Portre

Wallerstein Türkiye’den ne ister?

Amerikan Gücünün Gerileyişi’ni yayımladığında dünyada AB fırtınası esiyordu, kapitalizm Sovyet Sosyalizmini yendiği için tek kalmış, Amerika Ortadoğu’ya gireceğinin klasik İslam coğrafyası yönetimlerini dümdüz edeceğinin işaretlerini vermişti.

Liberalizmden Sonra’yı yayımladığında da Hardt ve Negri İmparatorluk’u hazırlıyordu; dünyada her olay, mesele küreselleşmeyle izah ediliyordu….

Küreselleşme, Amerikan Gücünün Gerilemesi, 11 Eylül, Afganistan-Irak müdahaleleri, Arap Baharı, küresel şirket egemenlikleri, ulus devletlerin küresel şirketlerin “güdümü”ne girmesi, 1997 Güney Doğu Asya ve 2008 ABD mortgage krizleri ABD’nin Çin-Rusya’nın gerisine düşeceği, İmparatorluk’un artık ABD’den küresel şirketlere geçeceği yorumlarını getiriyordu. Meseleyi Soğuk Savaş mantığına göre alır, eski dünyanın mücessem reislik anlatısına göre değerlendirirseniz ABD’nin gerilediğini söyleyebilirsiniz fakat İmmanuel Wallerstein’in klasik dünya sistemi izahlarına müracaat ederseniz işleyişin ABD İmparatorluğunu daha da kuvvetlendirdiğini anlarsınız.

Aslına bakılırsa Wallerstein kendisi de kendi anlatısının kenarına düşebiliyordu zaman zaman. 3. Dünyacılıkta direten Samir Amin kapitalizmle kalkınmacılığı ayırarak çevrenin büyümesinin üzerinde duruyordu; Wallerstein ise “ayrıştıran” değil “içselleştiren” bir yaklaşım geliştirdi.

Kapitalizmi dünya sistem-leriyle izah ederken devinimi, yeniden yapılanmayı, krizleri, bozup yenilenmeyi, gelişmeyi, küreselleşmeyi, dizaynı, yeni teknolojileri esas aldığından liberalizmin, kapitalizmin dönemlik “kabuk değiştirmeleri”ni son anlatısıyla izah etmekten, “bu kış kapitalizm ölecek” umutları beslemekten kaçındı.

Öyle ki “sistem karşıtı hareketler”i bile sistemin bir unsuru saydı. Belki tezindeki eksiklik “sistem karşıtı hareketler”in “sisteme girmek için” arıza çıkarmaya çalışmasıydı; çevre merkeze yaklaşmak isteyip sert bariyerle karşılaşınca kitlesel eylemlere başvuruyordu. Kim bilir bu çıkışlar “bağımlılık ekolü”nün merkez-çevre modelindeki geri kalmış ülkelerinin yarı çevre statüsü elde etmek için çıkardıkları maraz, isyan, tekel kırıcılık olmasın… zaten Wallerstein’in yarı çevre kavramı da da bağımlılık ekolünün ikili ayrımına ek yapılmıştı!

Sosyal bilimde devrim…

Öncelikle belirtmek gerekir ki, İmmanuel Wallerstein’ın dünya sistemi tezi, ona münhasır bir “model” ya da “teori” değil… Tarihsel kapitalizmi adlandırma marifetiyle mekanizmasını anlatma becerisi ona ait… Yani dünya sistemi teorisine katılmıyorum ama kapitalizmi anlamaya çalışıyorum deme ihtimali yok!

Wallerstein’ın dünya sistemi kavramsallaştırmasından daha mühimi, akademik aklın kategorileştirme, uzmanlaştırma gerçeğini alt üst etmesi… Kapitalizmi iktisatçıların, sosyologların, tarihçilerin, felsefecilerin, teologların, uluslararası ilişkilercilerin kendi zaviyelerinden okumalarına, buradaki tıkız ve dar bakış açısına karşı İlya Progogine’den, Fernand Braudel’den, Marksist okumalardan faydalanması, sosyoloji, uluslararası ilişkiler, tarih ve iktisadı mezcederek kompartımanlı düşünme kalıplarını kırıp sistemli, bütüncül bakış açısına gitmesi hem büyük bir devrim hem ona bahşedilen bir haslet!

Fakat belirtmek gerekir ki Wallerstein farklı disiplinler ve kaynakları kullanıp kalıpları kırarken teorisinde felsefe ve din boyutları hayli eksik… Sosyoloji kâfi derecede varken dünya sisteminin gelişme evreleriyle teolojik-felsefi aklın dönüşümünü eşanlı takip etmemesi “onun için” kavramsallaştırmasının mükemmeliyetini eksiltili kılıyor!

Dünya sistemi mekanizması

Wallerstein dünya sistemi kavramıyla belirli bir dönemdeki, konjonktürdeki mekanizmayı anlatır; çünkü zaten 16. yüzyılda kapitalizm kuruldu, işleyişini devam ettiriyor, bu esaslara göre aktör, kadro, iktisadi sistem, teknolojik, kültürel ve siyasi yeniliklere bağlı yeniden organizasyon işi güncelleniyor. Dünya sistemindeki değişim derken zamanın ruhuna göre kapitalizmin güncellenmesinden bahis açıyor Wallerstein. Bunu da kapitalizmin ontolojisiyle izah eder, hiyerarşi, sömürü, kamplaşma, kapitalist mekanizmanın değişmez ilkeleridir. Merkantilist dönem sonrasındaki merkez-çevre yapısı sömürünün çevrede üretemeyen, teknolojiye, fabrikaya sahip olmayan sadece hammaddesini merkeze “satan” ülkeleri anlatır; bu satış elbette emperyalist mantıkla üç kuruşa gerçekleşir.

Merkez dediğimizde neyi anlarız; Wallerstein kapitalizmin çıkış yeri İtalyan Site Devletleri ve kıta Avrupasının batı kısmındaki ülkeleri kastederken buna tabi ABD ve kısmen Japonya’yı da eklemek gerekir. Çevre ülkeler ise dünyanın geri kalanını teşkil eder ama o, bu ikili ayrım yerine “yarı çevre”yi de eklemleyerek “gelişmekte olan ülkeleri”, yani çevreyi merkez adına denetleyen, otorite kuran, “ileri karakolluk” görevi verilenleri de sisteme dahil eder.

Neoliberalizm döneminde güçlenen Çin bile küresel şirket mantığı yerine yeniden milliyetçilikler çağına geçildikçe etkinliği azalacağından, büyümesi stabil duruma evrileceğinden yarı çevre yerine konabilir!

Ağır sanayi ve dünyayı değiştiren teknolojik yeniliklere ve pazarlara merkez sahip olurken çevre hammadde ve “gerekirse” köle-işgücü kaynağı, yarı çevre ise hafif-montaj sanayi, vasıflı işgücü, eleman-beyin aktarımı, hizmet sektörünü prekarya doğuracak tarzda maksimize etmeyle izah edilebilir.

Tabi bu süreci onun Marksizmiyle doğrulamak isteyenler çıkıyor; Wallerstein’in “sınıf savaşı”nı kapitalizmin içine yerleştirdiğini söylüyorlar, merkez ülkeler burjuva, çevre ise proleterya… Halbuki çevrede “fabrika görmemiş” sayısız ülke varken emperyalizmin köle mantığıyla açıklamak daha yerinde olur. Onu Marksist olmaktan tezleri değil geleceğe yönelik öngörüleri ayırır, “kapitalizm sonrasının ne getireceğini” bilememesi, klasik Marksist silsileyi feodal-burjuva-proleter aşamalarını boşa çıkarma şeklinde yorumlanır, haliyle determinizmi hatta diyalektiği yok sayma Marksist diye anılmayı engeller.

Sistemden çıkılamaz!

İşte Wallerstein’i ne sistem karşıtı ne alternatif paradigmacı kılmayan sorun da burada… Okumalarında, tezlerinde, çıkarımlarında ve gelecek perspektifinde kapitalizm dışını mümkün görmüyor… Buna ister rasyonel ve tarih okumasının sonucu deyin ister Batı merkezliliğinin bir sonucu…

İmmanuel Wallerstein sistem karşıtlarından, krizlerden bahsedildikçe kapitalizmin de söneceği fikrini getirenlere muhaliflerin, 3. Dünyacıların dünya sistemi tarafından kolaylıkla işlevsizleştirildiğini, antitezleri kapitalizmin anında absorbe ettiğini izah ederken alternatiflerin de yine sistem tarafından beslendiği argümanlarını öne sürer.

Soğuk Savaş döneminde ABD ile  SSCB ve Küba sürekli itişseler, düşmanlık sergileseler de birbirlerinin egemenliklerine hiç itiraz etmediler! ABD, kapitalizm dışı dünya fikrinin bir sistem arz edecek kadar sahiplenilmediğini de ekleyebilirsiniz.

Kapitalizm sonrası için işaret ettiği noktalar da yine o dünyanın ürünü… ya yeni bir kapitalizm ya demokrasi ve eşitlik temelli yeni bir model teklifi her halükarda kapitalizme çıkıyor zaten. Onun alternatif geliştirme kaygısı, kapitalizm yerine öngördüğü herhangi bir teklifi yok, kelebek etkisi dediği, kanatlarını çırpma sürekliliği bir nevi sistem içinde yarıklar açma, kendine özgü bir patika oluşturmanın ötesine geçmiyor; sistem aynen devam edecek ama bireysel ya da küçük kolektivitelerle muhalif tatminler rahatlıkla yerine getirebilecek… Böylece herkes herşeyle kendini tatmin ederken sistem aynı kalmayı sürdürecek!

İnsanlık tarihinin kapitalizminden çıkacağı inancı retorik biçimde onda nüvelense de aslında kastı, “yeni bir dünya sistemi”dir, Tarihin Sonu’nun mekanizma bünyesindeki yeni doktrini, yeni programı yani.

İmmanuel Wallerstein’i niçin okuruz?

Geleceğe dair perspektif edinmek, ümitvar izahlar çıkarmak, model olabilecek doneler elde etmek istiyorsanız, yanlış yere müracaat edersiniz.

Reçete yazmasını bekleyemezsiniz Wallerstein’dan… Ama tarihsel kapitalizmi, dünya sistemi mekanizmasını, aktüel işleyişi çok net öğrenebilirsiniz.

Denebilir ki dünya sistemine adını verdikten sonra küreselleşme, İmparatorluk, Avrupa merkezcilik, çokluk, neoliberalizm üzerine yazanların müracaat yeri, hiyerarşi, hegemonya, mekanizma çalışma prensipleri buradan beslenir.

Kapitalizmin özünden ABD İmparatorluğuna…

16.yüzyılda doğup sanayi-finans kapitalizm aşamalarından neoliberalizme geçen sistemi yerinde kavramlarla anlatır Wallerstein… Buradan erken küreselleşmeyle beraber pazar mantığını ticaret yolları ötesine taşır.

Sınırsız ve sonsuz sermaye birikimi kapitalizmin temel amacıdır… iş bölümü, tarihsellik, oligopoller, büyük pazarlar, rekabet, tekeller, sistem içi çatışmalar ve bunları küresel şirketlerle beraber sevk eden ulus devletler kapitalizmin hülasasıdır…

Modern dünya sisteminin yeni hegemonyasını kurarken büyük bir askeri güce vurgu yapar. Bir yandan iktisadi sermaye temerküzü, emperyalizm, askeri yığınak diğer taraftan Annales okulu, Frenand Braudel’ın ihtiyaçlar, medeniyetler üzerinden dillendirdiklerini sentezler. Klasik dünya sistemi, İtalyan Site Devletleri’nin, Hollanda’nın, İngiltere’nin ve en nihayetinde Normandiya Çıkarması-Yalta-Bretton Woods anlaşmalarıyla ABD’nin reisliğini çok yönlü anlatır. Amerikan Gücünün Gerileyişi ve Liberalizm Sonrası vurguları, Soğuk Savaş metodlarına bağlı doktrinleri ifade eder. Çünkü ABD ve Liberalizmin gücü, refah devleti ile beraber hegemonyayı ABD’nin bilfiil idare etmesiyle ilgili…

Ona göre Liberalizmin zirvesi 1945 ile 1968, ABD hegemonyası 1945 ile 1990 arasındadır… Soğuk Savaşı kazanıp en büyük düşman SSCB’yi yenip tüm Doğu Bloku’nda “Amerikan hayat tarzı”na arzuyla, tutkuyla, açlıkla bağlananlara rağmen ABD gücünü gerileme görmesi neoliberalizmle, dünya sisteminin krizler, yeni teknolojiler, tahakküm ve hegemonya mekanizması inşa etmesiyle ilgili…

Avrupa merkezciliği öne alıyor gibi görünse de İmparatorluk’un farklı boyuttaki gelişimini anlatır. Neoliberalizmin çevredeki herkesi sistemin işçisi durumuna getirmesi, tüketim imkanlarına kavuşurken aynı zamanda ucuz iş gücü ile sistemi idame ettirmesi, küresel şirketlerin çevreyi basit proleterlere evriltmesi, işbölümü adı altında kapitalizmi yaşatacak sahiplenmeyi anlatması biraz da eski düzen ABD İmparatorluğu fikrini geri çekmeye bağlıydı. Burada hemen Küresel Medeniyet ve küresel kültür kavramlarına girmek gerekir.

Neoliberalizmin tüketim, popüler kültür, iletişim gibi metodlarla herkesi aynı kalıba yerleştirmesini Wallerstein gözlerden kaçırmaz.

Başka teorisyenlerin atladığını İmmanuel Wallerstein ayan eder: dünya sistemi makine, merkez ve çevre ülkeler de statik değil, toplum karakterleri, kültürleri, değerleri, dinleri, birikimleri, yakın çevre coğrafyasındaki kavgalar, ulus devletler arası çatışmalar, mekanizmayı kusursuz çalıştırmaz!

Çevre için kültür anlamsızdır ama üretim ve işbölümüne katıldığında tüketim amaca dönüşür, böylece merkezde yer alıyor sanısı zengin-fakir arasındaki farkın, orta sınıfın daralmasının, neoliberalizmin en kuvvetli biçimde ilerlemesinin, yarı çevrenin yavaş yavaş yok olmasının anlaşılmasına kadar sürer; sonrasında… sonrasında dünya sistemi yeni bir evreye geçer.

Zaten neoliberal siyasallığın yerini küresel şirket düşmanlığına ve milliyetçiliğe kayması, mülteci ve İslam düşmanlığı bunun bir sonucu. Dünyada zengin daha zenginleşir, sınırsız mal temerküzü azamiye ulaşırken yarı çevre ve çevre fakirleşmeye devam eder. Wallerstein’in Amerikan’ın etkinliğinin azaldığı vurgusu sorumluluğu onun üzerinden almaya matuf olabilir mi… Irak’taki, Suud ve Mısır’daki, Afganistan’daki hatta Avrupa’daki askeri varlığı ve gittikçe artan etkisine, Çin ile başlattığı Ticaret Savaşları’nda Çin’i bloke edip büyüme oranını stabile çekmesine bağlı olarak ABD’nin gerilemediğini tam tersine atağa geçtiğini gösterir.

Türkiye vurgusu

Amerika’da eğitimini alan ve Yahudi kökeni etkisiyle isminin Alman değil Anglo Sakson telaffuzuyla zikredilmesini isteyen Wallerstein Marksistlerden de, 3. Dünyacılardan da, bilindik liberallerden de ayrı bir yere sahiptir.

Küresel kapitalizmin İmparatorluk vasfını ulus devletlere rağmen devam ettirdiğini, ulus devletlerin küresel “ağ”a bağlantısıyla gösterir. Eşitsiz gelişme karşısında hissiyatsızdır çünkü kapitalizmin işleyişini mükemmelen anladığı ve anlattığı için süreklilik bunu gerektirir zaten.

Apo ve Kürt meselesinde, imza kampanyalarına destek veren, hegemon ABD’nin çizdiği çerçevenin tarafında yer alan Wallerstein, ABD gücünün gerilemesini anarken dünyanın gidişatının farkındadır, Balkanizasyon, Filistinizasyon, Arap Baharı süreçlerinde yeni siyasi birimleri ve muhtemel federasyon yapılarını öngörüyordu. Tabi Türkiye’yi çokça ilgilendiren Ortadoğu’daki Irak-Suriye çatışması, İsrail’in güvenliği ve Kürt devleti aşamaları ABD hegemonyasında özel bir yeri ihtiva ediyordu.

Burada Türkiye için söyledikleriyle Kürt meselesi, ABD ve dünya sistemi vurguları çok önemli; çok parçalı bir Ortadoğu post neoliberal dönem için gerekli! Hem ABD’nin Soğuk Savaş ile perde arkasına geçen kimliğinin yeniden âyân olması, kapitalizmin yeni evresi, yeni siyasallıklar Türkiye’nin İslam ülkeleriyle, “doğal hinterlandı”yla bağlantısının siyasi sınırların ötesinde kültürel, dini bağlamlarda kesilmesi ile mümkün olabilir.

Wallerstein teolojiyi boşlar bunda “ölü medeniyet”lerin tarihsel kapitalizmde yeri olmamasının etkisi yanında İslam’ın hala kapitalizm dışı bir dünyayı, Türkiye’nin alternatif oluşturabilecek bilfiil yapısı etkili…

Onun dünya sistemi izahında İslam pek etkili rol oynamaz. İtalyan Site Devletleri erken kapitalist dünya sistemi kursa da Türk gerçeği karşısında etkisizdir; Türk nizamı ile kapitalizm aynı dönemlerde çıkmasına rağmen Anadolu’daki anti kapitalist İslami sistem kapitalizmi 400 yıl dondurdu, durdurdu…

Wallerstein’in “Türkiye’nin dünyaya verebileceği hiçbir şey yok” derken, bu hakikati düşünmemiş olabilir mi… tabi ki hayır!

İmmanuel Wallerstein, Frenand Braudel, Arnold Toynbee gibi entelektüellerin, İslam dışı unsurların kapitalizmin matah bir sistem olmadığını ikrar etmelerine rağmen kapitalizmi yaşatma azmini Anadolu’da kapitalizmle aynı dönem çıkıp onu alt eden antikapitalist İslami kerim devlete bağlayabiliriz.

İmmanuel Wallerstein ve 3. Dünyacı, Avrupa-ABD Merkezci, neoliberal tüm Batı unsurlarına karşı varolabilmek için, Türkiye’nin dünyaya yeni sözler söylemesini sağlamamız gerekiyor!