Aktüel politika hakkında yazmanın birçok handikabı var. Her şeyden önce, politik arenadaki aktörler çok sık değişmekte; aktörlere bağlı söylemlerin değişme sıklığı ise çok daha hızlı olmaktadır. Bu nedenle aynı aktörlerin bir hafta içindeki söylem değişikliği bile yadırganmamaktadır. Binaenaleyh, Süleyman Demirel’in ‘Siyasette 24 saat çok uzun bir zamandır’ vecizesi sadece oportünizm olarak okunmamalıdır.
Ancak post-Hilafet dönemde Türkiye gündemini sürekli meşgul eden hem aktüel hem de ‘longue durée’ diyebileceğimiz aktüel-üstü yapısal meseleler de var. “Kürt Sorunu”, Cumhuriyet Türkiyesi’nin bu bağlamıyla ‘longue durée’ analizlere nesne olacak olgularından biri. Fakat son 20 yılda sistematik olarak yapılan dönüşümler ve reformlar, paradigmatik bir kabulün değişimine de işaret etmiyor değil. En kristalize ve sistematik halini 80 darbesi sonrasındaki politikalarda gösteren faşist uygulamaların hukukî ve yapısal reformlarla terk edildiği bir vasatı yaşıyoruz. Üstelik yaşadığımız bu vasat toplumsal konsensüsle ortaya çıktı. Henüz dört başı mamur bir durumda olmayışı, yani hala anayasal düzenlemelere gereksinim duyması tabi ki başka bir tartışma konusu. Ancak bugüne kadar yapılanların hakkını teslim etmek gerek.
22 Ekim tarihinden itibaren MHP lideri Devlet Bahçeli’nin yaptığı o konuşmayla tüm “gündem”, o günden bugüne, yeniden neredeyse kalıcı olarak – aktüel şekilde değişti. Bölgemizde yaşadığımız ve yakın gelecekte daha derinleşerek devam edecek krizlerin yayılmasına ön almak için yapılan bu çağrı, ‘derin millet’in temennisini barındırırken, 100 sene önce sıkıştırıldığımız teritoryal alanda rahat bırakılmayacağımıza da işaret ediyor. Bugünkü haliyle var kalma savaşı vererek elimizde tuttuğumuz topraklar, kolonyalistlere karşı asırlar boyunca yaşadığımız/yönettiğimiz, tarihini yazdığımız büyük vatanımız olan darülislam’ın elimizde kalan son parçasıydı. Gidebilecek, hicret edecek hiçbir yerimiz kalmadığı için 100 sene önce dedelerimiz bu topraklarda öldü. Biz de öyle yapacağız.
Devlet Bahçeli’nin işaretini verdiği süreç bağlamında, CHP lideri Özgür Özel de farklı bir politik söylemle Kürtlere ‘devlet’ vadettiğini açıklamıştı. Dem Parti’yle yapılan görüşmelerin gündemiyle birlikte yapılan bu çıkış, tüm Kürtleri kitlesel olarak Dem Parti’ye adeta yamarken, bununla birlikte Türkiye’de yaşayan Kürtlerin bir devleti olmadığını da varsayarak onlara Türkiye Cumhuriyeti devletini vadetmektedir. Ancak, kulağa ilginç gelen bu ‘lütuf’ maalesef çok ciddi tarihsel çelişkileri, kader birliğinin inkarını ve ayrıştırıcı bir imayı taşıyor. Niyeti ne olursa olsun, bu politik -aynı zamanda hukukî veçhesi de olan- söylem, varoluşsal bir kafa karışıklığına delalet ediyordu. Cumhuriyet tarihine aşina olanların malumu olduğu üzere, devletin kurucu unsurlarından olan Kürtlerin sistematik inkârı parti-devlet dönemine ve CHP’ye işaret eder. Özel’in bu noktayı ıskalayıp, meçhul şahıs kipinde Kürtlerin geçmişteki acılarına dokunması, tarihsiz ve bağlamsız bir söylem evreninde yaşadığını gösteriyor. Zaten Cumhuriyet tarihini ancak bağlamsız ve tarihsiz bir söylem evreninde okursanız böyle bir vaatte bulunabilirsiniz.
Öncelikle, Özel’in farkında olarak ya da olmayarak ima ettiği Kürtlere ait bir devletin olmayışı iddiası, 20. Yüzyılın başında Britanya’nın iddiasıydı. Daha doğrusu, I. Cihan Harbi’ni nihayete erdirirken Britanya’nın (ve kısmen de Fransa’nın) bölgeyi istikrarsız kılacak bir politik-coğrafi sistem kurması, ileride kırılması muhtemel toplumsal fay hatlarını bilerek bırakması söz konusuydu. Daha sonra sınırları belirlenecek olan Suriye ve Irak’ı bir kenarda tutup söyleyecek olursak, Türkiye’de kahir ekseriyeti oluşturan Türkler ve Kürtlerin (ve diğer Müslüman unsurların) kader birliği yaparak kurdukları devlet, Osmanlı bakiyesi olarak kaldı. Maraş’ta, milli mücadele Anadolu sathında yayılmadan önce Türklerin ve Kürtlerin ortak hareket etmeleriyle bağımsız kalma fikri ateşlenmişti. Antep’te öyle, Urfa’da yine öyle… Britanya’nın bölgedeki etki ajanları Millet Meclisi’nde bulunan Kürt mebuslara ‘bir devlet vadederek’ ayrılığı salık verdiklerinde Kürtlerin cevabı, zaten bir devletleri olduğu, bu nedenle de nifak ve ayrılık olmayacağı üzere olmuştu.
20. yüzyılın başındaki bu iddia, 21. Yüzyılda ABD ve Batı ittifakı’nın iddiası olarak bugün yine tedavülde. Yine Kürtlerin bir devletinin olmadığı, Batı koalisyonunun onlara bir devlet vadettiği uluslararası medyayı takip edenlerin yabancısı olduğu şeyler değil. Batı ittifakının ayrılıkçı milliyetçilerle yaptıkları ittifaklar, bu iddianın bir neticesi. Hatta kıta Avrupası sol hareketleri de bu iddiayı sürdürmekte, bu bağlamda kendi ülkelerinde çoktan tasfiye ettikleri silahlı şiddet pratiklerini ve örgütlülüğü, devrimci nostalji hayalleriyle Türkiye’de icra ettirmenin peşindedirler. Söz gelimi, Yeşiller’in ya da sosyal demokrat partilerin vekilleri kendi ülkelerinde sosyalist mücadele yöntemi olarak silaha başvurmayı tamamen terk etmelerine ve karşı olmalarına rağmen; Türkiye topraklarında bu eylemlerin vuku bulmasını finanse etmeyi, bunu yapanlar için lobi çalışmaları ve propaganda faaliyetinde bulunmayı etik olarak sorun etmemekteler. 90’larla beraber İsrail işgal rejiminin de bu iddia kervanına katılması hiç şaşırtıcı değil. Bu nedenle Ankara’da TUSAŞ’a yapılan terör saldırısı, ayrılıkçı milliyetçiliğin -Kürt veya Türk- tahrik edilerek bahse konu iddia gerçekmiş gibi bir atmosferi yaratma gayreti taşıyordu.
Fakat hakikat, ‘derin millet’in anlam kodlarında, sosyolojik pratiklerinde ve toplumsal muhayyilesinde hala diri. Şii Büveyhîler’in hilafet merkezi Bağdat’tan çıkarılmasından Malazgirt’e, Safevî yayılmacılığının durdurulmasından Milli Mücahede’ye ortak bir kaderi paylaşan Türkler ve Kürtler, Cumhuriyet Türkiyesi’nin de asıl sahipleri. Bu bağlamıyla söyleyecek olursak Kürtler, Anadolu Kürtleri, devletsiz değildir; Türkiye Cumhuriyeti devleti Kürtlerin en büyük devletidir. Bu gerçek salt aktüel bir gerçeklik değil, longue durée analizlerin ispatladığı yapısal bir hakikattir.
Yorum ekle