Portre

Samimi bir edebiyat dervişi: Şerif Aydemir

Üniversite yıllarında kültür kurumlarındaki sohbetlere düzenli olarak katılır; ilim irfan sahibi şahsiyetlerin anlattıklarından istifade ederdim. O programların yapıldığı salonlarda, konuşmacıların anlattıkları kadar onları can kulağıyla dinleyen bir adam dikkatimi çekerdi.

Genelde arka sıralara oturan, soru sorulmadıkça konuşmayan, herkesin konuştuğu anlardan “Dinleyene de ihtiyaç var” der gibi sakin, iyi bir dinleyici olmaya talip ve bu hâlinden gayet memnun bir adam.

Onu yıllarca uzaktan izledim. Fakat tanışmak için bile olsa sükûnetini bozup dinginliğini delmek gelmedi içimden. Her şeyin bir vakti vardır. Elbette “Tanışmamızın da bir vakti olacak” diye düşündüm.

Samiha Ayverdi Hanımefendi’nin “Manaları aynı olanlar, birbirlerini görünce hemen birbirlerini çekerler.” cümlesinde de dediği gibi Türk destanlarından çıkıp gelen ulu bilgelere benzeyen bu sakin adamla yıllar sonra Cağaloğlu’nda tanışıp kaynaşarak birlikte kardeşliğin en güzel katına çıktık. Kültürümüzdeki “ağabeylik” vasfını hakkıyla yerine getiren bu adam Şerif Aydemir’den başkası değil. Kendisiyle yıllarca ortak çalışmalarda bulunup aynı dertleri paylaştık.

Suut Kemal Yetkin’in keşfi

Aydemir, Malatya Lisesinde okumaktadır. Edebiyat derslerine Prof. Dr. Suut Kemal Yetkin misafir olur. Tabii ki o yıllarda talebeler Yetkin’in ününden habersizdir. Derste Yahya Kemal’in meşhur “Rindlerin Ölümü” şiiri işlenmektedir. Suut Kemal’in çocuklara sorduğu “Şiirde geçen bu hafız kimdir?” sorusu tüm sınıfı suskunluğa boğar. Herkes bu çetin soruya kimin cevap vereceğini merakla beklemeye başlamıştır. O esnada mahcup bir çocuk parmak kaldırır. Şiirdeki hafızın Şirazlı Hafız olduğunu söyler. Bu doğru cevap karşısında şaşıran ünlü edebiyatçı, çocuğa bunu nereden bildiğini sorunca aldığı “Malatya’da ana caddede halk kütüphanesi var ve ben oraya gidiyorum”  cevabıyla çok mutlu olur. Bu çocukta büyük bir ışık gören Suut Kemal, o an tarihî bir tembihte bulunur:  “Bana bak, eğer bu gayretlerini artırırsan muhakkak ilerde bir yere gelirsin. Bir yere gelmek demek illa dünyalık elde edeceksin demek değildir ama gönül dünyan çok zenginleşecek.”

Çocuk yaşlarda Hafız’dan haberdar olan Şerif Aydemir, ilerideki yıllarda Suut Kemal Yetkin’i haklı çıkararak gerek gönül dünyası gerek edebî değer olarak gıpta edilecek bir zenginliğe ulaşır.

Tarih ve millet sevgisi

“Osmanlı ve Selçukluyla husumeti olanlarla dostluk kurmam” diyecek kadar açık yürekli olan Aydemir’in milletine olan sevgisi kuru bir sevgiden ibaret değildir.

Türklerin Allah’ın davasıyla dostluk kurduğunu, bu sebepten bin yıldır bu topraklarda yaşadığını ve ancak bu davayla dost oldukça yükseldiğini savunmaktadır. Hâl böyle olunca milletinin her ezasını cefasını hoş karşılar; yıkıntılar arasında açan bir gül gördüğünde o gülü yüceltir, öper, gönlünün başına koyar.

Değer anlayışı İslam üzerine şekillenmiştir. Kıstasları belli bakışı nettir. Müslüman Türkler onun için değerliyken İngilizler Müslüman olmadıkları için değersizdir. Bu durumu ırksal bir açıdan ele almaz.

Dost dostun eyerlenmiş atıdır!

Derin suları, çetin zorlukları olan bir yoldur hayat. Öyle ki bu yola kılavuzsuz çıkanların akıbeti çoğu zaman pişmanlıkla sonuçlanmıştır.

Bunun farkında olan Aydemir,  Fethi Ağabey gibi sağlam kılavuzları kendisine rehber edinmiştir. Dostlarına sadıktır. İnsanlarla olan hukukunu kazanç üzerine değil sadakat üzerine kurmuştur. Onun gönlünde sadakatin yanında her zaman hazır duran bir vefa duygusu vardır.

Dostluğun okulu yoktur. Bir mevsim bile sürmeyen ilişkiler, dostluk değil en fazla tanışıklıktır. Samimiyet merkezli dostlukların ebedî olduğunu öğütleyen Aydemir’e göre dost, dostun eyerlenmiş atıdır. Dostluk; bir hâldir, bu hâl öğretilmez.

Bu hâl içerisinde kalarak gölgesinde bulunduğu kâmil insanların izini sürmüş, onların irfan okyanuslarına kulaç atarak kendisini yetiştirmiştir.

Tıpkı “Ben abdest almayı kitaplardan öğrenmedim. Ben abdest almayı abdest alanların suyunu dökerek öğrendim.” diyen Arif Nihat Asya gibi yaşamı boyunca hakiki dostlara yakın durmuş, onların nazarından istifade etmiştir.

Dost halkası

Yaptığımız uzun sohbetler boyunca ondan hikmet sahibi kişilerin ibretli sözlerini dinledim. O sadece bir aktarıcı olarak değildi. Yüzyıllar önce yaşamış o şahsiyetlerle olan bağının her daim diri olduğunu, sözünü aktardığı kişiyle hemhâl olduğunu gördüm.

Aydemir, her çağdan dostları olan bir zaman yolcusudur. Onun için bir insanla aynı devirde yaşamak mesele bile edilmemesi gereken minicik bir detaydan ötesi değildir. Bir röportajında şöyle der: “1850’lerde yaşasaydım, Kayseri civarına gitseydim ve Seyrani ile karşılaşsaydım çok yakın dost olurdum.”

Geçmişte yaşamış dostları günümüzdekilerden daha çoktur. Yunus, Karacaoğlan, Aşık Fehmi Gür’le dosttur mesela. Gevheri’yi, Dadaloğlu’nu, Emrah’ı, Dertli’yi, Veysel’i, Neşet’i, Şeref Taşlıova’yı ve daha nicelerini de bu halkaya rahatlıkla ilave edebiliriz.

Geçmiş; onda geçmiş, gitmiş değildir. Geleceği besleyecek gelenekle barışıktır.

“Fuzûlî’yi, Şeyh Galib’i, Itri’yi, Sinan’ı yeniden arayıp bulmak, yeniden kendimizi zamana kurmak gibi bir derdi vardır.

Selam çoğaltmak

Aydemir, selam verip alan, esenlik dileyendir. Selamı çoğaltanlardandır. Asıl cimrinin selamsızlar olduğunu söyler. Selamı sabahı kesenlere de darılmaz. Kendisini aramayanları arar. Aradıkları tekrar aramasa da döner yine arar.

Sadece insanı da değil, yaratılan her şeyi selamlar. Çok sevdiği dostluk efendisi gibi evvel ahir her şey bu selamlamanın içine girer.

Dernek faaliyetlerinden kültürel çalışmalara kadar yapılan her eylem ona göre selamı çoğaltmak içindir. Hasımlıkları değil hısımlıkları artırmak derdindedir.

Bu anlayışla dünyada en çok hısım akrabası olan insanlardan birisidir, desek mübalağa etmiş olmayız. Çünkü bir irfan öncüsünün “Gönlü tok olanın, bütün dünya hısım akrabasıdır” sözüne uygun gönlü tok olarak yaşadığı için hısım zenginidir.

Dostlarına dünya ve ahiret iyiliği, bütün insanlığa huzur ve hayır niyazındadır.

Anadolu aşkı

Anadolu’ya onun kadar âşık olan var mıdır bilmiyorum. Her insan gibi gönlü doğup büyüdüğü coğrafyaya daha çok aksa da memleketin her şehrinin dağına, taşına, toprağına, türküsüne, delisine, velisine, atasözlerine ve hayata bakışına âşıktır.

Anaların yüreğinde büyüyüp bize vatan olan bu toprakların amansız sevdalısıdır.

Su içerken Kıbleye dönen, ekmeği öpüp başına koyan, yedi dağın kuşuyla sılaya selam gönderen, akşamın darında kızarmış ufka bakıp  “Sebep Ey!” diye hüzünlerini Allah’a açan, o mübarek anaların emzirdiği, dualarıyla bereketlendirdiği, ağıtlarıyla yaktığı, türküleriyle şenlendirdiği Anadolu, onun bütün olarak üstüne sinmiştir.

Acılar görmüş alnına, bütün Anadolu’nun fihristi çakılmıştır.

Sadece Anadolu da değil Balkanlar, Kafkasya, Kerkük Kudüs…

Türkülerde gözyaşı

Günümüzde çokça dillendirilen yerli ve milli kavramına başkaları hangi tanımlarda bulunur bilmem ama benim için yerlilik ve millik türkülerimiz söylenirken gözyaşlarını tutamamaktır.

Simasından türkülere vurgun olduğu hemen anlaşılır. Sadece çocukluğundan itibaren kulağına çalınan Harput türkülerine değil, Orta Anadolu, Kırım, Rumeli, Ege türkülerine de kalbiyle eşlik eder.

Hakkını vererek türkü söyleyenlerin ciğer kokusunu duyacak kadar yanıktır bağrı. Türkülerimizi dinlerken içi kopuz teli gibi titreyenlerdendir.

Doğarken türküyle doğup yürürken türküyle yürümüştür. İçini türküler büyütmüştür. “Türkü bilen kötülük bilmez” diyenlerin ırmağından kana kana su içmiştir. İçli ve içten olana meftundur.

Edebiyatın sesi

Başka seslerin arasında; kültürün, edebiyatın sesinin kısılmaması için verdiği hasbi mücadeleyi iyi bilenlerdenim. Her durum ve şart altında edebiyatın sesini yükseltme çabasına hep yakından şahit oldum.

Edebiyat alanında ustalara ve gençlere verilen ödüllerin önemine inandığı için başkanı olduğu dernek tarafından düzenlenen organizasyonun her aşamasını takip ettiğine, davetiyelerin sahiplerine ulaştırılması gibi ayrıntılar için bile tek başına ter döktüğüne de şahidim.

Tüm bu emek ve çalışmalarına rağmen kameraların çekimleri başladığında ya da fotoğraf makinelerinin flaşları patladığında onu göremedim. Ya etrafı sarılmış ya da arkalarda kalmıştır. Emek verdiği, ter döktüğü programda kareye bile girememiştir çoğu zaman. Yine de ona göre sorun yoktur. “Maksat hâsıl olsun yeter,” der hâsılata bakmaz.

Kemiyete değil keyfiyete önem verir. Sayılarla derdi yoktur. Onun derdi sözcüklerledir. Yapılan her çalışmada, mühim olan niyet ve gayrettir.

Onun kültürel organizasyonlardaki şu nezih bakış açısını her zaman örnek almışımdır:

“Bazen bu salonlarda bir kişiye anlatırız, bazen bir kişi bizi dinler… Ama hakikat tek bir kulun dilinde terennüm eder, belli mi olur, gider bir yerde mukaddes düğüm atar. Allah (cc) rahmet ve şefkatini, feyiz ve bereketini kimi defa bir sabi, bir hasta, bir garip, bir yolcu, bir talebe üzerinden gönderir üstümüze.”

Kültür dervişi

“Lisân-ı hâl, lisân-ı kâlden üstün konuşur” hikmeti hakikatince isim ve resimden uzağım, diyen, kendisinden bahsetmekten hoşlanmayan kültür dervişidir.

Yıllar önce, zorla radyo programıma ikna ettiğimde kendisiyle ilgili sorduğum soruları es geçmiş, “Benim kendi hayatımdan anlatacağım çok şey yok. Zaten gerek de yok. Önemli olan yetişip büyüdüğümüz coğrafyaların kültürüdür.” demişti. Dağların denizlerden daha derin olduğu Anadolu irfanına çekmiştir konuyu.

Ağın

13 yıl önce Emin Işık, Olcay Yazıcı, Nazif Gürdoğan, Ali Gemuhluoğlu gibi isimlerle duygu dünyasını ördüğü toprakları birlikte ziyaret ettik.  Harput’u Eğin’i Ağın’ı karış karış gezdik.

Eskiden adını bile duymadığımız mütevazı Anadolu kasabası olan Ağın’ın hangi zenginliklere beşiklik ettiğini o zaman daha iyi anladık.

Ağın küçük olmasına rağmen büyük adamlar yetiştirmiş bereketli bir ilçe. “Daha 1900’lerin başında nahiyemizde okuma yazma bilmeyen kız çocuğu kalmadı.” diyen Yusuf Razi, Ağınlı mesela.

Sultan Abdülhamit devrinde Ayasofya’nın baş imamı olan ve “ne istersin” denildiğinde, “memleketime medrese isterim” diyen müderris Hüseyin Efendi de Ağınlı.

Fransızca kitabı alabilmek için Ağın’dan kalkıp ta Şebinkarahisar üzerinden Giresun’a, oradan da vapurla İstanbul’a gelen ve kitabı aldıktan sonra geri dönen Abdullah Lütfi’nin memleketi de Ağın.

O kültür havzasını gezdikten sonra Şerif Ağabey’in iç dünyasının zenginliğinin sırrına da vakıf olduk.

Sakalı içe doğru uzatmak

Başka değerlere ithaf ederek aktardığı şu kıssa aslında tam olarak kendisini de anlatır:

“Ham sofulardan birisi Sivas’ın manevi yıldızlarından İsmail Toprak Efendi’ye yanaşarak:

-Hoca hoca! Diğer hocaların uzun sakalları var, seninki yok der.

İhramcızade olarak nam salan İsmail Efendi gayet mütevazı bir şekilde:

-Var evladım, var da sen göremiyorsun, biz içe doğru uzatıyoruz, der geçer.”

İşte Şerif Ağabey de sakalını içe doğru uzatan adamlardandır. Anlatmak istediğimiz ehline malumdur.

Bu toprakları yazdı

İnsanın sanatla uğraşması için incelikli ve dertli olması gerektiğini düşünen Aydemir, içinden çıktığı milletin sevincini, acısını içinde duyduğu için bu toprakların hikâyesinin yazar.

Yazdığı birbirinden güzel kitaplar edebî çevreler tarafından henüz tam olarak keşfedilmiş değildir. Bu durum edebiyat dünyasının, dikkatini nitelikten yana değil görünür olmak için bağıranlara yöneltmesindendir. Eksiklik Aydemir’de değil onu görmeyende daha doğrusu göremeyendedir.

Merhum Mehmet Niyazi, onun kitapları hakkında yazdığı yazıda hakkaniyetli metihlerde bulunur. Aydemir’e, “Bizim Gogol” diyerek onun metinlerinin dünyaca ünlü büyük edebiyatçının kalitesinde olduğunu söyler.

Okuduktan sonra tekrar okuma isteği uyandıran, yürekleri besleyen; Mendilim Sende Kalsın, Yazık Olmuş Yarsiz Geçen Ömrüme gibi edebî değeri yüksek eserler kaleme almıştır.

Ömer Seyfettin, Refik Halit Karay, Sabahattin Ali, Sait Faik Abasıyanık, Memduh Şevket Esendal Mustafa Kutlu gibi büyük ustalardan alınan lezzetin aynısını, onu okuyunca da alırsınız.

Vakti geldiğinde yazdıkları hakkında edebiyat araştırmacıları muhakkak gerekli değeri verecektir.

Benim için Şerif Aydemir’in yazarlığından önce insanlığı gelir.

İnsan-ı kâmil olmaya lâzım olan irfan imiş

Kendisiyle barışık kâmil bir insan olan Aydemir, sevdiklerinin eksiklerini yüzlerine vurmaz; arkadan konuşanlara dostlarını dövdürmez. Birileri iyi niyet sınırlarını aşıp tezvirata başlayıp yapılmayanı yapılmış, söylenmeyi söylenmiş gibi edip Şerif Ağabey’e aktardığı zamanlarda bile yargılamakta acele etmez.

O yangına körük olan kötülüğü tercih etmeyerek ateşi söndürecek suyla dolaşır. Kötülük korosuna katılmaz.

Dostunun hâlinde düzeltilmesi gereken bir durum görmüşse de nahif müdahalelerde bulunur. Bir sabah çıkar gelir, geçiyordum bir selam vereyim istedim, diyerek sohbete başlar. Böyle anlarda ya menakıpnamelerden hikmetli paylaşımlarda bulunur ya da kendi tecrübelerinden süzülen bir hatırayı paylaşır. Yapılan yanlışı yargılamaz, doğruyu dikte edip gönlü yormaz.

Siz, o anlatının içinde alınması gereken ibreti alıp kendi ruh dünyanıza katarsınız. Eksikliğinizi sizin üstünüzde gösterip nefsinizin galeyana gelip savunmaya geçmesine fırsat vermeden sözünü ustalıkla söyler.

Hiç beklemediğiniz bir an da “Derdiniz vardır; imtihan,” cümlesini sıkıştırır konuşmasına. Sonra cümleyi kapatır. “Niye açayım ki cümleyi,” der. Bizim kavramlarımız asildir, tek başına sırtlanır kitaplar dolusu anlatılacakları.

Her konuşmasında imtihanın, kişiyi isyana sürükleyecek bir olgu olmadığını bilakis Hakk’ın bizleri hâlâ unutmadığını anlamaya vesile olduğunun altını çizer. Sonrasında siz imtihanınızla hoş geçinmeye bakarsınız.

“Hoştur bana senden gelen”, diyerek gönlünüze ferahlık yayılır.

Bazen de bir dostuyla ilgili duyduğu güzel haberleri gelir sizinle paylaşır. O anlarda modern zamanların sahteliği yoktur.

Yüzüne baktığınızda gerçekten mutlu olduğunu görürsünüz. Bu çağda pek de görülmeyen başkasının mutluluğuyla mutlu olmak erdemi,  Şerif Ağabey’in gözlerinde insanlığa dair bir gurur madalyası gibi parlar.

Geçmiş olsun Şerif ağabey

Salgın telaşı arasında en son, medresenin ilim kokan odalarının birinde oturup halleştiğimiz Şerif Ağabey’in kısa bir süre sonra hastalık imtihanıyla uğraştığını ve hikâyesine hastanede devam ettiğini öğrendim.

İş bu yazı edebi bir porte olsun gayretiyle değil, salgın sebebiyle ziyaretine gidemediğimiz bir dosta “geçmiş olsun”, deyip kelimelerle sarılmak, “sizi göresimiz geldi güzel insan”, demek niyetiyle kaleme alınmıştır.

Bu kadar!

Geçmiş olsun Şerif Ağabey!

Mahmut Bıyıklı

2 yorum

Yorum göndermek için buraya tıklayın

  • Müthiş zevk aldım okumaktan.
    Edebiyatı geç farketmenin acısını da tattım.
    Şerif ağabeye Allahtan şifalar dilerim.

  • Köyümüzün ve ilçemizin doğruluk ve gerçek dostluk abidesi şerif aydemir için yazdıklarınız mükemmel olmuş
    ağzınıza ve kaleminize sağlık

    Gürsel YALÇIN
    Bademli Köyü