Yazarlar

Jeopolitik bir sistem güncellemesi : “Ilımlı İslam”

24 Ekim tarihinde Suudi Arabistan’ın genç ve hırslı veliaht prensi Muhammed bin Selman (MBS), sosyo-ekonomik modernizasyon projesinin bir parçası olarak Suudi Arabistan’ı ılımlı İslam modeline geri götüreceği vaadinde bulundu. Bu açıklama birçok kişiyi şaşırttı. Ne de olsa ılımlı İslam bir dönemin büyülü kavramı olsa da eski ışıltısını çoktan kaybetmiş durumda. Ne Müslüman dünyada ne de Batı’da heyecan uyandıran bir kavram durumuna geldi ılımlı İslam. Muhammed bin Selman’ın sosyo-ekonomik modernizasyon programına sahip olduğu bir sır değil. Bu konuda iddialı projelerini kamuoyuyla paylaştı. Suudi Arabistan’ın petrole dayalı ekonomisini çeşitlendirmeyi, katı Vahhabi anlayışa dayalı sosyo-politik düzenini de gevşetmeyi düşünen bir yaklaşımı temsil ediyor. Bu vizyonuyla da birçok Batı başkenti de fakat özellikle de Washington’da destek ve sempati bulmaya çalışıyor. Ve görünüşe göre de epey destek bulmuş durumda. MBS, Trump ve gölge dışişleri bakanı gibi davranan damadı Jared Kushner ile yakın ilişkiler geliştirdi. Nitekim bu ilişkiler ağı ABD başkanı Trump’ın Başkan olduktan sonra normal devlet teamüllerinin aksine davranarak (ABD başkanları ilk yurt dışı gezilerini genellikle Kanada veya Meksika gibi Kuzey Amerika ve aynı zamanda NAFTA üyelerine yaparlar) ilk yurt dışı gezisini Suudi Arabistan’a yaptı. Burada yüz milyarlarca dolarlık antlaşmalar imzalandı. Bunun yanısıra, MBS’nın Batı’daki hayran kitlesi sadece Amerika’yla sınırlı değil. Irak işgalinin ve 11 Eylül’den sonra ılımlı İslam söyleminin mimarlarından olan Tony Blair de genç veliahtın gelecek projeksiyonlarına büyük umutlar bağlamış durumda. Daha önce verdiği bir mülakatta, Blair, MBS’yi reformcu biri olarak tanımlamış, onu Ortadoğu için bir şans olarak değerlendirdiğini ifade etmişti. 

 

Sistemin temellerine dokunmadan sistemi güncellemek

Bütün bu ilişkiler ağı önemli olmakla birlikte Muhammed bin Selman’ın en son kullandığı ılımlı İslam söyleminin jeopolitik gerekçesini veya anlamını açıklamak için yeterli görünmüyor. Bu açıklamanın jeopolitik anlamını kavramak için iki meseleyi gözden kaçırmamamız gerekir. Birincisi Arap Baharı’nın bölgede yol açtığı realite ve ortaya çıkardığı siyasal psikolojiyle ilintili. İkincisi ise ABD’nin IŞİD öncelikli stratejiden İran öncelikli stratejiye geçişi ve bu arada önümüzdeki dönemde daha sıkça duyacağımız Şii milisler meselesi veya Şii radikalizmi tartışmalarıyla doğrudan ilişkili görünüyor. 

 

Otoriter iktidarların hala Ortadoğu’nun siyasal hakikatini temsil etmesi birçok analistin Arap Baharı’nın pek birşey değiştirmediği analizlerini yapmalarına yol açıyor. Hatta bu yaklaşım, bölgede zamanın tekrardan 2011 öncesi döneme ayarlandığına dair bir iddia ortaya koyuyor. Bu temelde hatalı bir okumadır. Forma öz, görüntüye hakikat muamelesi yapmaktır. Arap Baharı bir tarihsel vakıa olarak gerçekleşti. Bu ne geri döndürülebilecek ne de yok sayılabilecek bir süreç. Ortadoğu veya Arap dünyasında herşeyin eskiye çok benzediği bir denklemde aslında hiçbir şey eskisi gibi değil artık. Yeni bir siyasal psikoloji var. Eskinin varlığını sürekli sorgulayan ve sürekli sorunsallaştıran bir siyasal psikoloji bu. Bu durumun bilincinde olan Ortadoğu’daki otoriter rejimler siyasal yapılarını aynı tutarken, bu yapıların içeriklerini veya daha doğru bir tespitle görüntülerini kısmi ölçüde değiştirmeye çalışan bir siyaset izliyorlar. Bir nevi sistemin DNA’sına, değerler temeline, meşruiyet zeminine dokunmadan bir sistem güncellemesi çabalarına şahit oluyoruz bu girişimler aracılığıyla. Suudi Arabistan’daki genç veliaht prensin yapmaya çalıştığı bir yönüyle böylesi bir çabayı yansıtıyor. Arap Baharında rüzgarın terse döndüğü, sistemin üzerinde acil bir toplumsal baskının olmadığı bir süreçte bu girişimle Muhammed bin Selman sistemin temellerine değmeden sistemi güncellemeyi deniyor. Bu şekilde de sistemin toplumsal kabulünün, özellikle de gençler ve kadınlar arasında, artacağını hesaplamış olmalı. 

 

Benzer şekilde, bu söylemle MBS, Suudi Arabistan başta olmak üzere Körfez’de Arap Baharı karşıtı monarşik veya otoriter dalgayı Batı’da kabul görmesini umduğu “ılımlı İslam” ambalajıyla ambalajlamaya çalışırken, aynı zamanda Arap Baharı’nda fikri ve siyasal ötekisi olarak konumlandırdığı Müslüman Kardeşleri de radikalizm parantezine hapsetmek istiyor. Birleşik Arap Emirlikleri’yle birlikte Suudi Arabistan’ın Müslüman Kardeşler Örgütü’nü başta İngiltere ve ABD olmak üzere Batılı ülkelerde terörist listesine alınması için yaptıkları lobi, harcadıkları çaba herkesin malumu. Dolayısıyla, ılımlı İslam söylemi otoriter dalganın demokrasi ve toplumsal rıza sürecinin içinden gelen Müslüman Kardeşler’e karşı yürüttükleri ideolojik ve siyasal mücadelesinin yeni veçhesini oluşturuyor. 

 

Bir Amerikan hedefi olarak “Sünni İslam”

Yukarıdaki mevzubahis gerekçeler Suudi Arabistan’ın Arap Baharı döneminden kalma hesapları veya muhasebesiyle ilişkililer. Fakat MBS’nın bu açıklamasının güncele ve mevcut bölgesel jeopolitiğe daha yakından değen bir tarafı var. Geçen hafta yazdığım bir yazıda şöyle bir yargıda bulunmuştum: 11 Eylül’den sonra ABD ve Batı, Ortadoğu’ya teröre karşı savaş perspektifinden yaklaştı. Burada da terör denilince büyük oranda “Sünni İslam” kast ediliyordu. Zaten terörün özelde Vahhabilik genelde ise Sünni İslam’la eşleştirilmesi İran için bölgesel siyasette konforlu bir alan yaratmıştı. Bu nedenle İran da Batı’da üretilen teröre karşı mücadele söylemini bölgesel ölçekte yeniden üretti. Bu söylemle kısmi ölçüde Batı’ya ulaşabiliyordu. Özellikle de bu terörizm kavramının gittikçe Suudi Arabistan ve diğer Sünni Arap güçleri mahkum eden bir hüviyete kavuşması İran’ın bu söyleme daha fazla yatırım yapmasına yol açtı. Fakat öyle görünüyor ki bu başlıkta rüzgar başka bir istikamet yönünde esmeye başlıyor. ABD’nin IŞİD öncelikli stratejiden İran öncelikli stratejiye geçmesinin de bir yansıması olarak bundan sonra radikalizm, terörizm kavramlarının daha çok İran destekli Şii milislerle ilişkilendirilerek kullanılacağı bir döneme giriyoruz. Nitekim Tillerson başta olmak üzere ABD’li yetkililerin tonu artan bir şekilde İran ve Şii milisler eleştirisini bu bağlamda okumak gerekir. Bu yeni dönemdeki siyasetin bir yansıması olarak ABD ve Suudi Arabistan’ın öncülük ettiği Körfez blokunun önümüzdeki dönemde İran sınırından Akdeniz’e kadar oluşmakta olan Şii milis kuşağını daha fazla hedef alacaklarını kestirmek güç değil. Yani, bundan sonra radikal kavramının gittikçe Şii milislerle eş anlamlı kullanılacağı bir dönem başlıyor.

 

Jeopolitik savaşta eski cepheler, yeni cephaneler

MBS’nin ılımlı İslam söylemi, Suudi Arabistan’ı bu yeni dönemde İran ve Şii milisleri tasvir etmek için daha fazla kullanılacak olan radikal kavramının karşı blokunda konumlandırma çabasını yansıtıyor. Başka bir ifadeyle, bu söylem MBS bölgede yeni dönemde etkilerini daha fazla hisssedeceğimiz jeopolitik yarılmada Suudi Arabistan’ı ABD’nin safında ve İran’ın karşısında daha sağlam bir şekilde konumlandırma niyetini açığa çıkarıyor. 

 

İran’ın bölgede mezhepçi bir milis kuşağı oluşturmaya çalıştığı aşikâr. Bunun Türkiye’nin Ortadoğu’daki stratejik hareket kabiliyetine ket vurduğu da su götürmez bir vakıa. Fakat buna rağmen Suudi Arabistan öncülüğündeki Körfez blokunun ABD ile birlikte bölgeye yeni bir statüko dayatması, bunu yapabilmek için bölgede hem mezhepçiliğe hem de milliyetçiliğe yatırım yapması, bunun sonucunda bölgenin daha da kırılganlaşması ve dış penetrasyona uygun hale gelmesi ne bölge ne de bölge insanları için hayırlı bir sonuç üretebilir. Velhasıl, ılımlı İslam söylemi bölgedeki jeopolitik mücadeleye barut taşıyan bir işlev görüyor. Bu söylem aynı zamanda bölgeye yeni bir dizaynın dayatılması için elverişli bir ambalaj sunuyor. Bu girişim, bir proje olarak başarısızlığa mahkum olacak gibi gözükse de bölgesel krizi daha da derinleştirme potansiyeline sahip.