Portre

İstanbul’da Yaşama Sanatı

Haluk Dursun’un İstanbul’da yaşamayı sanat olarak görmesi sebepsiz değil. Ancak, o şehirde bir sanatçı gibi yaşayan, duyup düşünen birisi böyle bir fikre sahip olabilir. Fransızların ‘L’art de vivre’ kavramından ilhamla, İstanbul’a 1968 yılında ‘gelen’ ve bu gelişi ‘görme’nin ötesinde bir yaşama eşiği kabul eden Haluk Dursun, aslında tam da şehrin kalbine, boğaza inmiştir, sanata ilk […]

Haluk Dursun’un İstanbul’da yaşamayı sanat olarak görmesi sebepsiz değil. Ancak, o şehirde bir sanatçı gibi yaşayan, duyup düşünen birisi böyle bir fikre sahip olabilir. Fransızların ‘L’art de vivre’ kavramından ilhamla, İstanbul’a 1968 yılında ‘gelen’ ve bu gelişi ‘görme’nin ötesinde bir yaşama eşiği kabul eden Haluk Dursun, aslında tam da şehrin kalbine, boğaza inmiştir, sanata ilk adımını atmıştır. Şehrin neresinden başlarsanız aslında yaşadıkça o çizgiyi takip edersiniz. Boğaz sonuçta görsel ve kültürel bir seviyedir ve meraklı bir dimağı durmaksızın ilerletip yükseltecektir. Haluk Dursun’un “İstanbul’da Yaşama Sanatı” geriye dönülerek, hatırlayarak, kitapları, fotoğrafları, gazeteleri hasılı literatürü dolduran şeyleri izleyerek yazılmamıştır. Aldığı nefesten gördüğü rüyaya kadar İstanbul yaşaması ile doludur. Elbette tarihçi kişiliği ile kitaplar okumuş, görsel malzemeleri elden geçirmiş, şehrin görmüş geçirmiş seçkinleri ile hemhal olmuştur ama kendi gustosunu yaratmaktan geri kalmamıştır. Bu sebeple nostaljiye, şikayete, ah vaha karşıdır. Yaşamanın içinde, yaşamanın derdindedir. ‘Öncelikle bu şehirde nostaljiye takılmamak, mazide kalmamak, ahlar vahlar arasında sıkışmamak, yaşayanın, mevcudun, kalabildiği kadarıyla eldekinin tadını çıkarmanın peşinde olmalıyız. İstanbul’da yaşama sanatının sanat haline gelebilmesi için bu tarihi şehri iyi tanımalı, yedi tepesinden kıyısına, parkından dağına, tarihi Osmanlı çınarlarından, taşlardan fışkıran Centrantus Ruber’lerine kadar iyi bilmelidir’…

Haluk Dursun, İstanbul’a taşradan gelen pek çoklarının aksine kendisini ona yabancı hissetmez. Sanki o daha çocukluğundan beri onu da kurup yaşatmıştır. Bir de şehri kuran ‘çoğul espri’yi erkenden keşfetmiştir. Bir Osmanlı- Türk şehri olmakla beraber, şehrin mevcut bugünü değer aşamasına uğramış, her tür yağmacılığın kurbanı olmuştur ama onu salt siyasal eğilim ve sosyolojik tahlille açıklamak mümkün değildir. Kavganın şehri değildir İstanbul. Yaşamanın ve keşfetmenin şehridir. Orada, Bizans, Roma mirası hala canlı kalıntılara sahiptir. Dinsel çoğulluk ayrıca farklı dilleri konuşan insanlar İstanbul’u zenginleştiren varlıklar olarak değerlidirler. İşte bu sebeptendir ki o, İstanbul’u bir bütün ve süreç olarak değerlendirir. Doğası, denizi, balıkları, dini ritüelleri, mimarisi, kuşları, ağaçları, tarihi, arkeolojisi, musikisi, mevsimleri ile bir bütündür. Bu bütünlüğü anlamadan o şehri anlamak ve sevmek imkansızdır.

Parçadan bütüne gitmeyi yeğler bu sebepten. Mini ayrıntılar, şehrin şuuraltı kadar rüyasını, gündelik yaşam pratiği kadar zihniyet dünyasını da ifşa eder. Burada kültür adamına düşen sakin olmayı bilmektir.

( Haluk Dursun, yazılarında, tek başına, tarihçi, seyyah, kültür adamı, gazeteci değil, tıpkı Yahya Kemal’in en ön safta sessizce oturan neferi gibi durmayı tercih eder).

O ders vermenin, öne çıkıp kendisini göstermenin derdinde değildir. Bir defne ağacının dibinde Nisan yağmurunu dinlemenin peşindedir. Fenerbahçe’de baharı tam idrak edebilmek için mistik heyecanlara kapılır. ‘İri zümrüt içindeki baharı görmeye teşnelik’ onun mizacıdır. Su sevdasına kapılması da bundandır. Hangi yazarın hangi yazısında İstanbul sularını övdüğünü bilir ama, yudumlamadığı, akışını, kaynamasını görmediği su ona yabancıdır. Siirten Eruh’a doğru yol alırken arabasında taşıdığı Çene suyunu bir askere ikram ettiğinde ‘her şeyinin sudan nasıl hayat bulduğunu görmekle’ mağrurdur. Kayısı ile Abdülhamit’i, İstanbul çileği ile Rumları, Çavuş üzümü ile eski İstanbul bağlarını bağdaştırmayı bilir. Çünkü yaşamıştır.

Haluk Dursun gibi yaman adamlar nadir gelirler bir dile ve onun yaşama zevkine. İstanbul’da Yaşama Sanatı” kitabı özenle okunduğunda dil ve yazma inceliğine dikkat ettiğini görürüz. Zevkin ve lezzetin peşinde bir mirasyedi veya sonradan görme gibi değil aman bilmez bir amatör gibi gitmesi hayranlık uyandırıcıdır. Lüfere hürmeti bilir ama onun Boğazın neresinde ve ne zaman dolaştığından da haberdardır. Şekerler, tatlılar, lakerda, turşu, sahlep, boza, aşure… Bunlar, bunlar da bir şekilde tarihin uçurtmasına kuyruk yapılırlar. Camiler, hafızlar, dergahlar onun turist olarak girdiği mekanlar değildir. Ruhunun müziğini, iç derdini biraz olsun dindirmek, zamanın elmaslarıyla kesilmiş zihniyet dünyamızın yıldızlarını keşif içindir. İstanbul’u yeniden kurmak isteseniz, onun yazdıklarınızdan ilham alabilirsiniz.

Tarih, bizim tarihimiz, insanlık tarihi, biraz da burada, İstanbul’da kristalize olmuştur. Kültürlerin, inançların bu yarışma alanı, dikkatle okunduğunda gelecek için ilham vericidir. Ne var ki budala bir iyimserlik içinde değildir ayrıca. Şehre yapılanların da farkındadır. Yeri geldiğinde, ‘Meraklısına Notlar’ bölümünde ve satır aralarında uyarılarda bulunur, eleştirir, hayıflanıp isyan eder. Mimoza ile kavak ağacı arasındaki yaşama üslubu ve çağrışım gerilimi, imanın estetikle yaşadığı içten etkileşim umurundadır. Ayrıca, akan sulara tutkundur. Tuna, Nil, Boğaziçi bir dokumacı kuşu titizliğiyle birbiriyle örülür.

Erguvanlar, mimozalar, yağmurlar, ötücü kuşlar, lezzetler, kulağı gönendiren sesler. Bir şehir insanı, kendi şehrini nasıl sevip sahiplenir, ince ince orada yaşamayı nasıl zevke ve sanata dönüştürür, bunları ve bunları da bilir ve bildirir. Son arzusu sümbüllere, bülbül seslerine, ispinozlara, insan güzelliğine kanatlanmak olan bir mizacın şehre diktiği mermer sütunlardır yazdıkları. Daha ne olsun?

Etiket /