Portre

Yerli bir sinema bilgesinin portresi: Ahmet Uluçay

Ahmet Uluçay, bir sinema bilgesi… 55 yıllık hayatında çocukluk düşlerinden hiç ayrılmadan hayallerinin peşinde koşan, imkânsızı âdeta mümkün kılan, böylece hiçbir sinema eğitimi almadan, dahası kendi ilk filmine kadar hiçbir film seti görmeden, kabuğunu çatlatarak “Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmayı” başarmış bir insan… Bu, Şeyh Galib’in “Ateş denizinden mumdan gemiyle geçmek” olayından farksız bir durum demektir. Hüsn ü Aşk mesnevisinde “aşk”, nasıl “güzellik”e kavuşmak için mücadele vermişse Ulaçay da aşkı olan sinema için aynısını yapmış biridir. Bu yüzden sinema tarihimizde nerdeyse ikinci bir örneğini göstermek neredeyse imkânsızdır.

Hayallerin peşinde koşmak 

Böyle bir insanın portresini ve hikâyesini anlatmanın önündeki zorluğu ortadan kaldırmak için akla değil daha çok gönüle müracaat etmek lazım geliyor. Gönül ise kelimelere muhtaç değildir. Bunu denesek bile onun dünyasını anlatacak kelimeler bulmak da bir hayli zor olacaktır. Ama diğer yandan “anlama” ve “anlatma” açısından elimizde kelimelerden başka da bir imkân yoktur. Bizde sanat adamları düşünsel dünyaları açısından entelektüel sıfatlarıyla ve buna bağlı olarak yaptıkları/yazdıkları ile anlatılırlar. Bizim kadim geleneğimiz ise “irfan ve âriflik” temellidir. Bu da “bilgeliği” ifade eder. Diğer yandan ârifler, aynı zamanda kahramandırlar. Önce kendileriyle sonra dünya ile mücadele etmeyi bilen ve kendi içlerinde keşfettikleri hakikatten başka bir şeye teslim olmayan kişilerdir. Bu yüzden onun için öncelikle “O bilge bir yönetmendi.” Cümlesini kurmak istiyorum. “Bilge” yani “hayatı, varoluşu kavramış ve bunu dil sembolizminin imkânlarıyla anlatan kişi.”

Ahmet Uluçay da böyle bir geleneğin bir halkasıydı. O bize “‘Benim anlatacak bir derdim var’’ diyerek önce istemeyi, hayal kurmayı, hayallerin peşinden yürümeyi, imkânsızlıklara teslim olmamayı, sonra her şartta en iyisini yapmayı öğretti. İdeallerinin önünde hiçbir engel tanımadı. Hayallerinin peşinde gitmekten hiçbir zaman vazgeçmedi. “Film çekmeseydim delirirdim.” diyecek kadar sinemaya âşık olan bu isim geride bıraktığı filmlerin sayısı çok olmasa bile açtığı yolun ışığı sönmeyecek kadar güçlüydü.  Bu bakımdan Nasıl Neşet Ertaş nasıl “bozkırın tezenesi “ise Ahmet Uluçay da “bozkırın türküsü”ydü. Birinin aleti bağlama, diğerininki de sinemaydı.

Hayatla sinemayı bir tutmak

Uluçay, bilgelik tavrının bir gereği olarak “Hayatla sinemayı bir tuttu. “Hangisi nerede bitiyor, diğeri nerede başlıyor. Bilmiyorum.” Diyecek kadar ikisini özdeşleştirdi. Ona göre karanlık, çok güzel düşüncelere dalıp kendi iç dünyamıza bir yolculuk yapmaktı. Hayatta doğumdan ölüme, ama aslında doğum öncesinden doğuma, doğumdan ölüme, ölümden ölüm ötesine bir yolculuktu. İşte bu insanın “keşif çabasıdır. Sonra bütün görünmeyenler karanlıkta gizli olduğu için görünmeyenleri daha çok görünür kılardı karanlık. Ben burada ışıksız hücrelerde çileye soyunan, halvete giren dervişlerin nasıl bir hakikat keşfinin kahramanları olduklarını düşünürüm hep. Uluçay da böyle biriydi. Sinemayı Batı’ya bağımlı, en güzel örneklerini Batı’da vermiş olsa bile doğulu bir sanat olarak gördü. Muhtemeldir ki böyle bir anlayışa ulaşmasında Filibeli Ahmet Hilmi’nin “Âmâk-ı Hayâl”i, Giritli Aziz Efendi’nin “Muhayyelât-ı Aziz Efendi”si gibi düşsel olanın hikâyesini anlatan eserler etkili olmuştur.  Bu yüzden Türk sinemasında açılan bu yeni yol onunla başladı ve onunla bitti.

Uluçay’ın Hikâyesi

Ahmet Uluçay’ın hikâyesi Kütahya’nın Tavşanlı ilçesinin Tepecik isimli küçücük bir köyünde başlar.  2 Aralık 1954’te burada doğar. Sıra dışı ve yaşıtlarından farklı bir çocukluk dönemi yaşar. Küçük yaşta sara hastalığı geçirir. Sık sık bayılır. Bu problem, belki de hem kendini hem hayatı anlamasında önemli bir deneyim gibi görünmektedir. Başka özel durumları da vardır. Mesela annesinden dinlediği masallarla gerçekten gerçek üstüne uzanır. Markaların, amblemlerini tersten çizmek, kelimeleri tersten okumak ve resim ve heykel yapmak gibi merakları vardır. Hastalığı, nasıl hayatı anlamasında bir deneyimse de bunlar da kendi sanat yeteneğini fark etmesi deneyimleridir aslında. Ama daha da önemlisi “gölgeler”e duyduğu ilgidir. Ellerini kullanarak duvarda gölgeler oluşturmak ona büyük keyif vermektedir, yine çizdiği resimlerdeki görüntülerin hareketlenmesi arzusu bu onun sinema tutkusunun başlangıcını oluşturmaktadır. Kendisi bu durumu “filmleri gımıldatma” olarak ifade ederek şöyle anlatır: “Evimize giderken kapının önünde annem kardeşimle elimize birer çıra tutuştururdu. Biz böyle karanlığın içine ateş böcekleri gibi dalardık. Ama daha köşeye varmadan çıralarımız sönerdi yakmak için yine dönerdik, yeniden varırdık o köşeye ve yine çıralarımız sönerdi. İşte ellerimizde çıralar, gölgelerimiz duvarlarda, böyle büyür küçülürdük, insanlar geçerler yanımızdan, böyle yıldız böcekleri gibi karanlığın içinde ellerimizde gaz lambaları. Gölgeler, gölgeler, gölgeler. Köyün bütün duvarları benim için her gün devam eden böyle fantastik bir sinemaydı.”

Kitaplara ilgisi

Ahmet Uluçay’ın beslenme kaynaklarından biri de kitaplardır. Türk, İngiliz, Fransız ve Rus klasiklerinin hepsini okur. Dostoyevski ile yatıp, Dostoyevski ile kalkmaktadır. Ama onlarda da hep hareketli sahneler ilgisini çekmektedir. Okuma ve yazma ona film yapmanın yanı sıra bir de yazarlık tutkusu ekler. Böylece “Küller ve Kemikler” adında bir roman ortaya çıkar. Yarım kalan romanı ise  “Kuzey Masalı”dır. Yeğeni onun okuma ve sinema tutkusunu daha sonra şöyle açıklayacaktır: “Amcamın bir ev dolusu kitabı vardı. Parasını tütüne, kitaba ve sinemaya yatırırdı.” Vefatından sonra 2018’de ise çıkan kitabı “Bunca Acıya Değer mi?” adlı günlükleri oldu.

Tabi bir de yaşadığı doğal çevreden de söz edilmelidir. Sade bir hayatın içindeki ilk bakışta görünmeyen derin anlamlar, güzellikler, ormanın yeşili, göğün mavisi…Çevre dağların ufuk çizgileri. Dağların ardında ne var merak etmektedir. Bir çoban çocuğu olarak dağı ezbere bilir ama deniz nedir henüz bilmemektedir. Bütün bunlar onda sanki sûfîlerin hayatlarındaki iki makama tekabül eder. “Hayret ve arayış” Ve zihninde sorular, sorular… Bir de çocuklar, deliler ve kediler vardır hayatında… Sonradan şöyle diyecektir: “Çocuk masumiyet demek. Çocukların, kedilerin ve delilerin olmadığı bir film düşünemiyorum.”

Sinema tutkusu

Sonra bir gün Sezen Aksu’nun “Gülümse” parçasında anlatılana benzer bir olay gerçekleşir. Orada şehre gelen film, burada bir köye gelmiştir. Henüz on yaşındadır bu ilk sinema makinesini gördüğünde. Kendi ifadesiyle o hareketli görüntülere görür görmez hayran olur. Makinenin yanından ayrılamaz. Resimlerin hareketlendiğini görmesi ilk kez böyle gerçekleşir. Böylece karşısında o ilk sinemayı gördüğünde, o düşü orada gerçekleşmiş olur. İşte onun sinemaya tutkusu da böyle başlar. Şiir okumak ve yazmanın da onun filmlerindeki bu derin duyarlığın ve estetik anlatımın başlangıç işaretleri olarak okunabilir.

Sinema makinesini gördükten sonra film yapma tutkusu daha da artar. İsmail Mutlu isimli bir arkadaşıyla birlikte 12 yaşında sinema makinesi yapmak için işe koyulurlar.  Üç yıllık uğraştan sonra bir ahırda köylülere film göstermeye başlarlar. Sinema çöplüklerinden film toplayıp, kareleri birbirine ekler, birkaç saniyelik görüntüler elde ederek köyün bir ahırında dağları, deniz ve ormanı seyrederler. Ama daha ilerisi vardır hayalinde… Çünkü sinema tutkusu delilik derecesindedir. Çocukluktan beri kurduğu düşler ise daha da artmıştır. Ama hayat, çalışmayı para kazanmayı da gerektirmektedir. Ailesi “Sinema ve resim gibi işler zengin çocukların işidir.”diyerek ona müdahil olmak ister. Mecburen o dönemlerde kamyon muavinliği ve inşaat işçiliği yapmak zorunda kalır. Ama tutkusundan ve hayallerinden hiçbir zaman vazgeçmez.

Köydeki bir ahırda başlayan film çekme hikâyesi daha sonraları yeni bir adıma evrilir. Almanya’da çalışan bir işçi bir kamera getirmiştir köye. Kötü bir kameradır tabii. Fakat, ne gam… Köyde tavukçulukla uğraşan İsmail Mutlu ve bir maden işletmesinde işçi olarak çalışan Şerif Akarsu ile hemen işe koyulurlar. “Tepecik Köyü Arkadaş Sinema Grubu”nu kurarlar. 1992 yılında ilk filmleri “Optik Düşler” ortaya çıkar. O sıralarda 38 yaşındadır ve sinema hayali ete kemiğe bürünme imkânını nihayet bulmuştur.  Bu elbette kolay olmaz… Ellerinde sadece Almanya’da yaşayan bir gurbetçiden aldıkları VHS kamera vardır. Kameranın aküsü olmadığı için sadece elektrik olan yerlerde çekim yapabilmektedirler. Hatta mezarlık olan bir sahnede mezarlıkta çekim yapamayacakları için mezarlık maketini kullanırlar. Kamerasından perdesine, merceğinden ışığına, kurgusundan efektine kadar sinemaya dair ne varsa kendi imkânlarını kullanarak yaparlar. Hatta sinemanın ismini bile “gımıldak” diye özgünleştirerek bu kelimeyi de Türkçeleştirmiş olurlar. Sonuçta film çekimi biter. Bu olağanüstü bir başarıdır. Zira bu filmi yapan kişi ilkokul mezunudur. Kendi filminden önce bir film setinde dahi bulunmamıştır. Yine bir sinema öğrenimi de olmamıştır.  Bir söyleşisinde söylediği “Bunun kuralı budur demem, söyle kalbim derim?” Sözü aslında bu işin nasıl gerçekleştiğini açıklar niteliktedir.

“Optik Düşler” adlı bu filmle Ankara Uluslar Arası Film Festivaline katılırlar. Film ilgi görür.  Çekim hikâyesini öğrenenler takdirlerini ifade ederler ama sanat, o dönemlerde belli ideolojik kesimlerin tekelinde olduğu için Tavşanlı’dan gelip böyle bir başarı öyküsünün kahramanı olan Ulaçay’a “Köylü yönetmen” diyerek itibarsızlaştırmaya çalışırlar. Ama o  “köylü yönetmen”, kendi tabiriyle “köyde yaşayan yönetmen” ya da  “köyden çıkmayan yönetmen”dir. Ödüllerini alıp köylerine dönerler. Yola düşülmüştür bir kere… “Optik Düşler”i, “Koltuk Değneklerinden Kanat Yapmak”, “Bizim Köyün Orta Yeri Sinema”, “Bizim Köyde Bayram Sabahı” “Minyatür Kozmosta Rüya”. “İnci Denizin Dibinde”, “Epilectic Film”, “Uzun Metrajın Resmi”, “Exorcise”, “Kaza” filmleri takip eder.

Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak

Burada bir kez daha Şeyh Galib’in meşhur mesnevisinde “ Güzellik”i bulmak için yollara düşen “Aşk”ın mumdan bir gemiye binerek ateş denizinden geçme olayını hatırlamak gerekir. Bu, doğrusu aklın anlamakta çaresi kaldığı bir durumdur. Bu tür muammaların hakkından ancak gönül gelir.  Söz konusu olan gönülse işte böyle ateş denizinde mumdan gemilerle geçmek mümkün olur. Bunun için ateşi gülşene çevirmek gerekir ki bu da İbrahimlerin işidir. İbrahim olmak ise bir yazarımızın dediği gibi “kâinatı gönlün sorgusundan geçirmeyi, imkansızın peşine düşmeyi, mekanın ve zamanın ötesinde bir hayatın düşünü yormayı, çalışmayı ve aklın sınırlarının ötesine taşmayı” gerektirir ki Ahmet Uluçay’ın yaptığı bundan farklı bir şey değildir. O kendi sinema hikâyesini, yani kurduğu düşün peşinden koşmayı ve onu yakalamayı hikâyesini anlatmıştır bu filminde. Kabuğunu çatlatıp dışarı çıkmayı başarmış ve ortaya sinema tarihine altın harflerle yazılacak özgün bir film çıkmıştır. Bu kabuk çatlama meselesini bir söyleşisinde “Neden filmlerinde kabuk kelimesini kullandığı sorulunca, “kabuğumu çatlatmaya çalışıyorum” demiştir. Bu, ancak sanatkârlığı bilgelikle bütünleştiren birinin sözü olabilir ancak.

Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak” filmi bir çocuğun hayalleri üzerine kuruludur ama aslında Uluçay’ın kendi hikâyesidir. Ve film çekilir. Bu imkânsızlığın azimli birinin önünde engel olamayacağının da göstergesidir. Bu başarının sırrını kendisi  şöyle açıklayacaktır: “Karpuz kabuğunda gemi değil Titanic bile yaparsın. Para değil yürek meselesi.” “Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak” filmi ile Türkiye’de ve yurtdışında 40’a yakın ödül alır. Kendisine TBMM Üstün Hizmet Madalyası bile verilir. Türkiye onun gerçek anlamıyla bu filmle tanımış olur.

Ondan geriye kalan elbette sayısı az ama niteliği yüksek filmleridir. Ama o şiirle, hikâye ve romanla da uğraşmıştır. Filmlerinin dışında “Küller ve Kemikler” adında bir romanı vardır. Hatıra ve şiir ve masal tadında olan bu kitaba bizim “Küçük Prens” kitabımız da diyebiliriz. Çünkü o da düşsel bir yolculuk hikâyesini anlatır. Hayatın her anında çocukça düşler görülebileceğinin ispatını sunan bir eser olarak dikkati çeker.

Hikâyenin sonu

Onca zorluk ve imkânsızlık Ahmet Uluçay’ı yıldıramamış ama çok da yormuştur. 2004 yılında beyninde tümör olduğu tanısına varılır. Peş peşe ameliyatlar geçirir. Yine de sinemadan uzak kalmak istemez. “Bozkırda Deniz Kabuğu” filminin çekimlerine 2007 yılında başlar ancak sağlık sorunları nedeniyle film yarım kalır. 30 Kasım 2009’da ise İstanbul’da bu dünyaya veda eder. Zeynep Zelan’ın ifadesiyle o Türk sinemasının “Geç bulduğu fakat erken kaybettiği” bir kahramandır. Güven Adıgüzel ise onu “Sinemanın Don Kişot’u, Anadolu dehâsı, kültür savaşçısı ve irfan çeşmesi” olarak anar. Biz de onu rahmetle anıyor ve ruhu şad olsun diyoruz.

Etiket /