Cuma Mektupları Röportaj

Türkiye Müdafaa Pozisyonunu Kırıyor

Mücerret “Cuma Mektupları” röportaj serisinde bu hafta yine çok kıymetli bir konuğumuz var. Gazeteci Cihat Arpacık, Askeri Teşkilat Tarihçisi, Milli Savunma Üniversitesi Atatürk Stratejik Araştırmalar Enstitüsü Müdürü Doç. Dr. Gültekin Yıldız hocanın kapısını çaldı ve içinden geçtiğimiz tarihi günlerin de konuşulduğu arşivlik bir söyleşi çıktı ortaya. Gültekin hoca, Osmanlı Askeri Tarihi, Kırım Harbi’nde Silistre Müdafaası, […]

Mücerret “Cuma Mektupları” röportaj serisinde bu hafta yine çok kıymetli bir konuğumuz var. Gazeteci Cihat Arpacık, Askeri Teşkilat Tarihçisi, Milli Savunma Üniversitesi Atatürk Stratejik Araştırmalar Enstitüsü Müdürü Doç. Dr. Gültekin Yıldız hocanın kapısını çaldı ve içinden geçtiğimiz tarihi günlerin de konuşulduğu arşivlik bir söyleşi çıktı ortaya. Gültekin hoca, Osmanlı Askeri Tarihi, Kırım Harbi’nde Silistre Müdafaası, Osmanlı Hapishanelerinin Kuruluş Serüveni, Neferin Adı Yok gibi referans kitaplar kaleme almış ve bir çok kitabın editörlüğünü yaparak yayına hazırlanmasına katkıda bulundu.

Harp tarihi, strateji ve Zeytin Dalı Harekatı’nı, tarihsel arka planı ile konuştuğumuz buluşmamızda, Yıldız hoca, Türkiye’nin iki yüz yıldır sıkıştığı müdafaa pozisyonunu Kıbrıs Harekatı’nda aştığını, bunun sonucu olarak Türkiye’de iç savaş şartlarının ağırlaştırıldığını ve ekonomik ambargo uygulandığını hatırlatarak, “Biz şuan o psikolojik eşiği aşıyoruz” dedi. Çok daha fazlası için sizi, bu önemli röportajla başbaşa bırakıyoruz.

İyi (Mücerret) okumalar.

 

Askeri tarih yeni yeni popülerleşen bir alan. Şu andaki durumu nedir?

Şu anda askeri tarih veya harp tarihine ilgi her geçen gün artıyor. Tabi bunda yüzüncü yıl dönemlerinin payı oldu. I. Dünya Savaşı içindeki hadiseler, Kut’ül Amare’nin ve Kudüs’ün kaybı gibi hadiselerin yüzüncü yıl dönümleri ilgiyi arttırdı. Ama hâlihazırda bu konuda çalışan sivil akademisyen sayısı çok değil. 2000’li yılların başından itibaren benim de dahil olduğum bir grup yeni nesil akademisyen -şu an pek genç diyemeyiz-  bu işlere dahil oldu. Şu an doktorasını bu alanda yapmış bir miktar sivil akademisyen var.  Ayrıca emekli subaylar arasından, tarihçi öğretmen sınıfı olan subaylarımızdan, bu konularla ilgilenenler var. Ayrıca diziler ve filmlerle birlikte popüler ilgi alanına dönüştüğü için, tarihçi kökenli olmamakla beraber, bu alanlarda kalem oynatanlar var. Arşivlerimizin, özellikle Genelkurmay Başkanlığı ATASE arşivinin, tam anlamıyla açılmamış olması ve Cumhuriyet dönemine dair Milli Savunma Bakanlığı arşivinin hem muharebe belgelerinin (Kıbrıs ve Kore harbi gibi) kapalı olması hem de teşkilat tarihi anlamında belgelerin ortada olmaması dolayısıyla bizim için sıkıntıdır. Bu yüzden Batı Avrupa veya Amerika ile karşılaştırırsak çok ileride olduğumuzu söylememiz zor. Ama kamuoyunun ilgisi arttıkça bu alanında yazılan, çizilen ve üretilenler artacak. Biz de Milli Savunma Üniversitesi’nde “Fatih Harp Tarihi Araştırmaları Enstitüsü” kurduk. Bu enstitünün araştırmalarının ve araştırma sonuçlarının paylaşılmasının ilerleyen aylarda, yıllarda daha da geliştirileceğini düşünüyorum.

 

POPÜLERLİK İLE AKADEMİKLİK DENGESİ KURULMALI

Literatür nasıl?

Hem İngilizce hem de Türkçe literatür var. Çünkü dünyada Osmanlı askeri tarihiyle ilgilenen araştırmacılar var. Bunların kitaplarının bir kısmı Türkçe ‘ye de çevriliyor. Türkçe literatürde bir taraftan Osmanlı Türkçesi’nden yapılan transkripsiyonlarla eski eserler aydınlığa çıkarılıyor bir taraftan da doktora ve yüksek lisans tezleri veya popüler nitelikte araştırmalar basılıyor. Burada internetin ve sosyal medyanın rolünü de görmezden gelemeyiz. Sosyal medyada gönüllüler ciddi manada bilgi, görsel malzeme paylaşıyorlar. Dolayısıyla bütün tarihçilikte olduğu gibi harp tarihi ve askeri tarihte de sosyal medyayı bilgi kaynağı olarak dikkate almak lazım. Ama Türkiye’de tarih araştırmalarının genelinde olan problem doğru bilgi ile yanlış bilgiyi tarafsız, sağduyulu bakış ile birbirinden ayıramamak. Yani şahıslar ve olaylar üzerinde herkes kendi görüşünü delilsiz olarak öne atabiliyor veya popülerleşmeyle beraber halka daha kolay ulaşıldığını düşündüğü için duygusal yöne ağırlık veren anlatılar  tercih ediyor. Bu da bizim daha derin ve daha analitik çalışmalarımızı gölgeliyor. O yüzden popülerlik ve akademiklik dengesinin yakalamamız için bu konuda kalem oynatan ve tarihçi olmayan kişilerin seviyesinin de biraz daha yukarı çıkması gerekiyor. İleride tarih bölümlerinin öğretim programına dikkate alıp “Senaryo yazım teknikleri” ya da “Tarihi Roman ” gibi derslerle tarih öğrencilerini bu konularda beslemek gerekebilir. Çünkü öbür türlü tarihi kaynaklara ulaşamayan veya bunları doğru okuyamayan kişiler bu alana girince ortaya çıkan yanlış bilgileri veya efsaneleri bizim temizlememiz yıllar alıyor.

 

Dergah Yayınları’ndan editörlüğünü yaptınız bir seri çıktı. Bunun hikayesi nasıl?

Dergah Yayınları böyle bir talepte bulundu. Türkiye’de askeri tarihle alakalı yayın yapan az sayıda yayınevi var. Bunlar da daha çok hatırat basıyorlar. Çünkü son yıllarda yıl dönümleriyle hem düşük rütbeli subayların hem de general veya amiral gibi yüksek rütbeli askerlerin torunları kendilerinde bulunan belgeleri yayınevleri ile paylaşma yoluna gittiler ve bu konuda bir artış oldu.

Dergah Yayınları ile hatıratı da içine alan fakat hatırat dışında öğrencilerimizin tezlerini akademik kamuoyuyla paylaşmayı amaçlayan ve çevirilerle Türkçe literatürdeki boşluğu tamamlayacak bir dizi başlattık. Bu dizide on kitaba yaklaşıyoruz. Amacımız hem “Askeri teşkilat” hem “Muharebe tarihi” hem de “Harp teknolojileri” kısmıyla ilgili kitapları birlikte yayınlamak. Dolayısıyla hem bu yayın evi hem diğer yayın evleri ilerleyen zamanlarda çeviri ve telif olarak işin hem “Muharebe tarihi” ,“Savunma sanayi tarihi”, “Dünyada askeri teknoloji tarihi” hem de “Askeri doktrin tarihi” noktasında daha fazla yayın yapacaklar gibi.

 

GELENEK ADINA ZAAF İÇİNE DÜŞMEMELİYİZ

Kendinize “Askeri Teşkilat Tarihçisi” mi diyordunuz?

“Askeri teşkilat tarihi” ağırlıklı çalışıyorum. Orduların ve silahlı kuvvetlerin önceliği önceki harekatlardan ders çıkarmaktır. Bu yüzden onların “Harp tarihi” ne bakışı daha çok harekat ve muharebe olaraktır. Bizim buradaki “Yeni askeri tarihçilik” vurgusu altında Türkiye’de yapmaya çalıştığımız “Kurum tarihi”, “Teşkilat tarihi”, “Organizasyon tarihi”, “Doktrin tarihi” ve “Teknoloji tarihi” ni de bu işin içine sokabilmek. Bunlar da askeri sektörün parçaları ve dünyada bunlar üzerine çalışılıyor. Hiçbir harekatın tarihi bir sonraki harekatta zafer elde etmeyi garantilemez. Yani bunu çalışmak demek, burada alınan derslerin bir sonraki muharebede başarı getireceği anlamına gelmez. “Harekat tarihi” kadar askeri teşkilatın ne zaman, nasıl değiştiği, hangi teşkilat yapısının hangi şartlardan dolayı kurulduğu ve ne zaman da değiştirilebileceğini bilmek önemlidir. Harbin ve silahlı kuvvetlerin toplumla ilişkileri, savaşın toplum üzerindeki etkilerini ortaya çıkarmaktır. Bilim, teknoloji ve savaş arasındaki ilişkileri ortaya koymaktır. Bunu yapmazsak Türkiye’de silahlı kuvvetler organizasyonunu yeniden yapılandırırken statükoculuğun dışına çıkma şansımız çok olmaz. Yani geleneklere sahip çıkmak adına miadı dolmuş kurumları veya doktrinleri devam ettirmek gibi zaafın içine düşebiliriz.

 

BİR HARP TARİHÇİSİ NASIL OLMALI?

Bu alana yönelmek isteyen tarih öğrencileri ve dışarıdan araştırmacılar için tavsiyeleriniz nelerdir?

Bu alan sivil araştırmacılar veya tarih öğrencileri için öncelikle şöyle bir zorluk barındırıyor.  Nasıl iktisat tarihi çalışmak için bir miktar iktisattan anlamak gerekiyorsa “Askeri tarih” veya “Harp tarihi” çalışmak için hem güncel hem geçmişe dair askeri organizasyonlar (harp, muharebe, silah teknolojileri) konusunda temel bilgiye sahip olmak gerekir. Ancak az miktarda üniversitedeki tarih bölümlerinde konunun uzmanları doğrudan “Askeri tarih” dersi veriyorlar. Tarih programlarının içinde “Harp tarihi” ayrı bir anabilim dalı olmadığı için öğrencinin dört sene içinde bu formasyonu sağlaması mümkün olmuyor. Eski dönemde Harp Akademileri Komutanlığı’na bağlı Stratejik Araştırmalar Enstitüsü’nde böyle bir program vardı. Ayrıca Kara Harp Okulu’na bağlı Savunma Bilimleri Enstitüsü’nde “Askeri tarih” yüksek lisans programı vardı. Biz Milli Savunma Üniversitesi çatısı altında hem yeni ismiyle Atatürk Stratejik Araştırmalar Enstitüsü’nde hem de Milli Savunma Üniversitesi rektörlüğüne bağlanan  Savunma Bilimleri Enstitüsü’nde “Harp tarihi” ve “Askeri tarih” yüksek lisans programlarını devam ettiriyoruz. Dolayısıyla öğrenciler buraya geldiğinde sivil ve askeri hocalardan doğrudan bu konularla alakalı dersleri alıp kendilerini yetiştirebiliyorlar. Milli Eğitim Bakanlığı, ilerleyen dönemlerde yurtdışına da “Harp tarihi”( özellikle hava ve deniz) konuları bakımından Milli Savunma Üniversitesi adına yüksek lisans ve doktora için öğrenci gönderecek. Çünkü Türkiye’de bu alanlarda uzman az. Bizim sadece Osmanlı, Selçuklu veya Cumhuriyet harp tarihini değil Dünya harp tarihini de farklı perspektiflerden çalışmamız gerekiyor. Bir diğer problemimiz ise siyasi tarih ve iktisat tarihi doçentlik başvuru alanıyken “Harp tarihi” ve “Askeri tarih”, “Savaş araştırmaları”, “Güvenlik araştırmaları”nın ayrı doçentlik alanına sahip olmamasıdır. “Askeri tarih” alanında yüksek lisans yapan ve ileride doktora yapacak kişilerin, eğer direkt tarih programı altında değillerse kariyerlerine devam etmelerinde sıkıntı yaşanıyor ve tarih öğrencilerinin veya bu konuya meraklı kişilerin diğer alanlara yönlenmesine sebep oluyor. O yüzden kafamızdan geçen hem bir yandan mevcut yüksek lisans programlarına devam etmek hem yaz okulu düzenleyerek bu konularda ders veren akademisyen veya öğretim elemanlarının sahayla alakalı mesleki bilgilerini arttırmak hem de YÖK ile temas ederek “Savaş araştırmaları” nı doçentlik alanı yaparak “Harp tarihi”ni bunun altında bir bilim dalı haline getirmektir.   Türkiye’de YÖK dışında bu tip tasarrufta bulunulamıyor. Amerika’dan ve Avrupa’dan farklıyız bu konuda. Amerika’da ihtiyaç duyulduğunda üniversitede kürsüler, araştırama merkezleri açılabiliyor.  Fakat Türkiye’de lisanstan profesörlüğe kadar bunun ayrı bir alan olması için YÖK’ün planlama yapması gerekiyor.  Bu konuda gayretlerimiz olacak. Askeri konular sadece askeri personel tarafında değil mutlaka siviller tarafından da çalışılmak durumundadır.  Gelişmiş ülkelerde, özellikle ABD ve Avrupa’da, bu iş böyledir. Askerler ile sivillerin ayrı ayrı değil birlikte çalışması esastır. Nasıl TSK mensubu askeri personel üniversitelere gelip yüksek lisans ve doktora yapıp daha sonra akademisyenlik yapabiliyorsa 15 Temmuz sonrası dönemde alan uzmanı sivillerin de Milli Savunma Başkanlığı’nda, Genelkurmay Başkanlığı’nda, Cumhurbaşkanlığı’nda veya devletin diğer ilgili kurumlarında askerlerle birlikte çalışması gerekiyor. “Harp tarihi” de bu noktada askeri ve siyasi karar alma süreçlerine mutlaka katkı sağlayacak alanlardan birisi olarak değerlendiriliyor.

 

Milli Savunma Üniversitesi’ne kadar bu alan üzerinde askeri tahakkümler vardı,  bu tahakkümler kırılabilecek mi?

Son on-on beş senede siviller bu alanı genişletmiş olsalar da hala hazırda askeri arşivlerimizin Milli Savunma Bakanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı’na bağlı olması, bu alanda yüksek lisans yapmış kişilerin başka bir yerde iş bulma imkânının olmaması dolayısıyla böyle durum söz konusuydu. Askerlerin faal olması gereken bir alan gibi görünüyordu. Ama şunu unutmayalım ki bu alanda faal askerlerin büyük bir kısmı, doğum tarihleri itibariyle,  daha önceki yıllarda Osmanlıca bilen kişilerdi. Sonradan öğretmen sınıfı olarak tarih bölümlerinden de subaylar alındı. Bunlar arasından iyi tarihçiler çıktı ama sayıları her geç gün azaldı. Şuanda resmi “Harp tarihi” birimimiz olan Genelkurmay ATESE Başkanlığı boşluğu dolduramıyor veya tam akademik birim olmaması sebebiyle araştırmaları organize edemiyor. Umudumuz, Milli Savunma Üniversitesi’nin hem Atatürk Stratejik Araştırmalar Enstitüsü’nde hem Fatih Harp Tarihi Araştırmaları Enstitüsü’nde hem de Harp Okulları’nda kurulan “Harp tarihi” anabilim dalıyla bu alanda çalışan sivillerin olaya daha fazla dahil olmasıdır.

 

1826’YA HİÇ BU KADAR BENZEMEMİŞTİK

“Neferin Adı Yok”ta kodlarını biraz vermiştiniz, bu Türkiye modernleşmesinin aslında askeri modernleşme tarihiyle eşit olması, o günler ile bugünler arasında sanki benzer bir hava mı var?

Günümüzdeki şartlar belirli oranlarda 1826’ya benziyor. 1826’dan 2016’ya, geçen yüz doksan sene içerisinde, silahlı kuvvetler tarihinde belli kırılma noktaları ve kurumsal yeniden yapılanmalar söz konusu oldu. Ama hiçbiri 15 Temmuz sonrası dönem kadar 1826’ya, yani Yeniçeri Ocağı’nın kapatılıp yeni ordu kurulması sürecine bu kadar benzemiyordu.  1909’da, NATO’ya giriş sürecinde, 12 Eylül’de de silahlı kuvvetlerin yapısında köklü değişikliklere gidildi ama şuanda, özellikle 27 Mayıs düzeni sonrasında ilk defa, kuvvet komutanlıklarının bakanlığa bağlı olduğu, sivil siyasetin yeniden askeri konularda inisiyatif aldığı döneme girdik. Dolayısıyla yeni bir askeri yapının, yeni bir savunma sektörünün kurulması 15 Temmuz’dan beri önümüzde bekliyor. Bu alanda bazı önemli adımlar atıldı özellikle eğitim-öğretim hususunda, askeri fabrikaların idaresi, askeri sağlık sisteminin dönüştürülmesi, kuvvet komutanlıklarının Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanması gibi.  Ancak savunma sanayiindeki gelişmeleri düşünürsek, savunma yönetimi konusunda da daha köklü, iyi hazırlanmış planlı adımların atılması gerekiyor. 1826’da  Sultan II. Mahmut acil bir durumda bu işlere kalkışmıştı, Yunan isyanı bastırılmıştı ve Rus tehdidi vardı, devletin köklü değişime yeterince hazırlığı yoktu. Şimdi, bir taraftan Türkiye Cumhuriyeti dış tehditler ve sıcak çatışmalar ile uğraşırken bir taraftan hain FETÖ darbe girişimi sonrasında belirli tasfiyeler yapılırken, bir daha bu tip problemlerin yaşanmayacağı ve sivil-askeri işbirliğinin olabileceği sistem tasarlamak gerekiyor.

Mevcut Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi geçiş süreci bunun için çok uygun bir zemin hazırlıyor. Yani yeni sistem tasarlanırken Savunma Bakanlığı’nın, Genelkurmay Başkanlığı’nın, kuvvet komutanlıklarının yapısı asker, emekli asker, siviller, siyasetçiler, bürokratlar tarafından birlikte tartışılır, bu konuda yirmi – yirmi beş senelik projeksiyonlarla tasarım yapılabilirse 15 Temmuz’un bizim için nasıl bir fırsata dönüştüğünü önümüzdeki yıllarda anlayacağız. Aksi takdirde daha önce de başımıza geldiği gibi yine kriz halinde bir takım değişiklikleri yapmış olacağız ama parçalı değişiklikler olduğu için teknoloji alanında ileri giderken yönetim-organizasyon-personel eğitim kısmında geride kalacağız. Teknoloji alanı ile personel eğitim kısmını aynı hızla ve şevkle savunma planlamasının içerisine dahil etmemiz gerekiyor.

 

ATASEREN’de “Stratejik Kültür” dersleri de veriyorsunuz. Türkiye’nin stratejik kültürünü bize nasıl özetlersiniz?

Stratejik Kültür, strateji araştırmalarında yeni bir alandır. Özellikle nükleer savaş ve nükleer tehdit ortaya çıktıktan sonra, soğuk savaş döneminde öne çıkmış bir alan. Çünkü düşmanınızın nükleer silah gibi topyekûn imha aracını kullanıp kullanmayacağı veya ne zaman kullanacağı konusunda tahmin yürütmeniz gerekli. Örneğin, “Ruslar bunu kullanır mı, İngiltere kullanır mı” sorusu etrafında taraflar aynı zamanda bir birlerinin kurumsal kültürüne, coğrafyadan kaynaklı jeopolitik tavırlarına, muharebe geleneklerine de bakarak geleceğe yönelik projeksiyon yapma çabası içerisindedir. Türkiye’de stratejik kültür ile alakalı hiçbir çalıma yok gibi. İlk defa burada böyle bir yüksek lisans dersi açtık, birkaç yapılmış tez çalışması var, az sayıda Türkçe veya Türkiye’de yazılmış makale var. Dolayısıyla Türk stratejik kültürü noktasında söyleyebileceklerimiz çok sağlam araştırmalara dayanmıyor. Fakat şunu diyebiliriz ki Türkler taarruz pozisyonunu daha iyi becerirken veya kültürel böyle bir gelenekleri varken, son iki asırdaki jeostratejik ve jeopolitik şartlar Osmanlı ordusunu ve Cumhuriyet ordusunu daha çok müdafaa pozisyonuna çekti.

 

YILLARCA YASİR ARAFAT’A “YASER ARAFAT” DEDİK

Bölgede bazı yer isimlerinin kullanılmasına itirazınız var. Bunu biraz açar mısınız?

Hem Suriye’de hem yakın çevremizdeki diğer bölgelerin çoğunda kimi yerde beş yüz senelik, kimi yerde dört yüz senelik, kimi yerde ise iki yüz senelik geçmişimiz var. Osmanlı ya da Selçuklu hâkimiyetinde kalmış bu bölgelerin yer isimleri (Osmanlı belgelerine bir şekilde geçmiş) Türkçe, Arapça, Farsça ve diğer lisanlardadır. Fakat Cumhuriyet döneminde alfabe değiştirdikten sonra ve bağımsız devletler kurulduktan sonra özellikle Arapça yer isimlerini batılı haber ajanslarının imla şekliyle telaffuz eder olduk. Buna Arapça isimlerdeki Arapların farklı telaffuzu ile bizim farklı telaffuzumuz da dahil, yani yıllarca Yasir Arafat’a Yaser Arafat dememiz gibi. Son zamanlarda yer isimlerine başka bir operasyon da söz konusu oldu. Orijinali Arapça, Türkçe olan yer isimlerinin YPG-PYD terör örgütleri tarafından yerel Kürtçe telaffuza uygun şekilde yeniden isimlendirilerek sahiplenilmeye çalışıldığını gördük. Elbette bu bölgede Kürtçe yer isimleri de var, olmasında da bir sıkıntı yok. İlk yer ismi Türkçe ise Türkçe, Arapça ise Arapça kalmalıdır veya çoğunluk o gruptan ise grubun yaptığı tanımlama kullanılabilir. Ama “ayn” ile yazılan Afrin’e “Efrin” demek ve bunları kasıtlı olarak dayatmak aklımıza başka oyunlar getiriyor.

Amerikalılar, Filistin-İsrail dememek için “Ortadoğu” lafını çıkardılar. Balkan coğrafyasında Üsküp gibi kalbimiz olan bir şehre zaman zaman basın organları “Skopje” diye yazdılar. Yer isimleri bir yeri hem doğru tanımak hem de oradaki geçmişinize de sahip çıkmak noktasında hassas olmamız gereken bir konu. Yer ismi şuan orada yaşamayan topluluklara da ait olabilir, yani her yer ismi bugün yaşayana ait olmayabilir. Ama bizim bu coğrafyada çok uzun bir geçmişimiz var. Niye yüz sene önce verdiğimiz ismi birileri istiyor diye ya da biz kendi tarihimizi unuttuğumuz için onların verdiği isimlerle analım? Bu konularda diğer milletler çok hassastır.  Çok eski çağlara ait kadim Yunanca isimlerin bile turizm gibi gerekçelerle kullanıldığını görürken bizim daha seksen sene önce kullandığımız isimleri değiştirmemiz hem tarihçilik hem de devlet adamlığı adına kabul edilebilir bir şey değil. Bu konularda bir hassasiyet oluşmaya başladı. Bazı isimlerin Türkçe telaffuza uygun olarak veya eski kullanışa uygun olarak kullanılmaya çalışılıyor. Şuan Suriye’de uzun süre kullanılan isim hangisi ise onun kullanılması taraftarıyım. Aynı şeyi Anadolu için de söyleyebiliriz. Anadolu’da da pek çok yer ismi değişti ama zannedilmesin ki sadece Türkçe olmayan isimler değişti. 12 Eylül’den sonra ve daha önceki dönemlerde pek çok Türkçe-Oğuzca olan yer ismi de Türkçe olmadığı zannedilerek değiştirildi. Maraş’ta, Antep’te Oğuz boylarına ait isimlerin değiştirildiğini biliyoruz. “Türkçe dışı diller Türkçeleştirme adına değiştirildi“ diyerek bir genelleme yapamayız. Yer isimlerine yapılan müdahaleler, genelde çok doğru müdahaleler değildir. Ben yıllardır “Orta Asya” demem, Türkistan derim. Çünkü Türkistan, bir Türk coğrafyasıdır. Ama yeni bir yerleşim varsa ya da oradaki tüm halk yerin ismini o şekilde telaffuz ediyorsa durum farklı olabilir.

 

GÜVENLİK KUŞAĞI OLUŞUYOR

Afrin’de “Zeyin Dalı Operasyonu” devam ediyor. Daha öncede Suriye’nin kuzeyinde yeni bir kuşak oluşturulmasını engellemeye yönelik “Fırat Kalkanı Operasyonu” olmuştu. Bu operasyonlar olmasa Türkiye ne gibi sorunlarla karşılaşırdı, bu operasyonlar niçin yapılıyor sizce? 

Bu operasyonun niçin yapıldığını anlamayanlar arasında oraya gönderdiğimiz genç askerler de olabiliyor, bazı siviller de olabiliyor, siyaset yapmak adına buna muhalefet edenler de olabiliyor. Her ne kadar eski imparatorluklar döneminde, yani toprak hakimiyetine dayalı dönemde, olmamış olsak bile şunu unutmayalım ki siz müdafaa hattınızı anavatanınızın hemen dibinde kurarsanız bir süre sonra o vatanınızı bulamazsınız. Osmanlı- Rus savaşı sırasında Rus gözlemcinin şöyle bir sözü var, “ Kars, Erzurum’un kapısıdır. Erzurum, Sivas’ın kapısıdır. Sivas, Diyarbakır’ın kapısıdır. Diyarbakır, Musul’un kapısıdır.” Dolayısıyla Musul’u kaybetmek Diyarbakır’ı kaybetmek, Diyarbakır’ı kaybetmek Sivas’ı kaybetmektir ya da tam tersi. Osmanlı-Rus seferlerinde Ruslar Batum’dan, Ardahan’dan, Kars’tan Erzurum’a gelir. Erzurum düştükten sonra Sivas da gider. Bosna’da Osmanlıyı savunuyorsanız İstanbul’u kaybetmezsiniz. Osmanlı, Bosna’yı kaybettikten sonra Rusları Edirne’de ve daha sonra İstanbul’da (Yeşilköy) görmüştür. O yüzden bu operasyonların güvenlik kuşağı oluşturma açısından çok önemli olduğunu söylemeliyiz. Bu, bir bakımdan geç kalınmış operasyondur. Belki muhacirler ilk geldiğinde bizim otuz-kırk kilometre içeride güvenli bölge oluşturmamız gerekirdi ama iç ve dış şartların buna müsaade etmesi gerekiyordu, dolayısıyla zamanlamayı tartışma çok doğru değil. İkinci kısım, kültürel kısımdır. Sürekli bu durumun Suriye’nin iç işi olduğunu iddia ederek bu müdahale nedeniyle Türkiye’de hükümeti itham edenler de var. Fakat Suriye’nin iç işi dediğiniz aslında Türkiye’nin ne kadar dış işi, o tartışılır. Bir Rusya, Amerika gibi değiliz biz. Orada zorunlu göçe tabi tutulanlar, zulüm görenler Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmasalar da Kültürel, etnik, dini açılardan kendimizi kapatamayacağımız guruplar. Onların problemleriyle ilgilenmek zorundayız. Günümüz şartlarında hiç silahlı kuvvet kullanmadan bunu halledelim desek bile bu mümkün olmuyor. Hem kendi güvenliğiniz için hem de orada yaşayanların güvenliği için bölgede varlığınızı hissettirmeniz gerekli. Bu yüzden hem Fırat Kalkanı hem de Zeytin Dalı Harekatı’nın iyi planlanmış olduğunu, sonuçlarının stratejik olarak önemli olduğunu söyleyebiliriz.

 

MÜDAFAA POZİSYONUNU KIRIYORUZ

Şunu unutmayalım, iki yüz yıldır sıkışığımız müdafaa pozisyonunu bir tek Kıbrıs Harekatı’nda aşabildik. Kıbrıs Harekatı’nın bedeli de 1974’ten 1980 darbesine kadar Türkiye’de iç savaş şartlarının ağırlaştırılması ve ekonomik ambargo uygulanması şeklinde ödetildi. Biz şuan o psikolojik eşiği aşıyoruz. Hiçbir problem yaşamayalım, dış baskıyla karşılaşmayalım dediğimiz noktada kendimizi yine müdafaa pozisyonuna mahkum ediyoruz. Müdafaa pozisyonundaki ülkelerde bilim, teknoloji, sanayi ve ekonomi gelişmiyor. Reelpolitik şartlar tabi dikkate alınacak, Türkiye’nin operasyon yapabileceği bölgeler ile operasyon yapmadan ilgileneceği bölgeler farklılaştırılacak. Ama söz konusu Afrin, Membiç ve Fırat’ın doğusundaki bölge ise buraların hepsinin operasyon sahasına dahil olduğunu düşünüyorum. Türkiye’nin siyasi, ekonomik ve askeri gücü imkan verdiği sürece buralara dahil olunması gerektiğini de düşünüyorum. Bu operasyon tercih değil zaruret halini almıştı. Çünkü hem büyük güçlerin kurdukları oyunlar açısından hem de hem de büyük güçlerin desteğini alıp Türkiye’ye karşı eylem yapan grupların aklını başına alması açısından Türkiye çok uzun süre bekledi. “Ben burada bölgesel bir gücüm” diyorsanız bunu daha fazla seyretmeniz mümkün değil. O yüzden bu harekatın yerinde olduğunu düşünüyorum. Muhtemelen, gerekirse, iyi planlamayla daha da genişleyecektir. Bu, kısa süre diplomatik veya askeri açıdan bizi zorlayabilir ama, eninde sonunda, bu zorluklar bizim daha güçlü bir savunma sektörü, daha sağlam politik karar mekanizması kurmamızı sağlayacaktır.