Yazarlar

Tesbihin taneleri ya da, birikimlerimiz nerede saklı?

Mevlana sözüdür: “Dün dünde kaldı cancağızım şimdi yeni şeyler söylemek lazım. “

Dünyanın yeni sözlere ihtiyacının olduğu bir döneme giriyoruz. Aslına bakarsanız, güneşin altında söylenmemiş söz yok. Ama bir tarafıyla baktığınızda yeryüzü her gün yenileniyor. Bilinç oluşurken bu yenilenmenin insan üzerindeki etkileri de güçleniyor.

Türkiye’nin genç bir devlet olarak emekleme dönemleri dünya konjöktüründen bağımsız olarak şekillenmedi. Bir fırtına esti ve koca Osmanlı’dan sayısız küçük devlet çıktı. Bize de dünyanın mazlumlarının bekçiliği kaldı. İçerde evimizi düzenlemeye çalışırken emanet eşyalarla hayat kurduk. Eski(mez) eşyaların önemli kısmı artık okunmaz olmuş yazılarda saklıydı. Çoğu Bulgaristan’a trenlerle gönderildi, değersiz kağıt olarak elden çıkarmıştık. Kütüphanelerdeki eserler kıymetini yitirmiş, fazla yer kaplayan anlamsızlık yığınlarına dönüşmüştü.  Evlerde eski insanlardan kalanları da eskici vasıtasıyla dışarı çıkarmış, kıymetli koleksiyonlar ulaşabildiyse kıymet bilir sahafların raflarında ehlini bekler olmuş, çoğunun da külü savrulmuştu.

Sonra zaman değişti, tıpkı evlerimiz gibi. Koca ahşap köşklerin yerine apartmanlar yaptık. O da yetmedi, şehri göklere doğru uzattık. Artık gökdelenlerden kendimize bakıyorduk. Şehrin dolduğunu da gördük. Binalar yükseldikçe insanlığımız küçülüyordu. Her on yılda düdük çalınan bir ülkede sürekli oyunun kuralları değişiyordu.

Sosyoloji, felsefe, bilim, ilahiyat, edebiyat, sanat bir sürü kavram hayatımıza ödünç alınmış cümleler içinde giriyordu. Ne kadarına izin verildiyse o kadarıyla iktifa etmeyi öğrenmiştik. Üniversiteler birbirinin tekrarı tezlerle, sürdürülebilir yaşam alanlarında kalıbını kırmadan ilerleyebiliyordu.

Gelenekle aramızdaki bağ kopmuştu. Tespihin taneleri dağılmıştı. Modern hayatın yalnızları arasına girmemek için yeni bir çabaya dahil olmuştuk. Elimize aldığımız kitaplar gönül coğrafyamıza aldığımız ülkelerden tercüme yoluyla geliyordu. Kendi ülkemizi keşfetmek için uzaklardan getirdiğimiz fenerleri kullandık. Düşe kalka ilerlerken, aslında aradığımız şeyin, kendi içimizde, kendi bünyemizde olduğunu fark ettik. Hayatımızdan çıkıp gitmek üzere olan insanlara sarılıverdik.

İlim halkaları kurulurken siyaset etmeyi de öğrenmeye başladık. Bize dayatılan Batıcıl ve ölümcül dozlara karşı sahici duruşlar ortaya koymanın önemini anladık. Her nesil bir öncekinden aldığı yorulmak bilmez enerjiyle yola koyuldu. Engeller kondukça aşmanın başka bir yolunu buluyorduk.

Sonra gözümüzü dünyaya daha bir yakınlaştırarak açtık. Coğrafyanın o kadar uzak olmadığını öğrendik. Dünyada fanusa kapatılan tek millet de biz değildik. Uzak yakın komşularla ilişkilerimiz geliştikçe bize nasıl bir oyun oynandığının farkına vardık. Aslında gördüğümüz şey, bir önceki sahnede anlar gibi olduklarımızdı. Dansın müziği sürekli değişiyordu ama biz sadece ayakta durma savaşı veriyorduk. “Ey yeşil sarıklı ulu hocalar bunu bana öğretmediniz” derken şairin ünlemesinin ne olduğuna dair çıkarımlarımız yeni tecrübelerle harmanlanıyordu. Doğunun tüm oğulları Batı’nın kurduğu tuzakların farkına vardı ama öyle güçlü bir kapan kurulmuştu ki, labirentin sonuna geldiğimizde tekrar başa dönüyorduk. Üstelik önümüze peynir diye koydukları şey, medeniyetleri gibi plastikten başka bir şey değildi.

Batı başkentleri daha çok görür oldu Doğunun evlatlarını. Emperyal arzularla kıskıvrak bağladıkları ülkelerin enerji depoları artık Batıda yeni bir kurgunun içinde başkalaşım savaşının kurşun askerleri olmaya doğru ilerlemişti. Yetenekler sömürülürken çıkan posadan yeni şekiller meydana getirildi.

Batının gizemli savaş aletleri bazen moda oldu, bazen bilim, bazen sanat, bazen de medya. Her devrin trendleri yeni bir kültür savaşının ortasına bırakıyordu savunmasız insanları.

Hasan Ali Yücel bir mevleviydi. Batı klasiklerini başlatma görevi ona verilmişti. Yetiştiği kültürden ülkesini uzaklaştırma, bir daha geri döndürmeme görevi oldukça ağır gelmişti. Ama durumlar böyle gerektiriyordu.

O şartlar hiç değişmeden neredeyse bir asra yaklaştı. Dün doğunun klasikleriyle birlikte öğrenemedikleri batı klasikleriyle fikir hayatını şekillendiren insanların yerini bugün doğrudan batıdan ithal edilen kavramlar ve sözcüklere alan açan insanlar aldı. Artık kimselerin durup düşünmeye de vakti yoktu. Hap bilgiler ve kalıp cümleler Batıda üretilen ve üzerine neredeyse akademik gökdelen dikilen kavramlar otomasyondan geçirilerek insanımıza ulaştırılıyordu. Okullarda da böyleydi bu, iş yerlerinde de. Medyada da böyleydi bu, eğlence merkezlerinde de.

Necip Fazıl’ın “utanırdı burnunu göstermekten sütninem” dediği hal her geniş ailede yaşandı. Çekirdek aileye geçilirken önce evin beyaz tülbentiyle seccade ıslatan büyük nineleri çekildi ortadan. Sonra vakit namazlar için gün ışımadan camiye giden dedeleri.

Babalar ve anneler zorlu çalışma koşullarında büyük bir koşuşturmacaya dahildi artık. Torunlar için kıssadan hisseler, masallar anlatan dede ve nineler uzak bir hatıraya dönüşürken kitle iletişim aygıtları insanın boşluğunu doldurmak için önce renkleniyor, ardından günün her saatini yayın bandına alıyor, yarış atı olmaya hazırlanan çocuklar için giyim kuşamdan makyaja, oturup kalkmadan bireysel hayatlara katılan bencilliğe yol alınıyordu.

Geçmişten bize ne kalmıştı? Geçmiş kimlerde kalmıştı? Geleceği şekillendirecekler arasında geçmişin bir payı var mıydı?

Peki bütün bunlar arasında asırları birbirine bağlayan, coğrafyaları yakınlaştıran, insan tekini bulunduğu huzursuzluktan ummana çıkartan kültürün hayatımızda yeri neydi?

Daha açık ifadeyle kültür neyimiz olur? Sanata dönüştürmek zorunda olduğumuz birikimlerimiz nerede saklı?

Üzerinde düşünmeyi gerektirecek ne çok ‘şey’imiz var.