Aristoteles’in eserlerini, bağlamında kalarak şerh etti. İslam aleminde “eş-şârih” olarak tanındı. Lâtin dünyasında “commentator”, Endülüs Yahudileri tarafından Aben Roşd, İspanyollar arasında Aven Roşd isimleriyle bilindi. Averroes/Averroys ise Latince’de ona uygun görülen sıfatlardı.
İbn Rüşd, 1126’da Kurtuba’da dünyaya gelir. İlim ve siyaset çevrelerinde kabul görmüş seçkin bir ailenin çocuğudur. İsmini aldığı dedesi Ebu’l-velîd Muhammed, dönemin Kurtuba Başkadısıdır, sonra aynı görevi babası Ahmet üstlenecektir.
Eğitim hayatına babasından aldığı okuma, yazma, gramer ve temel dini bilgiler dersleriyle başlayan İbn Rüşd, Mâlik bin Enes’in “Muvatta” adlı eserini ezberler. Devrin önde gelen âlimlerinden fıkıh, tıp, matematik ve felsefe eğitimi alır.
İbn Rüşd, 1153’te, yani 27 yaşındayken Merakeş’e gider, Aristoteles’in eserlerini okur ve öğrenir, dönemin İslam Halifesi Ebû Ya’kûb’tur. Halifenin en büyük hedeflerinden biri, Merakeş’i bir ilim ve felsefe merkezî hâline getirmektir. Kendisi de akli ilimlere ziyadesiyle ilgilidir. Aristoteles’in eserlerini okuyup anlamak ister, dönemin alimlerinden İbn Tufeyl’in tavsiyesi üzerine İbn Rüşd halifeye yardımcı olur.
İbn Rüşd, Aristoteles’in eserlerini şerh etmeye başlar, ancak bir yerden sonra elindeki kaynaklar kendisine yetmez. 18 yıl aradan sonra doğduğu şehir Kurtuba’ya Başkadı olarak döndüğünde yıl 1171’dir.
Bıyıkları henüz terlememiş bir delikanlı…
10 yıl boyunca idari göreviyle ilmi çalışmalarını birlikte sürdürür. Bu dönemde babasıyla dost olduğu Muhyiddin İbnü’l-Arabî ile görüşür. Aralarında geçen ilginç diyalogu İbnü’l-Arabi “Futuhat-ı Mekiyye” adlı eserinde detaylıca anlatır:
“Bir gün Kurtuba’da şehrin kadısı Eb’ul-Velid İbn Rüşd’ün huzuruna girdim. Halvetimde Allah’ın bana açmış olduğu şeyleri duyup öğrendiği için benimle karşılaşmak istiyordu. Duyduklarından dolayı şaşkınlığını izhar ediyordu. Babam, dostu İbn Rüşd’ün arzusu üzerine bir vesileyle beni ona gönderdi. O esnada bıyıkları henüz terlememiş bir delikanlıydım. Huzuruna girdiğimde sevgi ve saygıyla kalkıp beni kucakladı ve şöyle dedi:
-Evet!
Ben de cevap verdim:
-Evet!
Söylediğini anladığım için sevinci arttı. Sonra, sevincinin sebebinin farkına vardım ve ona ‘hayır’ dedim. Bunun üzerine üzüldü, rengi değişti ve sahip olduğu şeye karşı kuşku duydu. Bana şöyle dedi:
Keşif ve ilahi feyizde işin nasıl olduğunu gördün? Acaba teorik düşüncenin bize verdiği gibi midir?
Şöyle cevap verdim:
-‘Evet ve hayır!’ Evet ve hayır arasında ruhlar maddelerinden, boyunlar bedenlerinden uçar.
Bunun üzerine rengi sarardı ve kendisini sıkıntı bastı, bağdaş kurup oturdu ve işaret ettiğim şeyi anladı.”
İbn’ül Arabi, İbn Rüşd’ün etkileşimde bulunduğu tek isim değildi. Döneminde İbn Tufeyl, Ebû Mervân ibn Zühr, Ebû Ya’kûb Yûsuf ve Ebû Yûsuf Ya’kûb el-Mansûr muhabbet kurduğu belli başlı isimlerdi.
Neden sürgün edildi?
Hükümdarlık merkezi Merakeş’e kraliyet fizikçisi olarak döndüğünde yıl 1182’dir. Ancak iki yıl sonra İbn Rüşd’ün en büyük destekçisi Halife Ebû Ya’kûb vefat eder, yerine geçen oğlu Ebû Yûsuf ise, ilk yıllarda İbn Rüşd’e hürmette kusur etmez. Bu durum 1195’te Kastilya’yı fethe çıkmasına kadar devam eder. Ebû Yûsuf, Kastilya seferi sırasında Kurtuba’da konaklar. Burada ordu içinde bir grup, halifeye daha önce birçok kez şikayet ettikleri İbn Rüşd ile ilgili rahatsızlıklarını tekrar dile getirir. Halife ise, Kurtuba Camii’nde İbn Rüşd ile birlikte muhaliflerini de dinler. Savaş sırasında oluşabilecek ihtilaftan çekinir, İbn Rüşd ve takipçilerini Kurtuba’ya 73 kilometre mesafedeki eski bir Yahudi yerleşim yeri olan Elîsâne’ye sürgüne gönderir. Fakat sürgünden ağır olan başka bir muameleye muhatap olur İbn Rüşd. O güne kadar yazdığı eserlerin çoğu yakılır, yok edilir. Birkaç yılını sürgünde geçiren büyük İslam filozofu, halkın isteği üzerine halife tarafından yeniden davet edildiği Merakeş’te 72 yaşında (11 Aralık 1198) ebedi aleme göçer. Vefat ettiğinde biri doktor, öbürü hukukçu iki erkek çocuğu vardı.
Aristo’nun her eseri için üç şerh…
İbn Rüşd felsefe, İslam teolojisi, matematik, sağlık, psikoloji, astronomi alanlarında çok sayıda eser verdi. En çok etkilendiği isim şüphesiz Aristoteles’ti. İbn Rüşd’ün “eş-şârih” sıfatıyla ün yapmasını sağlayan da Aristo’nun hemen hemen her eseri için yazdığı üç tür şerhtir. Kısa şerhleri Yunan şarihlerin tartışmaları üzerinden yaptığı izahatlara dayanır. Bu şerhler, özellikle Yahudi düşünürler tarafından başucu eserler halinde kullanılır. Orta şerhlerde Aristoteles’in eserlerini açık ve yalın bir dille yeniden değerlendirir. Söz konusu Şerhler’in Ebû Ya’kûp Yûsuf’un isteği üzerine kaleme alınan eserler olduğu kabul edilir. Uzun şerhler ise, Aristoteles’in metinlerinin tamamını kapsar ve İbn Rüşd’ün olgunluk dönemi görüşlerini yansıtır.
İbn Rüşd’ün şerhleri, daha yaşadığı dönemde İbranice ve Latince’ye tercüme edilecek, Ortaçağ Yahudi düşüncesinin seyri bu şerhler üzerinden yol alacaktır. Şerhlerin çevirileri Avrupa düşünce dünyasına da yön verir, şerhlerle Aristo’nun eserleri birlikte basılır. İbn Rüşd’ün Arapça kaleme aldığı eserlerin büyük kısmı yakıldığı için bugün elimizde olan eserler ya İbranice ya da Latince’den kalmadır.
Meşailik ekolünün son temsilcisi olarak kabul gören İbn Rüşd, eserleriyle Musa b. Meymun (Maimonides), Thomas Aquinas, Roger Bacon, Albertus Magnus ve skolastikleri etkilemiş, etkilediği kendisinden sonra “Yahudi İbn Rüşdcülüğü” adlı bir akım ortaya çıkmıştır.
Din ile Felsefe ya da “süt kardeşler”
İbn Rüşd’ün en büyük meselesi din-felsefe ilişkisiydi. Çünkü kendisinden önce Gazali, din ile felsefeyi birbirine taban tabana zıt noktalarda konuşlandırmış, filozoflara sert eleştiriler yöneltmiş, denebilir ki felsefeyi “lanetlemiştir”! İbn Rüşd ise, din ile felsefeyi iki ayrı bilgi kaynağı olarak görüyordu. “Süt kardeş” benzetmesiyle de iki kaynağın birbirini tamamladığını savunuyordu, “hakikat hakikatle çelişmez, bilakis onunla tutarlıdır ve ona şahitlik eder” diyordu.
Alemin ezeliliği ve Tanrı’nın cüzîleri bilip bilmeyeceği meselesinden hareketle Gazali filozofları ve felsefeyi tabiri caizse yerden yere vurmuştu. Peki, İbn Rüşd bu iki konuda ne diyordu? İbn Rüşd’e göre, Tanrı kainatı tasavvur veya düşünce (bilkuvve) halindeki varlıktan madde (bilfiil) halindeki varlığa çıkarır. Sürekli bir yaratma halindedir. Bu yaratma hali ise zamanla sınırlandırılamaz. Dolayısıyla zamana kıyasla bir başlangıcı zorunlu kılmaz. Başlangıç zorunlu kılınamayacağına göre herhangi bir son da zorunlu kılınamaz.
İnsana had-hudud uyarısı!
İlahi bilginin kapsamına ilişkin tartışmayı ise yanlış bulur İbn Rüşd. Çünkü mesele Tanrı’nın cüzîleri bilip bilmeyeceği meselesidir. Oysa ilahi bilginin kapsamı insan bilgisi merkeze alınarak anlaşılamaz. Çünkü, insan bilgisi şeylerin sebep olduğu bir bilgidir. Oysa Tanrı şeylerin varlığının sebebidir.
Din-felsefe ilişkisi, Tanrı’nın küllîleri bilip bilmeyeceği meselelerinde Gazali ile ters düşen İbn Rüşd, varlığa ilişkin görüşlerinde ise İbn-i Sina’dan ayrı düşüyordu. Varlık yerine mevcut terimini tercih etmiş, varlık-mahiyet tartışmasına yeni bir boyut kazandırmıştı. İbn Rüşd’e göre, insan varolanı duyuları vasıtasıyla bilirdi, mahiyet ise aynı şeyin akledilebilir tarafıydı. Madde ile sûret ayrı ayrı gerçeklikler değildi. İkisi bir bütündü. Ayrıldıkları yer ise, zihin dünyasıydı. Yani madde ile suret ancak zihin düzleminde birbirinden ayrı kabul edilebilirdi. Bu da demek oluyordu ki, İbn-i Sina’nın varlık-mahiyet ayırımına atfettiği ontolojik değer doğru olamazdı, sadece epistemolojik bir değerden söz edilebilirdi.
Varlıklar arasındaki ilişkiyi “sebep-sebepli” diye adlandırıyordu İbn Rüşd. Sebep’ten kasıt etkinlik, sebepli’den maksat ise edilginlik haliydi. İbn Rüşd, edilginliği maddeye, etkinliği ise sûrete atfediyordu. Madde ile sûreti birleştiren unsur ise sürekli yaratma halinde olan ‘İlk İlke’, yani Tanrı’dır. Tanrı, aynı zamanda “zorunlu-sebepsiz”, yani İbn-i Sina’nın “zorunlu varlık” olarak kavramsallaştırdığı ‘şey’e denk düşüyordu. Varlığı “zorunlu-sebepsiz”e bağlı varlıklar için ise “zorunsuz-sebepli” kavramını kullanacaktı.
Şey’leri yüklenen aklın yolculuğu…
Akıl ve bilginin en önemli gayesi varlıklar arasındaki “sebep-sebepli” ilişkisini çözmekti. Aksi halde varlıklar doğal konumlarında idrak edilemez, varlık kategorileri anlamsızlaşır, kavramların içi boşalır, şeyler bilinemez hale gelirdi.
İbn Rüşd, insan nefsinin en önemli gücü olarak gördüğü aklı farklı aşamalara ayırır: “Heyûlanî akıl”, “meleke halindeki akıl”, “müktesep akıl” ve “faal akıl”. Buna göre, varolanlara ait imajın maddeden soyutlanması faal akıl sayesinde mümkün olur. Soyutlanarak kavram haline gelen bilginin kabulü heyûlanî akıl vasıtasıyla gerçekleşir. Ve cüzî bilgiden küllî bilgiye doğru yükselir. Başka bir şekilde ifade etmek gerekirse Heyûlanî akıl, meleke halindeki akıl ve müktesep akıl aşamalarını geçerek faal akıl düzeyine ulaşır. Bu yetkinlik hali için “ittisâl” kavramını kullanır İbn Rüşd. “İttisâl” ise zihnin tümel kavramlara ulaşıp onlarla özdeşleşmesidir, insan aklının objektif bilgiye varmasıdır.
Tehafüt geleneğinin başlatıcısı…
İbn Rüşd’ün din ile felsefeyi uzlaştırma çabası, Gazali’nin filozofları ve felsefeyi ‘şeytanlaştıran’ (Filozofların Tutarsızlığı) tezlerine yazdığı reddiye (Tutarsızlığın Tutarsızlığı) tehafüt geleneğinin ortaya çıkmasını sağladı. Bu eleştiri geleneği; Gazali, İbn Rüşd, Hocazâde, Ali Tûsî ve en son Muhammed Karabaği ile 16. Yüzyılın ortalarına kadar devam edecektir.
İbn Rüşd’den günümüze 80 dolayında eser ulaşmıştır. Bu eserlerin bazıları Türkçeye de çevrilmiştir. Tutarsızlığın Tutarsızlığı (Tehâfütü Tehâfüti’l-felâsife), Felsefe-Din İlişkileri (el-Keşf an menâhici’l-edille ve akâ’idi’l-mille, Faslu’l-makâl, ed-Damîme), Metafizik Şerhi (Telhisu Maba’de’t-Tabia), Metafizik Büyük Şerhi (Tefsiru Maba’de’t-Tabia), Psikoloji şerhi (Telhîsu Kitâbi’n-Nefs), Siyasete Dair Temel Bilgiler (Telhisu’s-Siyase) bu eserlerden bazılarıdır…
Yorum ekle