Portre

Bir ömürde iki hayat: Ayşe Şasa

Allah-u Teâlâ Enbiya Suresi’nde “Biz her canlıyı sudan yarattık.” (21/30) buyuruyor. Kimi insanlar, içindeki saf suya hiç toprak karıştırmadan deniz içre deniz kalırlar. Ayşe Şasa Hanımefendi en güzel misallerinden…

1941 yılında seçkin bir ailenin ilk çocukları olarak dünyaya gelen Ayşe Şasa, yuva sıcaklığından uzak bir hayata adım atmış oluyor. Dünya Savaşı’nın kanlı günlerinde, kendilerini İstanbul’un varlıklı ailelerinin konaklarına atan mürebbiyeler giriyor hayatına Ayşe Şasa’nın. İlk olarak Yahudi ve sonrasında Hristiyan mürebbiyeler, asırlık hırslarını ve öfkelerini küçük Ayşe ve kardeşlerinden çıkarırcasına eğitim veriyorlar. Yalnızlaşıyor Ayşe Şasa, içindeki bu derin sızı çok acı vermiş olacak ki “Ben çok yalnızım, bu notu bulan lütfen beni arasın.” diye yazıp, bir şişenin içinde denize bırakıyor. Kimsenin hüznünü fark etmediği çocukluk yıllarından sonra, kolej günleri başlıyor. Ayşe Şasa, bugünün Robert Kolej’i olan Arnavutköy Amerikan Koleji’nin leylî öğrencisi oluyor. Nihilizm ve varoluşçuluk felsefesinin ateist öğretisinin sıkı sıkıya belletildiği kolej yıllarında, Allah’ın varlığını sorgulatan ve mutsuzluğu içine daha da gark olmasına neden olan anlar yaşıyor. Hakikatin keyfiyetini düşündüğü bu yıllarda yıpranmış ve yorgun bir ruha sahip olan Şasa, Şişli’deki ruh hastalıkları La Paix hastanesi hakkında “Hakikate vasıl olmama vesile olacaksa razıyım. ” diyerek ümidini koruyor her şeye rağmen.

Kolejli Ayşe,  bu günlerden sonra, insanların arasında kendine bir yer edinme gayretiyle, Marksist düşünceye sığınır. Ailesinin sahip olduğu seçkin çevre ve zenginlik, hakikat özlemini dindirmemiş ve O da, sosyalist çevrede yeni bir yola girmiştir. Bu yeni yolda üzerine düşündüğü şey sinema olmuş ve Ayşe Şasa, küçüklüğünden beri farkında olduğu “sözün gücü” ile senaristliğe başlamıştır. Sosyalist bakış açısıyla yaklaştığı senaristlik zamanlarında yolu Kemal Tahir ile kesişmiş ve kendisinden “Maskaralık yaptığın sürece seni alkışlarlar, ciddi bir şey yaptığında kimse suratına bakmaz; yolunu ona göre seç.” nasihatini almıştır.

Henüz yirmili yaşlarının başında olan Şasa, Yeşilçam sinemasının en faâl ve gözde isimlerinden birisi oluvermiştir. Bu genç yetenek, Gel Barışalım (1964), Murad’ın Türküsü (1965), Son Kuşlar (1965), Köroğlu (1968), Cemile (1968), İlk ve Son (1968) ve Kızıl Vazo(1969) gibi birçok filmin senaryosunu kaleme almıştır. 1972’de yazdığı, Yeşilçam’ın unutulmaz eserlerinden “Utanç” filmi Ayşe Şasa için adetâ bir milat olur.[1] Şasa, filme çocukluğunun unutamadığı parçası olan Yahudi ve Hristiyan izlerini yansıtmış ve kendi hakikat arayışındaki yaraları görerek bir ruhsal buhrana girmiştir. Artık La Paix’dedir ve bu ağır şizofreni hastalığı ile Şişli’nin bu köhne binasında yalnız olarak mücadele etmektedir. Uzun yıllar süren bu sancılı tedavi süreci biter fakat Şasa’yı yeni bir imtihan beklemektedir. Kendisinde büyük bir yere sahip Kemal Tahir vefat etmiştir.

İnce ruhunun taşımakta çok zorlandığı nöbetlerle birlikte Gayrettepe’deki çatı katı dairesinde beklemektedir Şasa. Abes ve amaçsız olmayan bu bekleyiş, Ayşe Şasa’yı yeni hayatına hazırlar. Yeşilçam günlerinden âşina bir ismi arar ve kendisini ziyaret etmesini rica eder, böylece sinemanın farklı iki çehresi olan Ayşe Şasa ve Bülent Oran’ın yolları kesişmiş olur. Yeni doktor, yeni ilaçlar ve ruha iyi gelen bir yol arkadaşlığı hayatına girmiştir artık Ayşe Hanım’ın. Çok süre geçmeden asıl şifa kaynağı ile tanışacaktır yurtdışından getirttiği güzide bir kitap ile. Fusûsu’l-Hikem, yaralı ruhun Allah’ın ipine tutunmasına vesile olacaktır. Mana âleminin yolcusu ve arayıcısı olur Şasa. Peygamber(sav)’e vahyin geldiği yaştadır ve daha önce hiç görmediği bir umman ile karşılaşmıştır. İslam, Ayşe Hanım’ın hayatını baştan başa tanzim etmiş ve gül râyihası getirmiştir.

“Dermân arardım derdime derdim bana dermân imiş,
Burhân sorardım aslıma aslım bana burhân imiş.”

Niyazi Mısrî

Dermanını derdinde bulup taze bir nefese nâil olan bu güzide hanımefendi, bir röportajda İbn Arabî’nin Fusus’u hakkında şunları belirtiyor:

“Hazret-i Şeyh’le karşılaşmam, çok bunalımlı bir anıma rastlar. Çok uzun sürmüş bir psikoz hali yaşıyordum. Birdenbire, gizemli bir biçimde Şeyh’in bir eseriyle, Fususu’l –Hikem’in İngilizce nüshasıyla karşılaştım. Büyük bir hayrete düştüm. Çünkü o güne kadar bildiğim hiçbir şeye benzemiyordu ve eğitimimle ilgili bildiğim bütün referansları sıfıra indirdi. Çünkü fizikötesinden bahsediyordu ve benim öğrenimim tamamen pozitivist, materyalist bir öğrenimdi. Dolayısıyla önyargılarımdan sıyrılmam, bütün bilgilerimi bir anda gözardı etmem, hepsinden ayrılıp taptaze bir sayfa açmam ve yeni bir gözle onun anlattığı âleme dikkatimi çevirmem gerekti. Bu ilhamı bana veren oydu.”

Yaşadığı bu radikal değişimden sonra iman ile şifa bulan Şasa, daha önce hiç rastlamadığı Müslümanları okur, arar ve tanışır. İsmet Özel, Mustafa Kutlu ve Mahmut Erol Kılıç bu zamanlarda hakikati yakinen tanımasına vesile olan isimler arasındadır.

İlerleyen yıllarda, kaleme aldığı yazılardan ve iştirak ettiği söyleşilerden birçok kıymetli kitap yayınlanır. Bunlardan birisi, velilik makamının delilik makamından geçtiğini sembolize eden Delilik Ülkesinden Notlar’dır. Modern zamanların yoz çocukları olan nesle ilahi sözün hatırlatmasını yapan Delilik Ülkesinden Notlar,  Ayşe Hanım’ın kendisini tanıtmasının yanı sıra aklın ve bilginin yüceltildiği düzene bir direnişi sergilemektedir. Kendi karanlığına doğan ilahî nuru gösteren Şasa. “Birçoklarının karamsarlığa sürüklendiği orta yaşta ben, atalarıma özgü bir bilgeliğe, sonsuz baharın sırrına eriştim.”[2] diyerek anlatır. Yaşadığı şeylerin, dipsiz bir kuyuda yok olma korkusu değil, doğacak güneş hakkında bir endişe duymak olduğunu bilmektedir. Sadî Şirazî’nin “Yek katre-i hûnest, sâd hezârân endîşe mısrası tecelli eder Ayşe Şasa’da. Bir damla kanda, binlerce düşünce…

Ayşe Şasa’nın, Allah’a anlamlı ve onurlu bir hikâye anlatabilme gayretiyle sürdürdüğü bu hakikat yolculuğu 2014 Haziran’ında mekân değiştirmiş, her sabah Gayrettepe’deki evinden yâre selam götüren turnalar uçuran bu güzide Hanımefendi,  Hakk’a yürümüştür. Damla, nihayet okyanusa kavuşmuştur.

 

“Ey mutmain olan nefs! Rabbine dönüver, sen razı, O da senden razı olarak.” (Fecr Suresi, 27-28)

 

[1] Hayret Yaylasına Yolculuk, Ayşegül Demirel Uyar

[2] Ayşe Şasa, Bir Ruh Macerası, Timaş Yayınları.