhataplık olmadığında ağır bir incinmişlik, ciddi bir özgüven zedelenmesi ortaya çıkıyor. Ayrımcılığa uğrayan, dışlanan insanlar çok ağır bir mağlubiyetle hayata başlıyorlar. Buna benzer hikayeler çok dinledim, bazen bir ailenin içinde bile olabiliyor bu. Bir anne- bir baba, çocuklarından birini dışlayabiliyor, o insan ömür boyu bu yarayı saklıyor içinde. Hayat boyu ilişkilerinde bir eksiklik duygusu olarak bunu yaşamaya devam ediyor.

Bizim, öteki ile ilişkimizi düzenleyen misafirperverlik üstüne kurulu bir kültürümüz var. Kant da “misafirperverlik hakkı” diye kavramlaştırıyor bu alemşümul duyarlılığı; bir yabancı senin ülkene geldiği zaman, o sana kötü davranmadığı sürece esirgenip kollanma ve barış içinde yaşama hakkı vardır. Sen onu ağırlamak istemeyebilirsin ama asla ona kötü davranamazsın. Her insan yeryüzünün mukimidir. Sınırlar çok yeni, şunun şurasında kaç yüzyıllık hikaye bu sınırlar. Her insan Allah’ın yarattığı şerefli bir mahluktur, ahsen-i takvimdir. İnsana sınırların, milliyetlerin, ırkların, etnisitelerin gözlüğünden bakamayız. Ona baktığımız zaman Allah’ın yarattığı, biricik, yükselme istidadı olan bir varlık  görmemiz lazım. Belki dünyayı değiştirecek, güzelleştirecek bir imkan görmemiz lazım. İnsana biz filtreler arkasından baktığımız zaman kafamızdaki bir takım önyargıları oraya yansıtıyoruz ve görmek istediğimizi görüyoruz. Onu kendi çıplak varoluşu içinde görmemiş oluyoruz. Belki bu ülkemizde çok yaygın bir problem değil ama dünyada öyle. Bizde de normalleştirilmesine engel olmak için, mültecilere kötü davrananları gördüğümüz yerde çok şiddetli bir şekilde kınamalı, engel olmalı ve yetkililerin olaya müdahale etmesini sağlamalıyız.

Jonathan Glover, “Ahlaki hayal gücünün özü, insani olarak neyin önemli olduğunu görmektir.” demişti. “Ahlaki hayal gücü uyarıldığı zaman, başka koşullarda uzaklık, kabilecilik veya ideoloji ile öldürülmüş  olan insani tepkiler ortaya çıkar. Ahlaki hayal gücü, itaat etmeyi ve çoğunluğa uymayı kontrol eder ve mevcut normun veya resmi politikanın yerine, insani olarak önemli olanı ön plana çıkarır. Kurbanları ve onlara yapılanların insani gerçekliğini canlı bir şekilde göz önüne serer. Kırılma, bazen basit bir duygusal tepkidir ve bir kişinin insanlığını gözle görünür bir  şekilde hatırlatan bir etkiyle tetiklenir: askerlerin karşı tarafın askerlerinin ceplerinde buldukları ailelerinden gelen mektupları ve kız arkadaşlarının fotoğrafları ya da faşist askerin pantolonunu toplayarak koştuğunu görmek gibi.” Ahlaki hayal gücümüzü yani radikal bir empatiyi, daima omuzlarımızın üzerinde taşımalıyız.  Bizi, insandışılaştırmaya, insan kardeşimizi görmeden görmeye karşı esirgeyecek olan şey de budur.

Stalin ve Hitler, maiyetindekilere ‘öldürün!’ emrini verirken şu gerekçeyi söylemişlerdi : Yirmi yıl sonra nasıl olsa kimse hatırlamayacak. Oysa geçmiş bugünün içinde daima canlıdır, rahat durmaz, kımıldar. Ahlaki tahayyülü ve belleğimizi canlı tutalım. Filistin’de, Türkistan’da veya dünyanın başka bir yerinde; insanı yok sayan, onun haysiyetini yok etmeye yeltenen barbarlığı unutmayalım.

Etiket /

Kemal Sayar

3 yorum

Yorum göndermek için buraya tıklayın

  • Önyargısız olduğumuzu iddia ederken içimizdeki önyargı kırıntılarını farkettiren ve utandıran, ince ince işlenmiş çok güzel bir yazı olmuş.Aklınıza,zihnimize, yüreğinize ve kaleminize sağlık hocam.