Yazarlar

“Tarihin gözleri var, surlarda delik delik”

“Biz bu şehrin kıymetini bilmedik. Biz bu şehre ihanet ettik, hala da ihanet ediyoruz, ben de bundan sorumluyum.”

Bu çarpıcı cümlelerin sahibi, ömrünü İstanbul’a adamış, ismi önce İstanbul’la, sonra Türkiye ile özdeşleşmiş biri… Elbette, Recep Tayyip Erdoğan’dan sözediyoruz. Cumhurbaşkanımız’ın, geçtiğimiz günlerde katıldığı, Uluslararası Şehir ve Sivil Toplum Kuruluşları Zirvesi’nde yaptığı konuşmadan sadece birkaç cümle yer alabildi, ajanslarda ve medyamızda. Biz, MÜCERRET olarak her yönüyle, bir özeleştiri, bir hatırlatma ve bir yol haritası niteliği taşıyan bu arşivlik konuşmanın tamamını rikkatinize sunuyoruz.

 

Medine’nin şehirlerinden, Medeniyetin kayıp zamanlarına

Şehirlerin serencamı aynı zamanda insanlığın da serüvenidir, yolculuğudur. Kahire’den Roma’ya, Timbuktu’dan Semerkant’a, Kudüs’ten Pekin’e kadar her kadim şehir, üzerinde yaşayan izlerini, hatıralarını bugüne taşır.

Şehir sadece mekân değildir. Şehir, bunun ötesinde insanın hayata, kendine ve etrafındaki tüm varlıklara dair tasavvurunun tecessüm etmiş halidir. Büyük İslam mütefekkiri İbn Haldun şehirlerin de bir ruhu olduğunu ve insanların zamanla yaşadıkları şehirlerin ruhuyla iç-içe geçtiğini, özdeşleştiğini ifade ediyor. Medeniyetler kendi ruhunu, tarihi ve kültürel değerlerini inşa eden şehirler doğurmuş, bazı durumlarda ise şehirler bir medeniyetin menşei, membaı, kurucu unsuru olmuştur.

Bizim fikir dünyamızda medeniyet şehirdir, şehir de Medine’dir. Medine, 14 asırlık tarihimiz boyunca İslam medeniyetinin kurucu şehri, sembol şehri olmuştur. Batı medeniyetine baktığımızda ise, kurucu şehir misyonunu Atina ve Roma’nın üstlendiğini görürüz. Bu iki şehrin insanla, tabiatla ve aşkın olanla kurduğu ilişki sadece kendi dönemlerindeki mimariye, idareye ve beşeri düzene değil aynı zamanda modern Batı paradigmasına da yansıdığını görürüz. Bu iki farklı model arasındaki temel ayrım ise şudur: İslam medeniyetinde Yaratıcı ile yaratılan arasındaki ilişki doğrudan mekâna, yani şehre yansırken, Batıda bu daha çok karşıtlık ve çatışma üzerinden şekillenmiştir, fark budur. Tevhit, yani vahdet, yani birlik ve bütünlük tüm İslam şehirlerinin alametifarikasıdır. Batıda birbirine zıt görünen unsurlar, İslam medeniyetinde şehrin içine ahenkle mezcedilmiştir. Medine’de çarşıyla cami, medreseyle pazar yeri, ölümle hayat bir bütündür. Şehrin merkezini mabetler, yani ulu camiler oluşturur. Ulu caminin etrafında ise medreseler, aşevleri, bedestenler, ticarethaneler, hanlar, hamamlar bulunur. İslam şehirlerinde ihtişam ile sadelik, vakar ile tevazu, yeni ile eski, dünya ile ahret iç içedir ve bir aradadır. Cami avlularında bulunan mezarlıklar, insanın ölümü her an yanında taşıdığını, dünya hayatının geçici olduğunu, asıl baki olanın ibadet, taat, hayır ve hasenat olduğunu hatırlatır. Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya, her an ölecekmiş gibi uhraya çalışmak, bakmak, hayatı bu şekilde tarif etmek, anlamlandırmak; işte gerçek bu.

Onlar, Osmanlı ruhunu taşlara işlediler, ya biz?

Şehirlerin de zamanla tekemmül eden, yeni gelenlerle her daim yoğrulan, kendini yenileyen bir karakteri, bir şahsiyeti vardır. Kadim şehirlerin en önemli güzelliği, ana karakterlerini kaybetmeden yeniyi bünyelerinde eritmesi, özlerinden katarak yeniden yoğurmasıdır. İstanbul, bu açıdan gerçekten müstesna bir şehirdir. Ama biz bu şehrin kıymetini bilmedik. Biz bu şehre ihanet ettik, hala da ihanet ediyoruz, ben de bundan sorumluyum. İstanbul’da tüm ihtişamıyla Batı Roma’nın, Bizans’ın izlerini görürken, aynı zamanda Medine’nin tevazuuna ve manevi derinliğine de şahitlik edersiniz. Bu dikey mimariyle olanları kastetmiyorum ha, ondan öncesini kastediyorum. Yani ben çocukluğumu arıyorum İstanbul’da. Bu kutlu şehrin her bir köşesinde Allah rahmet etsin, merhum Turgut Cansever’in şu ifadesi çok anlamlıdır. Belediye Başkanlığımda zaman zaman bana danışmanlık da yapmıştı. Turgut Hocamız derdi ki; ecdat, tüm ruhunu taşa ve ahşaba nakşetmiş. Böyle bir inceliğe ve estetiğe şahit olursunuz. Hani bazı şehirler vardır, iyi yazılmış kitap gibidir; okumaya, anlamaya, onu yaşamaya doyamazsınız, başlar ve o kitabı bitirirsiniz. Nasıl bir kitap sayfalarına, satır aralarına gizlenmiş bilgi hazineleriyle doluysa, İstanbul’un her sokağında da saklı bir tarih, asırlık bir tecrübe vardır.

Üstat Necip Fazıl’ın o veciz ifadeleriyle;

“Tarihin gözleri var, surlarda delik delik;

Servi, endamlı servi, ahirete perdelik…

Bulutta şaha kalkmış Fatih’ten kalma kır at;

Pırlantadan kubbeler, belki bir milyar kırat…

Şahadet parmağıdır göğe doğru minare;

Her nakışta o mana: Öleceğiz ne çare?..

Hayattan canlı ölüm, günahtan baskın rahmet;

Beyoğlu tepinirken ağlar Karacaahmet..

O manayı bul da bul!

İlle İstanbul’da bul!

İstanbul,

İstanbul…”

Evet, İstanbul işte böyle bir şehir, buna doyum olmaz. Burası Fatih Sultan Mehmet Han’dan beri ilmin, kültürün, siyasetin, sanatın ve ticaretin payitahtı olmuş bir şehir. Bugün de İstanbul, onca yaşadıklarına rağmen halen ayaktadır, Türk İslam medeniyetinin kalelerinden biri olmayı sürdürmektedir. İşte Belediye Başkanı olduğum zaman 8 milyon nüfus, şimdi 15 milyon nüfus; böyle bir şehir. Dünyada eşi-benzeri olmayan nadide şehirlerden bir tanesi.

Bizler çoğu zaman elimizdekinin kıymetini ancak onu kaybedince anlıyoruz. Ecdadımızdan tevarüs ettiğimiz, her biri başlı başına bir hazine olan emsalsiz değerlerin hakkını yeterince veremiyoruz. Bunun en bariz görüldüğü alanların başında şehirleşme ve mimari geliyor. Son yıllarda şehirleşme noktasında ciddi sorunlarımızın olduğunu, eksiklerimizin, hatalarımızın olduğunu daha önce defaatle birçok toplantıda ifade ettim.,

 

Şehir insanı terbiye ettiği gibi, kötü şehir de insanı ahlaksızlaştırır

Estetikten, incelikten ve köklü medeniyet değerlerimizden yoksun tek düze bir mimari anlayışının giderek yaygınlık kazandığını görmekten üzüntü duyuyorum. Adeta kibrit kutularının ölçülerini aşacak şekilde benzer taş yığınlarının olduğu bir şehir; bu bizim medeniyetimizde yok. Şehirleri birbirinden farklı kılan, ayıran, bu ayrılıklardan güzellikler çıkaran ayrıntılar birer birer yok oluyor. Maalesef maddi kaygılar birçok hassasiyetin önüne geçiyor. İnsanla şehir, şehirle tabiat, geçmiş, bugün ve gelecek arasındaki hassas denge çoğu zaman yeterince gözetilmiyor. Nitekim merhum Turgut Cansever; “Şehir insanı terbiye ettiği gibi, kötü şehir de insanı ahlaksızlaştırır” diyor. Bunu derken yansımalarının sadece maddi olmayacağını, insana da sirayet edeceğini ifade etmiştir. Bizim de evlerimiz genişlese de, ne söyleyeceğim biliyor musunuz, gönüllerimiz daralıyor; bu çok önemli. Binalarımız yükseldikçe ufkumuz kararıyor. Şehirlerimiz giderek milyonlarca insanın hep birlikte yalnız olduğu yerlere dönüşüyor. Eşyanın hakimiyet kurduğu, bencilliğin arttığı, gösteriş, şatafat ve hamiyetsizliğin yaygınlaştığı bir dönemde yaşıyoruz. Ne yazık ki böyle bir şehir atmosferinde sevgi de, merhamet de, hoşgörü ve tahammül de giderek azalıyor, adeta insanın kimyası bozuluyor. İnsanı ve tabiatı merkeze almayan hiçbir projenin ne kadar albenili olursa olsun benim gözümde hiçbir değeri yoktur. Her şehrin bir karakteri, şahsiyeti, ruhu vardır. Bu ruhla şehir sakinlerini tekemmül ettirir, olgunlaştırır, medenileştirir. Ayrıca, her şehir onu kuranların, yönetenlerin ve sakinlerinin adeta aynası gibidir.

Bir şehrin serencamını izleyerek orada yaşayanların hayat tarzı, düşünce yapısı, kültürü ve öncelikleri konusunda kolayca fikir sahibi olursunuz. Bizlerin meseleye bu şekilde yaklaşması, şehirlerimizin bize atalarımızın mirası olması yanında, çocuklarımızın bir emaneti olduğunun bilinciyle hareket etmesi gerekiyor. Gelenekten ilham alıp yeni tasarımlar ortaya koymalı, kopyalamak yerine uyarlamalı, kendi kültürümüzden, değerlerimizden, birikimimizden katarak bunu yeniden yoğurmalıyız. Gönülle, manayla, değerlerle maddiyat arasındaki altın oranı hiçbir zaman gözden kaçırmamalıyız. Vahşi kapitalizmin iğvasına, hırslarına asla kapılmamalıyız.

 

Bütün mesele, gerçek anlamda bir Medine olma yoludur

Belediyelerde yönetimi devraldığımız ilk dönemde vatandaşlarımızın beklentileri daha ziyade altyapıyla ilgili sorunların çözülmesiydi. Vatandaşlarımız şehirlerin orta yerindeki çöp dağlarının kaldırılmasını, yazın sularının kesintisiz akmasını, kışın kirli hava solumaktan kurtulmayı istiyordu. Şu anda karşımda misafirlerimizin dışında ağırlıklı olarak İstanbullu vatandaşlarım var, İstanbullu kardeşlerim var. Şöyle 1994’ün önüne gidelim. 1994’ün önünde İstanbul’da çöp dağları var mıydı? (“Evet” sesleri) Vardı. İstanbul’da sular akıyor muydu? (“Hayır” sesleri) İstanbul’da hava kirliliği, hatta bazı medya grupları maske dağıtıyordu kirli hava solumayalım diye. Ama bunu gençler tabii bilmiyor. Şimdi bunların hepsini aştık; su sorunumuz yok, hava kirliliği bitti ve bütün bunların yanında çöp dağları diye bir şey söz konusu değil. Şimdi bütün mesele, gerçek anlamda bir Medine olma yoludur, yani medeniyet yarışında öne çıkma yoludur.

Şimdi milletimiz belediyelerimizden temel hizmetlerin yanı sıra derdiyle dertlenmesini, kapısını çalmasını, halini-hatırını sormasını, iyi ve kötü gününde yanında olmasını bekliyor. Artık ileriye gideceğiz, daha farklı olacağız. Yani o Medine’deki belediyecilik anlayışı var ya, neydi o Medine’deki belediyecilik anlayışı? Kapıyı açık bırakmak, kilit vurmamak. Şimdi yaşlılarımız bilir, eskiden bizim kapıyı kilitlemek diye bir sorunumuz var mıydı? Kapıyı açık bırakır çıkardık, niye? Ya güven vardı güven. Kimsenin birileri gelir de hırsız içeri girer diye bir endişesi yoktu. Böyle bir güvenin olduğu toplum gerçek manada Medine’dir.

Ve biz zekata muhtaç olanların olmadığı bir toplumu inşa etmemiz lazım. Sadakaya muhtaç olanın olmadığı bir toplumu inşa etmeliyiz. Hatta hatta dünyanın değişik yerlerinde bunun olmadığı bir insanlığı, bir dünyayı inşa etmemiz lazım. Varsa da, bugün olduğu gibi elimizin oralara uzandığı bir dünyayı inşa etmeliyiz.

Kendine değer verildiğini hissetmek isteyen vatandaşlarımız belediyesinin çocukları için park, torunları için kreşler kurmasını bekliyor. Nitelikli kültür, sanat, spor faaliyetleri, daha temiz, daha yeşil, daha huzurlu mekânlar şeklinde bu beklentileri saymaya devam etmek mümkün. Vatandaşlarımızın tüm bu taleplerini görmek, anlamak, kendimizi buna göre adapte etmek zorundayız. Bir belediye yönetimi, ancak şehrinde yaşayanların ihtiyaçlarına cevap verebildiği ölçüde başarılı olur. Bu hakikati ıskaladığınız anda çözülme ve geriye gidiş de başlamış demektir.

Şehirleşmenin getirdiği siyasi, ekonomik, sosyal sorunları, güvenlik sıkıntılarını aşmanın yolları üzerinde hep beraber kafa yormalıyız. Şehirlerimizi ancak elbirliği ve dayanışma içinde Cennet tasavvurunun bir parçası gibi güzelleştirebilmeliyiz. Zirvenin bu yönde atılmış doğru bir adım olduğuna inanıyorum. Niyet hayır, akıbet de inşallah hayır olur diyorum.

Kalın sağlıcakla.