Yazarlar

Türkiye’de tek kültürel iktidar: Anadolu irfanı

Türkiye’de kültürel iktidar meselesini son zamanlarda oldukça çok konuşur olduk. Bunu konuşurken, Türkiye’de küresel iktidarın sol, laik, liberal kesimlerde olduğuna dair fikirler çokça ortaya atılır oldu. Oysa 1980’lerde Doğu Blok’unun çözüleceği anlaşıldıktan sonra dünyanın küresel iktidarını tek başına domine eden Amerikan kültürüdür ki bu kültür, popüler Amerikan kültürüdür. Amerikan bakışının, hayat tarzının dünyaya yansıması popüler bir kültürdür. O kültürün bizim üzerimizdeki şuan yürüttüğü hegemonyayı yaşıyoruz. Yani, ülkemizde sol bir iktidar olsa, o zaman neye tekabül ettiğini konuşabileceğimiz, referansları olan bir şey ile yüz yüze gelebiliriz. Öyle bir şey yok. Her ne kadar Türkiye’de sol çevreler, AK Parti 15 yıldır iktidarda ama muktedir değil kültür alanında, dolayısıyla bundan kendimize mutluluk çıkaralım diye bir düşünceye kapılıyorlarsa da bu son derece boş bir düşünce. Çünkü, Türkiye’de kültürel hayatı şekillendiren şeylerin tamamı postmodern popülizm ideolojisinin, bizim üzerimizde kurduğu bir hegemonyadır.

 

Postmodern popülizm ideolojisinin hegemonyası

Buradaki “popülizm”den halkçılığı çıkarmamak lazım. Hele de Türkiye’deki irfan sahibi halkı hiç çıkarmamalı. Aksine bu ideoloji, halktaki bu irfana kastetmiştir. Amerika’da halk çoktan alıklaştırılmıştır. Devleti birazdan söz edeceğim CIA elidi yönetir. Bizim gibi ülkelerdeyse elitler yabancılaşmıştır. Ne varsa halktaki irfanda vardır. İşte postmodern popülizm, bu irfana kastederek halkı avamlaştırmaya çalışır. Daha 1950’lerde bunu öngörmüştü Adorno. Kültür Endüstrisi kitabının yayımı 1947’dir yanılmıyorsam. Bu bir süreçle gelişti. Modern popülizm, yerini 1980 sonrasında postmodern popülizme bıraktı. Maalesef bu sürecin ikinci yarısında Türkiye’deki irfan da ilim de büyük yara aldı. 2000 sonrası çok da fena oldu. Bu defa Müslüman duyarlıklı çevreler, izah ettiğim çerçeve içindeki popülizme kapıldı. Görünme maniasına tutuldular. İslamcı şöhret imgesi büyük alıcı buldu. Buna hepimiz maruzuz. Yani, burada biz iktidarız diyen sol iktidar da fevkalade maruz. Çünkü 90’lı ve 80’li yıllarla Türkiye’deki solun irtifasının bugün karşılaştırır olursak, benim üniversite okuduğum yıllarda Türkiye’de sol tandanslı arkadaşlarım, üniversitede rahmetli Ahmet Taner Kışlalı okurlardı. Bugün kimleri okuduklarına bakarsak, ortaya işin vahameti çıkar. Türkiye’de sol düşünce yere çakılmıştır. Kendi vehmi içinde yaşamaktadır. Yine Müslüman çevrelerdeki üniversite talebeleri de Tarık Buğra’nın romanlarını okuyarak 90’lı yıllarda estetik beğeni kazanırlardı. Bugün onların çocuklarının kimleri okuduklarına bakarsak, yine ortadaki durumu anlamış oluruz. Dolayısıyla kültürel anlamda hep beraber postmodern popüler kültürün hegemonyası altındayız.

 

Anadolu solculuğunun mezar taşı kitabesi

Peki, buraya nasıl gelindi? Bence, işin bilmediğimiz tarafı burası. Çünkü, 1917’deki Ekim Devrimi’nden sonra Sovyetler Birliği, o zamanki Rusya, kendi fikriyatını, Türkiye üzerinde konuşacak olursak, Türkiye’ye ulaştırmak konusunda çeşitli çabalara girdi. Örneğin, Mustafa Kemal ile Lenin arasındaki yazışmaları biliyoruz, Türkiye’den Moskova’ya gönderilen heyetler var, o yıllarda Çerkez Ethem yine Sovyetler Birliği’ne göz kırpıyor ve Türkiye’deki entelektüellerin büyük çoğunluğu üzerinde Sosyalizmin büyük bir etkisi var. Bu etki o kadar güçlü ki, 3. Enternasyonel’de, Moskova’da, Mustafa Kemal’in Türkiye’deki sol hareketlere baskı yaptığı söz konusu edildiğinde Karl Radek : “Biz Türkiye için devrimi henüz öngörmüyoruz.” diyor. Dolayısıyla siz rejimi destekleyin, sonra bakarız, Türkiye’de işçi sınıfı yok, siz rejimle iyi geçinin, sonrasına bakarız… Oysa onlar çok ateşliler ve bir şeyler yapmak istiyorlar. Tabii Mustafa Kemal bu konuda çok dikkatli bir siyaset izliyor, onlara parti kurduruyor fakat artık 1920’de Londra Konferansı bittikten sonra Rusya’ya olan meyillini çekiyor ve Sosyalistlere yönelik takibat başlıyor. 1925’te Aydınlık dergisinin kapatılmasıyla otuzun üzerinde dönemin önemli sosyalist yazarları tevkif ediliyor. Bunlara rağmen Rusya, Türkiye’deki sol yazarları desteklemiyor, hükümetle ilişkilerini iyi tutmaya çabalıyor. Çünkü kendisi de bir iç savaş vermişti. Dolayısıyla, Türkiye’nin sosyalist olmasına yönelik beklentisi o günler için yok. Türkiye’deki sosyalistlerin CHP çatısı altında buluşmalarının tarihi böyle başlıyor. Öte yandan dönemin sosyalistlerine göre devrim için her şey müsait. Lakin destek göremiyorlar Rusya’dan. Radek’in tavrında yansıyan şey için Mete Tuncay; “Anadolu solculuğunun mezar taşı kitabesi” der bu yüzden. Türkiyeli sosyalistler o günlerde yukarıdan olacak bir devrim için Mustafa Kemal’in sıkıştırılmasını istiyorlar. Sakarya Savaşı sırasında Enver Paşa’yı Gürcistan sınırına getiriyor Ruslar. Olası bir mağlubiyette Mustafa Kemal’in yerine onu geçirecekler. Mustafa Kemal oldukça tedbirli. Sözgelimi Eskişehir’de sosyalistlerin bir kalkışma hazırlığı var. Hazırlığın son anına kadar takibat yapılıyor ve suçüstü yakalanıyorlar. Meclis konuşmasında Mustafa Kemal diyor ki: “Bunlar evvela Bolşevikleri iğfal ettiler. Onlara derhal bir inkılâp imkânı var gibi gösterdiler. Ameleye beyanname yazıp bastırdılar. Yaptıkları bizce malumsa da vaka halinde yakalayalım, dedik.” Böyle şeyler var. Yani devlet güçsüz göründüğü halde bile fevkalade etkin.  

 

30’lu yıllara geldiğimizde, Stalin artık iktidarda, onun bir hegemonya kurmak için elinde imkânlar oldukça fazla. Stalin, tek ülkede sosyalizm olacağını söylüyor. Bu tezlere Rusya’nın içinde karşı çıkanlar var. Başta devrimin etkili isimlerinden, Kızılordu’nun kurucusu Troçki. Türkiye’de Nazım Hikmet destek vermiyor bu Stalin’in görüşüne ve Türk solu tarafından baskıya uğruyor. Onun meşhur kitabı ”Benerci Kendini Niçin Öldürdü?”, Nazım’ın kendi yalnızlığı ve intihar fikrini işlemesini ifade eder. Nazım Hikmet hadisesinden sonra, 40’lı yıllarda, anmamız gereken bir başka hadise, Reşat Fuat Baraner’in çıkardığı, Türkiye Komünist Partisi Genel Sekreteri’dir kendisi, Yeni Edebiyat dergisi. Bu dergiye baktığımızda, Rusya’dan direktifler ile hareket edildiği çok açık. 1934’te Rusya, Moskova’daki Yazarlar Birliği Konferansı’ndan sonra, dünyadaki tüm sosyalist yazarların sosyalist gerçekçi tarzda eserler vermesini istedi. Direktifler o yönde ve onun nasıl olacağı belli. Olumlu karakter yaratacaksınız, ümitvar olacaksınız, devrimci romantizm esecek ve ona benzer şeyler. Sadece Türkiye’de değil tüm dünyadaki sosyalistlerin 1990’lara kadar tüm faaliyetlerinde Sovyetler Birliği’nin bir karşılığı var, oradan gelen direktifler neyse bizim romancılarımız öyle yazmak durumunda, film çekenlerimiz öyle çekmek durumunda. Nitekim biraz önce söylediğim dergide, realizm üzerine biraz serbest düşünceler dile getiren Abidin Dino’nun, ressamdır malum, Reşat Fuat Baraner tarafından hemen ağzına lafının tıkandığını görüyoruz. Çünkü realizm konusunda son derece katı kararlar verilmiş, Dino’nun yazısında soyuta doğru gidişin emareleri görülür görülmez susturuluyor. Benzer durumlar 1950’ler, 1960’lar boyunca devam etmiştir. Türkiye’de ne yazık Türk solu, Rusya’dan gelen talimatları takip etmekten kendine has bir fikriyat büyük oranda gerçekleştirememiştir, çok bağnaz bir durum kendi içinde yaşamıştır, biraz muhalif olabilecek kim varsa ona karşı hemen aforoz politikası izlenmiştir. 1984’te Ahmet Oktay “Toplumcu Gerçekçiliğin Kaynakları” adlı çalışmasında bu meseleyi detayı ile ele adlı.  Tarihe dikkat çekmek isterim, 1984, o tarihe kadar Türk solunun içinde kültürel iktidarı Türkiye üzerinde yönlendirici olarak domine eden Rusya’nın etkisine dair hiçbir yazıya rastlayamazsınız, buna imkân yoktur, bir çeşit korku, sindirme durumu söz konusudur, aforoz durumu söz konusudur. Dolayısıyla solun kendi içinde birbirlerine yaptığı sindirmenin tarihine baktığımız zaman, Türkiye’de çok acı manzara ile karşılaşırız.

 

Bir Sol hurafesi: Mete Tunçay, kitaplarını polis kayıtlarından mı yazdı?

Bir gün, İzban ile Karşıyaka’ya gidiyorum, karşıma 70 yaşlarında beyefendi oturdu, 1930’ların hayatından çıkmış gibi bir beyefendi, çok şık giyinmiş, başında fötr şapka, krem şık bir ceket, pantolon, bir an Lenin ile filan karşı karşıya oldum sanki, bir baktım elinde Almanca bir kitap 1917’den 1990’lara kadar Rusya’nın tarihi üzerine okuyor. Böyle durumlarda sizde de olmuştur… Sen bu sirke nereden düşmüş bir maymunsun hissi oluyor karşılıklı olarak. Karşılıklı böyle hissediyoruz. Ben elimdeki kitabı okurken yanıma geldi, baktı ne okuduğumu gördü ve dedi ki:

“Mete Tuncay’ın değil mi bu?”

Ben de cevap verdim:

“Evet, Türkiye’de Sol Akımlar”

Sonra devam eti:

“Biliyor musunuz onu Mete Tuncay dönemin polis kayıtlarından yazmıştır.”

Maalesef, şimdi bu kadar kıyıcıdırlar. Bu kadar sekterlik, fikriyatı kabzediyor. “Peki, ne okuyayım?” diye sorduğumda, İletişim’in 8 cildi var, bu bildiğimiz kitap, sol üzerine hazırlanmış, onu söyledi. Durağımız gelince bizim maceramız da sona erdi. Doğrusu çok konuşmak isterdim. Çünkü bu zamanda ama o zamanda yaşıyor, her haliyle belli. Bu eleştiri mekanizmasının solun içerisinde sahip olmaması, Türkiye içerisinde pek konuşulan bir şey değil. Biz zannederiz ki, Sol çok eleştiriye sahiptir. Değil maalesef…

 

Bir CIA operasyonu : Kod adı kültür

Kültürel iktidarın bir başka yönü, 1945’te II. Paylaşım Savaşı’nın bitmesinden sonra başlıyor. Amerika, Rusya’nın kültürel iktidarı dünya çapında nasıl organize ettiğini fark ettiği anda işi CIA’ye havale ediyor ve 1947’de CIA’in kurulmasından sonra Amerika’nın kültürel iktidar hegemonya kurma macerası başlamış oluyor. Burada öyle çarpıcı manzaralar var ki, Kültürel Özgürlük Kongresi diye bir oluşum var CIA’in içinde, o oluşum otuz beş ülkede ofisler açıyor, onlarca insan çalıştırıyor, dergiler çıkarıyor, yayınlar yapıyor, sergiler düzenliyor ve bir kültürel soğuk savaşı Rusya’ya karşı yürütüyor. Hem kendi içerisinde hem de başta Avrupa olmak üzere Türkiye’de. Bunun için vakıflara aktarılan paralar, kişilere aktarılan paralar son derece sistemli bir akıl tarafından organize ediliyor. Amerika’nın kastı şu: “Amerika yeni bir kıtadır, kültür yoktur, bu adamlar çiklet çiğnerler Chevrolet’e binerler, Dupont kullanırlar” diyerek Rusya’nın, Amerika’nın kültürsüzlüğüne yönelik bir propaganda çabası var. Onlar ise kendi açılarından kültürel bir Wiemar oluşturmaya çalışıyorlar. Buna dönük parayı hiç kısmıyorlar. Son derece zeki insanları buralarda istihdam edip, onların girişimleriyle dünyada kültürel hegemonyayı oluşturuyorlar. Diyorlar ki, sanatın merkezi bundan sonra Avrupa değil New York olacak ama Avrupa’dan New York’a getirilmiş ressamlar ile bu işi başaramayız, doğma büyüme Amerikalı olan birilerini bulmamız lazım, işte Teksas kökenli Jackson Pollock’u, yere serdiği tuval üzerine damlatma üslubuyla resim yapan enteresan ressamdır, CIA destekliyor. Kendisinin bile bundan çok sonra haberi olabiliyor. Amerika, hakkında yazılar yazdırıyor, onu parlatıyor ve onun gibi başkalarına da benzer şeyleri fevkalade uyguluyor. Ayrıntılara girmiyorum… Auden’dan Stephan Spender’e, meşhur Encounter dergisine kadar birçok isim ve dergi, yayınevi var bu iş için çalıştırılan. Çoğu öyle ele geçirilmiş ki kendi inandığı doğruyu savunduğunu sanıyor ama bilmiyor ki maaşını CIA veriyor.  

Bunun tabi sanatta oluşturduğu iktidara karşı bağımsız durabilen kişiler var mı? Bunu sormamız lazım. Yani, Sovyetler Birliği’nin ve Amerika’nın oluşturduğu hegemonyaya karşı sanatın özerkliğini savunan insanlar çıkıyor mu? Bu soru, can alıcı bir soru. Bugün de bu soruyu sormamız lazım. Bugün Türkiye’de şiir yazanlar, resim yapanlar acaba yaşadığımız modern, post-modern popüler kültürün insanları bu derece hedonistleştirdiği, Müslüman çevrelerin insanları da buna dâhil, ortamda nasıl sanat üretebilir. Bu sanat, artık dönüşebilen bir sanat mı olacak yoksa ontolojik doğasını koruyabilen sanat mı olacak? Türkiye’de bu meselelere pek fazla kafa yorulduğuna şahit olduğumuzu söyleyemeyiz. Amerika’da “yeni-eski ustalar” diye bir akımdan bahseder Donald Kuspit, çok önemli resim eleştirmenidir kendisi, artık stüdyo haline gelen resim ortamından ressamların sıkıldığını, yerlere boyaların damladığı, sanatçının atölye olarak kendisini hissettiği ortamlarda resim yapmaya doğru bir dönüş olduğunu söyler. Çünkü resim piyasasını takip ediyorsanız görürsünüz, tuvale resim yapan ressam sayısı bir hayli azalmıştır, ressamlar kavramsal sanata yönlenmiştir, küratörlerin ne dediğine kulak kabartarak resim yapmaktadırlar. Bunların her biri sanatın ontolojisinde oluşu değil bozuluşu ifade eder. Fakat düşüncelerimizin üzerinde öyle bir hegemonik ağırlık vardır ki, buna itiraz etmek fevkalade zordur. Çarpıcı bir itirazı 11 Eylül saldırıları sonrası Karlheinz Stockhausen yaptı ve başına gelmedik kalmadı. Oysa söylediği şundan ibaretti: “Kozmosta böyle sanatsal dönüştürücü gücü arıyoruz biz de” ama bunun kaydedilip yayınlamamasını söylemişti gazetecilere, yayınlanınca kızı bile onu babalıktan reddetti. Adamın dediği sadece şuydu: “Sanatın dönüştürücü etkisi kalmadı “.

 

Tanpınar ile Orhan Pamuk mukayese edilebilir mi?

Bugün Türkiye’de de biz kültürel iktidar meselesini sağ-sol, İslamcı-Milliyetçi meselelerinin ötesinde, bu çok çabuk geçtiğim retrospektifin gölgesini çekerek konuşabilirsek, üzerimizde esasen hükmünü sürdüren Amerika merkezli sanat hegemonyasının ne anlama geldiğini fark edebiliriz. O yüzden, son zamanlarda o tutuklandı, o sanatın arkasında bir adamdı filan gibi şeyler ile meseleyi etraflıca konuşamayabiliyoruz. Fakat bu son dediğim de izah ettiğim gibi bir vakıadır. Ancak etraflıca konuşmak gerekir. Maalesef, Semih Kaplanoğlu’nun elini Meltem Cumbul sıkmadı, Orhan Pamuk bizim aleyhimizde konuştu bunları konuşuyoruz. Medya buna imkan vermiyor. Çünkü zaten medya, postmodern popülizm ideolojisinin asıl yayıcısı. Halkı iğdiş eden medya. Beni üzen Müslüman çevrelerin medyasının da bu hale gelmesi. Yoksa Orhan Pamuk tabi konuşacak, çünkü kendisinin Tanpınar ile kıyas edildiğinde romancı olmadığını kendisi de biliyor. Orhan Pamuk’un Tanpınar ile ilgili yazılarını okuduğunuzda görürsünüz, muazzam bir hasedi vardır ama kendisini gariban Orhan Kemal ile kıyaslarsa büyük romancı hissediyor. Dolayısıyla bu konuları bazen genele yayıp bazen de özelleştirip konuşmak gerekiyor.

 

Asıl mesele: Selçukî ve Osmanlı bir İslami tefekkür

Mesele nerede düğümleniyor… Türkiye, 15 Temmuzdan sonra Selçukilerden, Osmanlıdan beri getirdiği İslami tefekküre dönebilecek mi? Hayati bir mevzu bu. Bu konuda 15 Temmuzdan sonra iktidarda olan AK Parti, Türkiye’nin İslami tefekkürden koptuğu 1920’li yılların “tahribat”ını, böyle bir şeyin var olduğu düşünenlerin varlığını düşünerek söylüyorum bunu, izale edebilecek bir kulturkampf uygulayabilecek mi? 1920’li yıllarda güç şartlarda bir milli mücadele verdik ayrıca. Bunu söylerken kafamda şu var: İspanyol yazar Salvotore de Madariaga, Avrupa’nın Portresi kitabında: “Türkiye’nin bir daha İslami tefekküre dönemeyeceği”ni söylüyor. Bu böyle olursa, bunları alt edebiliriz demeye de geliyor aynı zamanda. Bunu da Türkiye’deki devrimlerin ilhamının Londra ve Paris’ten gelmiş olmasına bağlıyor. Hatta diyor ki: “İran, Mısır, İspanya bile dönebilir, Türkiye İslami tefekküre dönemez.” O, bunu tahrip değil inşa olarak görüyor. “On yılda on beş milyon genç yarattık her yaşta”, diye bir marş durduk yere ortaya çıkmadı, yani o yetişenlerin torunlarının torunlarını konuşuyoruz kültürel iktidarı konuşurken.  “Kültürel iktidardayız”, diyenler de bunun sürecini böyle ilişkilendiriyorlar zaten. Şimdi oradaki “tahribat” bizi İslami tefekkürden uzaklaştırdı mı? Madariaga’nın görüşüne katılalım ya da katılmayalım bir vakıa tespiti için söylüyorum bunları. Türkiye’de Müslümanca bir yaşantı olabilir. Bu, hiçbir şeyi ifade etmez, herkes namaz kılabilir ama İslami tefekkürünüz yoksa Amerika sizin canınızı okur. Müslümanlar, İslami tefekkürden bizzat kendileri kaçıyorlar. Kaçtıkları için de sorunlarına çözümü doğru okuyamıyorlar. 1950 yılların başında Stalin’in Rusya’daki devasa imparatorluğu oluştuğunda, Amerika’da Sidney Hook diye bir adam CIA diyor ki; “Bana bir milyon dolar verin, bin tane de adam verin, ben onları seçerim, sizin vermenize de gerek yok. Bunlarla, Stalin’i öyle bir hale getiririm ki, bırakın halkı askerleri bile bir takım demokratik huzursuzluklarla cebelleşir ve Stalin kafasını kaldıramaz.”

 

15 Temmuz: İslami tefekkürün kalesi

İşte Türkiye bugün kafasını kaldıramıyor. Millet, İslami tefekküre dönmenin yolunu 15 Temmuz’da devlete gösterdi. Ben devlet olsam: “Muazzam bir millet var arkamda” derim. 15 Temmuz’da görüyorsunuz bu milleti, ben bunla neler yaparım dersiniz. Şimdi millet, devleti görmek istiyor. Diyor ki: ”Ben, bu devleti ne yapabilirim, o devlet İslami tefekküre dönecek mi?” Yani İslami tefekküre dönünce içki içenine içme diyecek, öbürünü yapana bunu yapma diyecek, yaşam alanını kısıtlandıracak anlamında söylemiyorum. İslami Tefekküre dönmüş bir devlet, en çok da dış siyasette içerideki milletin bekası için elzemdir. Böyle bir devlet zaten yaşam haklarını kendisi fevkalade bir şekilde sağlıyor, onların bir itirazının olmasına gerek olmayacak bir şekilde yaşamlarını garantiye alıyor. Herkes özgürlüğünü yaşıyor.  Anadolu’da yıllardır olan şey zaten bu. İslami tefekkür denince kastettiğimiz şey bu. İçerde bu böyle ama dışarıda kendisine karşı yapılan saldırılara, satranç gibi önlemini alabiliyor ve kendi oyununu kurabiliyor. Dışarıya karşı birleşmiş bir devletin milletinden söz ediyoruz. Cumhuriyet’i de en az Selçuklu ve Osmanlı kadar benimsemiş…

Şu an da Türkiye’de Sidney Hook kim acaba, Türkiye’deki huzursuzlukları karıştıran adam kim, bir tane mi var? CIA bu adamları öyle bir seçiyor ki, adamlar muazzam eğitim almışlar, Harvard, Yale okumuşlar ama demokratik seçimlerle oynuyorlar, darbelerle başbakanları indiriyorlar, her türlü hukuksuzluğu Amerika’nın kendi içinde bile yapıyorlar. Biz, bunlara maruz kalıyoruz çünkü tefekkürümüz yara aldı. Yara aldığı için de çok küçük şeylerden çatışma alanları oluşuyor.

Bu çatışmalara bakıp Türkiye’nin durumunu vahim görme taraftarı değilim. Çünkü Türkiye’de şunu yaşadık; 15 Temmuz gecesi Kuşadası Davutlar’da tatildeydim. Araçla derhal geldim. Gece yarım sularında dostum İsmail Küçükgörmen ile Konak Tüneli’nin girişine aracı park edip meydana vardık. Sabah gün ağarıncaya kadar meydandayız, dönerken Konak Tüneli’nin yarı yerinde bizi bir araç almak istedi, tünel uzundu ve yürümek zaman alıyordu. Şoförün yanına bindiğimde ayağımın dibindeki şıngırtıdan adamın alkollü olduğunu fark ettim ve göz göze geldik. O da benim onu fark ettiğimi anlamış olacak dedi ki, “Bizim de elimizden başka bir şey gelmiyor. Herkes meydandan dönüştü bu yolu kullanıyor ama yolu yürümek zorunda kalıyor, ben de hiç değilse insanlar yürürken götürüp getirme işi yapayım. Siz on birinci sefersiniz.” Bu insan ile içmeyen arasında hiçbir problem yoktur. Bu bir İslami tefekkürdür. Bu adamın yaşantısı Müslümanca olmayabilir ama tefekkür itibari ile İslami tefekkür dairesi içerisindedir.

 

Türk tarihinin hiçbir dönemi kavga nedeni yapılmamalı

 1919’da ilk Türk sosyalistlerinin çıkardığı derginin adı Kurtuluş’tur. O dergiyi çıkaranlar şöyle diyorlar: “Biz, Türkler olarak mukadderatımızı tekrar elimize alacaksak yani istiklalimizi kazanacaksak bu uğurda şeytanla ittifak gerekiyorsa onu da yapacağız.” Türk solu veya Türkiye’de belli çevre satır arasında şunu söylüyor: “Biz, İslami tefekkür filan istemiyoruz, biz zihniyet itibariyle Amerika’nın bize uygulamış olduğu Post-modern popüler kültürden memnunuz, ömrümüz mutfak ile tuvalet arasında geçiyormuş, no problem. Türkiye de işgal edilirse direnenler dirensin ama biz direnmesek, öbürleri gibi yaşasak da fark etmez.” Böyle bir durumda devleti yöneten akıl, bir kulturkampf uygulamak zorunda. Yani bir kültür mücadelesi, o da bir projeyle olur acil, orta vadede, uzun vadede. Bunu Mustafa Kemal Cumhuriyeti kurduktan sonra kendisi açısından fevkalade yaptı. Yirmi yılda fevkalade mesafe kaydettik. Gerek içeriye gerek dışarıya kültür mücadelesi (kulturkampf) uyguladı. Tahrip ile inşa beraber yürür. Kayıplar da kazançlar da olabilir… Bunun yarattığı tahribat varsa düzeltilir. Olabilir de olmayabilir de… Vakıa hep iki yönlü işler çünkü. Ayrıca o gün tahribat görünen bugün çok olumlu neticeler doğurabiliyor. Türk tarihinin hiçbir dönemini kavga nedeni yapmamalı. Eleştiri yapılabilir. Nitekim Madariaga’nın yorumunu az önce söyledim. Peki, 2017 yılında bir anda dışarıdan bunca saldırı varken bir yandan da içerden mevzular varken ne yapılabilinir? Allahtan düşmanlarımız iyi çalışıyor, diyorum. Yoksa bizim konum almamıza imkân yok. Çünkü bir türlü bu konulara gelemiyoruz.  

Ruslar, asla Rus İmparatorluğu’ndan vazgeçmiş değildir. Romanov’ları yıkan Bolşevikler vazgeçmedi. Stalin’den sonra gelenlerden hiçbiri vazgeçmedi. Putin vazgeçmiyor. İsrail vazgeçmiş değil. ABD değil. Çin değil. Almanya değil. Peki, Türkiye neden “tarihi kaderi”nden vazgeçiyor. “Ilımlı İslam” projesinden sonra “Ilımlı Türklük” projesi gündeme gelebiliyor. Çünkü Türkiye’nin kendi tarihi idealinden vazgeçmesinin devamı önemli görülüyor. Dağıldıklarında Zbigniew Brezinski, “Kontrol Dışı Dünya”da yazdı ve dedi ki; “Ruslar ağırlıklarını attılar, Büyük Rus İmparatorluğu için yeniden gelecekler.” O yıllarda, yaşı yetenler hatırlayacak, Rusya dağıldı ve biz Türk cumhuriyetleri ile kaynaşacağız deniyordu. Rusya’nın dağılmadığı, hiçbir şey olmadığı bakın nasıl meydana geldi. Bizim programımız, kültür alanında bir kampımız yok. Bunun, illa çok katı olması gerekmez. Biz donanımlı bir bakanın, diyelim ki Nabi Avcı’nın, Kültür Bakanı olduğunda kültür işlerinin düzeleceğini zannediyoruz. Bu, Amerika’da CIA uyguladığı proje ile oluşmuş bir şeydir, orada bakanlar alınan emri sadece icra eden insanlardır. Bizim geri tarafımızda böyle bir projenin oluşturulduğunu göremiyoruz, hiçbir kurumumuz buna yanaşmıyor. Bunu, genelde CIA’in arkasında fevkalade yetenekli adamlar yapar. Bunu, üstekinin yerine ne zaman geçeceğinin hesabını yapan bürokrat yapmaz. Bunu, devlet adamı yapar. Türkiye’de siyaset bilimi, uluslararası ilişkiler bölümlerinde devlet adamının eğitimi verilmiyor. Yani devlet adamı nasıl bir şeydir, bürokrat nasıl bir şeydir bunların eğitimi verilmiyor. Bizim devlet geleneğimizde aşağıdan yukarıya yükselme arayışı benimsenmezdi. Bürokrat tipini doğurur bu. Derdi kariyerdir onun. Birilerinin üstüne basa basa yükselir. Devletin yukarıdan aşağıya kaliteli olanı araması lazım.

 

Gündoğdu, Aytoldu ve 15 Temmuz

Kutadgu Bilig’de Gündoğdu bunu yapar. Bu yüzden de Aytoldu ile kaderleri buluşturur. Şimdi bu tarz bir “kaderlerin buluşması” pek az oluyor maalesef. Kariyer planlamasını iyi yapan bir muhteris devlet adamı nosyonuna sahip olmadan en tepelerde kamp kuruyor. Arayış yukarıdandır Selçuklu’da da Osmanlı’da da… Aşağıdan gelen yükselme arzusunda türlü illetler saklıdır. 15 Temmuz gibi bir vakayı yaşadıktan sonra acilen Türkiye’de devleti yöneten aklın, harekete geçmesi gerekir. Olmadığı takdirde bunun bir havası vardır onun geçişi çok kolay olur ve o geçiş zamanında hamleler yapamadığımız için sönümleniyordur. Türkiye’nin binlerce yıldır Selçukilerden beri getirdiği kültürel kavrayışını canlandırması gerekir. Postmodern popülizm, insanımızdan idealini alıyor. Onları avam derecesine indiriyor. Avamın da ideali olmaz. Güneyimizde problemler çıkıyor, biraz başımız ağrıyor da kendimize geliyoruz. Emin olun şuan Türkiye’ye dışarıdan kulturkampf uygulayanlar şunu yapsınlar; Türkiye’yi normalleştirsinler, sıkıntılar kalmasın biz, “sitcom”a döneriz.  Çünkü İslami tefekküre nasıl döneriz derdiyle eğitilen bir süreci iktidar, dışarıdan şok doktrini uygulandığı için bir türlü uygulayamıyor. Mücadele etmekten o konuya gelinemiyor. Güncel meseleleri de konuştuğumuz için ayrıntıda kaybolabiliyoruz.

 

Bu toprakların kültürel iktidarı : Anadolu irfanı

Ama esasen, Türkiye normalleşiyor. Türkiye, fizik tedavi gören bir adama benziyor. 1920’li yıllarda belinden öyle bir darbe almış ki, istiklal mücadelesi hiç kolay değildi çünkü, fizik tedaviye gidiyor ve ağrılar yaşıyor ama normalleşecek. Türkiye İslami tefekküre dönmek zorunda, başka çaresi yok çünkü bu tefekkür bizi binlerce yıldır birbirimize bağlamış. Onu öcü gibi görenler de aslında o tefekkürle nefes alıyor. Bunu bir türlü anlatamıyoruz. Bin yıldır bu tefekkür ile bir yandan iç barışımızı sağlamışız ve dışarıya karşı da birlik olabilmişiz. Düşmanlarımızın çabaları, bizi buna dönmeye zorlayacak. İzmir’deki de, Kayseri’deki de, Diyarbakır’daki de, bin yıldır da bu topraklarda tefekkürün bizi kolladığını, görüp döneceğiz ama fizik tedavi sürecimiz biraz acılı olacak. Bunu da yaşayıp göreceğiz.

Sosyologlar, çok acımasız davranıyorlar, “Türkiye iç savaşını yaşamamış bir toplumdur dolayısıyla bu durum iç savaşı yaşamadan geçmez.” diyebiliyorlar. Buna da örnek olarak, “Amerika’nın demokratik ideallere ulaşması için iç savaş yaşamış olmasını, Almanya’nın kendi içinde I. Paylaşım ve II. Paylaşım gibi büyük travmalar geçirmiş olmasını fakat Türkiye’nin bunları yaşamadığını.” söylüyorlar. Yani bu Sidney Hook gibi adamlar iç savaş baskısı yapıyor. Bu toplumda iç savaş hiçbir suretle olmaz. Çünkü toplumun İslami tefekkürü, koordinatları, yörüngesi her ne kadar zedelenmiş olsa da alkol alan biri gider meydana, burada benim işim fazla yok bari milleti taşıyım, diyerek durumdan kendine vazife çıkarır. Biz ona Anadolu İrfanı diyoruz. O irfan bizi yaşatıyor. Bugün Türkiye’de her şeye rağmen, postmodern popüler kültüre de rağmen, tek bir iktidar vardır. O da Anadolu irfanıdır. O, bizi koruyup kolladığı için fevkalade ayakta kalıyoruz.  Bu işin onlar tarafından kontrol edildiği müddetçe doğru gideceğini, aydınlara bırakıldığı zaman ise sıkıntı yaşayacağımızı düşünüyorum. Aydınların kendine çeki düzen vermesi gerektiğini, Türkiye’de gazetelerin, köşelerde yazanların polemik yarışından başka bir şey yerine getirmediklerini düşünmekten kendinizi alamıyorsunuz. Buralara baktığınızda resmin arkasında olan üç boyutu göremiyorsunuz. Orası, bir takım insanlar tarafından kontrol ediliyor.

 

Dr. Celâl Fedai

*Yazarın, 24 Ekim 2017’de SETA Vakfı tarafından düzenlenen “Türkiye’de Kültürel İktidar” başlıklı panelde yaptığı konuşmasının kendisi tarafından genişletilmiş halidir.

Dr. Celâl Fedai

2 yorum

Yorum göndermek için buraya tıklayın