Türklerin üstelendikleri tarihî kaderin yaşanan zamanda yarattığı boşluk, Türkiye’de doldurulmadan, İslam dünyasının başka bir yerinde doldurulamıyor. Dünya tarihinin son yüz yılı bunun misalleriyle dolu. İslam dünyasının pek çok yerinde İslamî tefekkürde yaşanan uyanışların cümlesi, tam da bu yüzden türlü badirelere mazur kaldı. Kendi adı için mücadele edenleri satın almak kolaydır. İslam dünyasında böyle kişiler bolca bulunuyor maalesef. Zira “bir Müslüman ne için mücadele eder?” sorusu bulanıklaşmış durumda. Müslümanlar, “adları için mücadele edenler” ile “kendilerini aşan bir kader için mücadele edenler”i birbirinden ayırmak noktasında zaafa düşürülmüş durumda. Muhammed Mursî’nin şehadeti, bu hususta, bir göz aydınlığı olmalı bizim için. Muhammed Mursî’nin mücadelesi mi Türkiye’de yankısını buldu yoksa Türkiye’nin tarihi kaderine dönme gayretine mi Mısır ses verdi? Mühim bir sorudur bu.
Mursî’nin mücadelesine Türkiye’de gösterilen sevgi, Aliya İzzetbegoviç’in mücadelesine gösterilen gibiydi. Vaktiyle Ebulfeyz Elçibey de benzer şeyleri tecrübe etmişti. Bu büyük kişilikler kendi adları için mücadele etmiyorlardı. Bu nedenle de karşılarındaki düşmanlarından çok, yanlarında onlardanmış görünen ancak gerçekte kendi adları için mücadele etmekle karşı tarafla birleşmiş olanlar ile mücadele halindeydiler. En zor mücadeledir bu… Bu düşüncelerle Borges’in Olağanüstü Masallar’ında aktardığı bir “Bir Şefin Ölümü” söylencesini, “Adını Bağırarak Öldü” başlığıyla şöyle şiirleştirmiştim:
Bir söylenti hiçbir yerde Kızılderililer arasında
Yayıldığı kadar hızlı yayılamazdı bir zamanlar
O zamanlar önder bir savaşçı varmış o zamanlar
Adamları terk etmiş yenileceklerini anlayınca
Düşmanları da terk etmiş adamları terk edince
Hem nerede bir nehrin kıyıcığında üstelik yarası azıcık
Ağır olaydı yarası atacaklarmış nehre
Az olunca yarası duyup da ölsün demişler bu derin acıyı
Duymuş ve üç gün üç gece böğürmüş varlığını savaşçı
Sonra ölüm gelip almış o varlığını bağırırken herkese
Nehrin adıdır onun adı şimdi
Öbürlerini Kızılderililer hatırlamıyor.
Borges, Cachari adında bir şeften söz eder. Düzensiz birlikleri, düzenli askerî birlikler tarafından yenilince, bir nehrin kenarında ölsün, diye terk edilir. Yöre sakinleri bu yaralı adama korkularından yardım edemezler. Cachari, iki gün iki gece savaşmak istiyormuşçasına “Cachari burada!” diye bağırıp ölür. Halk yanında öldüğü nehre onun adını verir bir zaman sonra. Onun adı için verdiği mücadele nehrin adı olarak yaşamaya devam eder. Müslümanlar kulağa hoş gelen bu estetik mücadeleye tarih boyunca yüz vermediler. Akhilleus’u mücadelesiydi bu. Öleceğini bile bile sırf adı yaşayacak, diye Truva savaşına katılan Akhilleus, paganlardan Greklere, Romalılara geçen bu mübareze biçiminin en tipik örneğidir. Doğruyu kendi nefsinden çıkaranlar çağlar boyunca bu noktada akrabadırlar. Adlarının yaşaması onlar için her şeydir. Stefan Zweig, Luther’in Katolik kilisesine verdiği mücadelenin doğurduğu serbest düşünce imkanını eline geçen ilk fırsatta kendi hükümranlığı için yok eden Calvin’in karşısına çıkan Castellio’yu anlattığı kitabına bu nedenle şu manidar sözlerle başlar:
“Yüreği usanmadan düşen, dizleri üstünde savaşı sürdürür. Ölüm tehlikesi karşısında hareketsiz kalan, canını teslim ederken düşmanına tepeden bakan, bize değil talihe alt olmuştur; yenilmiş değil öldürülmüştür. En yiğit kişiler en mutsuz insanlardır çoğu zaman. Dolayısıyla zaferlerden daha çok gıpta edilecek muzaffer mağlubiyetler vardır.”
Zweig’ın Seneca ve Mantaigne’den aktırdığı bu satırlar, doğruyu nefislerinden çıkaranların adları içinverdikleri benlik mücadelesini idealize eder. Kulağa hoş gelen bu retorik, İslam dünyasında Sisi gibi diksürüngenleri beslemiştir. Böyleleri kendilerini aşan bir ideal için kahraman olamazlar. Onların, akılları sır yaptıkları çıkarımlar, doğru bildikleri vardır ve onun için ilk fırsatta Muhammed Mursî gibi kahramanları satarlar. Zira onlara adları için yaşamayı öğütleyen ideali, Batılı eğitimleri pek hoş göstermiştir. Tutkularının manyağı haline gelmişlerdir. Kısa sürede bir psikopata da dönüşebilirler. Türkler, kendi adları için değil adlarını, sanlarını, soy soplarını aşan idealler için kahramanlık etmek söz konusu olduğunda tarihin gördüğü en esaslı misallere ad vermeyi başarabilmişlerdir. Bu nedenle de Muhammed Mursî’yi kendilerinden bilmişlerdir. Onun mücadelesini zulme karşı tarih boyunca sürdürdükleri mücadelenin Mısır’daki yankısı olarak görmüşlerdir. Bu yüzden de onun şehadetini, ellerinin ermediği bir kahramanın katledilişi olarak algılayarak üzülmektedirler bugün.
Mursî’nin siyasî mücadelesi, altmış yıl önce rahmetli Menderes’in katledilişinin aşamalarından farksızdır. Siyaset bilimciler bunun için “şok doktrini” adlandırmasını yapıyor. Batılı ülkeler, İslamî tefekküre dönme emaresi gördükleri ülkelerin liderlerini böyle katlederek, gelmekte olan nesilleri budamaktadırlar. Rahmetli Necip Fazıl, Menderes’i yaklaşan darbe konusunda uyarır. Mursî’yi de uyaranlar olmuş mudur, bilemiyorum. Muhtemelen bu konuda sezgileri onu herkesten önce uyarmıştır. Ancak adı için mücadele etmeyenler böyledir: Netice ile değil kendi imtihanlarını layıkıyla yapmakla ilgilidirler. Budandıkça kökleşen ve yaşanan zamandan kıyamete dek arza doğru da büyüyen bir ağaç olduğuna, yaşamları da ölümleri de şehadet eder. Onların mübarezesi Akhilleus gibi değil Hz. Ali gibidir. Adları için değil Allah’ın (cc) emrettikleri için yaşayıp ölürler. “Adım kalacak” diye böyle kahramanlara ihanet edenler için ise dünya, pek ağır bir azabın ne güzel
hazırlayıcısıdır.
Yorum ekle