Suriye sahası küresel bir çekişmenin bölgesel bir savaş alanı olması gibi, bu savaşın nereye evrileceği ve nasıl bir sonuca bağlanacağı da yeni global güçlerin kimler olacağını belirleyen bir saha olacak. Bu savaş, bir yönüyle mevcut global aktörlerin kendi güç sınırlarını görmeleri bakımından belirleyici olmanın yanısıra, birbirlerinin manevra, teknik, istihbarat, operasyon yeterliği, ittifak kurma ve müzakere kabiliyetlerini test etmelerine de olanak sağlıyor. Her uzun süreli büyük savaşta olduğu gibi, Suriye savaşının nasıl ve kimler lehine sonuçlanacağı bazı bölgesel ve küresel güçlerin gerilemesini tetiklerken bazılarının ise geleceğin güçlü aktörü olarak öne çıkmalarını beraberinde getirecek. Bu savaşta bazı güçlere kapılar kapatılıyor, bazıları kendilerine yer açıyor, bazıları ise tarihsel yolculuklarının sonuna yaklaşıyor.
Rusya, 1991’de Soğuk Savaş’ın bitmesi sonrası ilk defa kendi sınırlarından hayli uzak geniş bir alanda kendisine alan açıyor ve yeniden küresel güç çekişmelerinde ana aktör olarak kendisini kabul ettiriyor.
İran, 1979’daki devrimden sonra ilk defa savunmadan çıkarak fiili bir saldırgan ve bölgesel bir hegemon güç olarak askeri ve ideolojik imkanlarını kullanarak küresel güç masasında kendisine yer açıyor.
Suudi Arabistan’ın Suriye muhalefetine göreceli desteği ise rejimi devirme motivasyonundan değil, İran ile olan bölgesel kapışmasında Suriye sahasını halihazırda yaptırımlar altında zaten nefessiz kalmış İran ekonomisini içine çeken bir kara deliğe dönüştürmek ve böylece savaşı mümkün olduğunca uzatmaya dayalı. Suudi Arabistan’ın bölgede statükoya dayalı hiçbir rejim veya diktatörlükle yapısal bir sorunu yok ve böylesi yapıların yıkılmasını da zaten kendi yönetimine bir tehdit olarak görür. Bu açıdan Suudiler, küresel güçlerin bu bölgesel kapışmasında çokça konuşulanın aksine bir minör güçtür ve Suudi Arabistan’ın rolü jeopolitikte kayda değer bir değişim vizyonundan yoksun konumda bulunuyor.
Katar’ın bu krizdeki pozisyonu, değerler açısından Suudi Arabistan’ınkinden daha tutarlı olmasına rağmen, ekonomik gücü ve muhalefete olan finansal desteği sahadaki küçük çaplı etkilerle sınırlıdır. Bu açıdan Katar’ın jeopolitikte anlamlı bir majör değişiklik için adı geçen aktörler arasında sayılması abartılı bir beklentidir. Katar’ın Suriye muhalefetine olan desteği ve savunduğu ilkeler açısından durduğu pozisyonun, böylesi bir politikayı sürdüren tek Arap devleti olması açısından sembolik önemi pratik katkısına nazaran daha kayda değerdir.
Çin’in ise bir küresel aktör olarak Suriye krizinde politikasını belirleyen iki temel paradigmanın genel bir ilke olarak kendisine de Batı tarafından “rejim” suçlaması yöneltilen bir aktör olması hasebiyle “yönetim değiştirme” politikalarına karşı olmak ve BM güvenlik Konseyi’inde Suriye ile ilgili tasarıları veto etmekle sınırlı olduğu söylenebilir. Bu açıdan Çin’in Batı’nın “yönetim değiştirme” politikalarına karşı duran bir güç olarak bu krizdeki rolünün daha da kristalize olması, onun “statüko hamisi” bir küresel hegemon olarak gelecekte jeopolitik sürtüşmelerde küçük ve orta büyüklükteki ülkelerin desteğini aradıkları bir ülke olarak öneminin artmasını beraberinde getirebilir.
Avrupa Birliği ve bu birliğin öncülüğünü yapan devletlerin Suriye krizindeki rolü, birliğin küresel jeopolitik mücadelede zaten düşme eğiliminde olan kapasitesinin giderek daha da düşeceğinin işaretlerini veriyor. Bu kriz, Avrupa’nın tarihsel olarak kendi tekeline aldığı ve bütün meşruiyetini üzerinde inşa ettiği “insan hakları” söyleminde de ciddi bir dejenerasyonu beraberinde getirdi. Avrupa, özellikle 2013 yılında DAEŞ’in ortaya çıkışı ve 2015 yılındaki mülteci dalgası sonrası Suriye krizini ne ahlaki bir mesele olarak, ne hak ve özgürlükler mücadelesi bağlamında ne de jeopolitik bir güç ilişkisi olarak okuyor. Aksine Suriye krizi Avrupa açısından büyük oranda bir “güvenlik” meselesine indirgenmiş durumda.
Suriye krizinde en belirleyici aktör olan ABD’nin politikası ise özellikle son iki yıllık süreçte belirginleştiği üzere Sykes-Picot ile “ulus devlet” modeli etrafında şekillendirilen Ortadoğu’nun yüz yıllık bir aradan sonra mevcut ulus devletlerin siyasi sınırlarını değiştirmeden bu devletleri etnik ve mezhep temelli olarak “federatif devletler”e dönüştürmek üzerine kurulu. Bu açıdan ABD’nin bu politikası ile üç ana hedef gözettiği söylenebilir: Merkezi hükümetleri zayıflatarak bugün veya gelecekte bölgede kendisine meydan okuma potansiyeli olan herhangi bir başkent bırakmamak, böylece kırılgan siyasi yönetimler kurarak bugün veya gelecekte rahatlıkla müdahale edebileceği ve yine aynı rahatlıkla kaosa sürükleyebileceği yapılar inşa etmek, oluşacak her federatif yapıyı bir diğer federatif yapıya karşı kendisini güvende hissetmesi için ABD desteğine mecbur bırakmak.
Suriye krizinin neredeyse bir iç soruna dönüştüğü tek ülke ise Türkiye. Savaşın ilk üç yılında Suriye krizi Türkiye açısından büyük oranda bir “ahlaki” mesele, “değişim” talebinin yanında durmak olarak görülse de 2014 yılının Ocak ayında PKK’nın Suriye kolu olan PYD’nin Suriye’nin kuzeyinde Türkiye sınırında üç ayrı kanton ilan etmesi ve burada devletimsi bir yapıya dönüşmesi ile aynı zamanda bir “beka” sorununa da dönüştü. Bu açıdan Türkiye bir yönüyle hala “değişim” talebinin yanında yer alırken, bir yönüyle de değişimin beklenmedik doğası itibariyle ortaya çıkan durumun getirdiği komplikasyonlara karşı yeni tercihler ve politikalara yönelmek zorunda kalıyor. Halihazırda Türkiye ne tam anlamıyla Çin’in “yönetim değiştirme politikalarına her halükarda karşı” durma pozisyonunu benimsiyor, ne ABD’nin radikal ve acı sonuçlar doğuracak “ulus devletten federatif devlete geçiş”politikasının yanında durabiliyor, ne Suudi Arabistan’ın “savaşı uzatma” taktiğini güdüyor, ne de İran ve Rusya gibi bölgede ne pahasına olursa olsun, her türlü insani değeri jeopolitik bir hegemon olmak uğruna gözardı eden bir aktör olmayı seçebiliyor. Türkiye, 2014 yılına kadar sürdürdüğü “değişime mutlak destek” pozisyonunu terketti, ancak mevcut politikasının henüz tanımlanabildiği ise söylenemez. Suriye krizinde “ahlaki otorite kim” sorusuna rahatlıkla “Türkiye” cevabı verilebilir. Ancak ortaya çıkan güvenlik sorunları, “rejim değişikliği” beklenirken küresel ve bölgesel aktörlerin aldıkları pozisyonların bir sonucu olarak sahada belirginleşen gerçeğin “ulus devletlerin iç haritalarının değişmesi”ni dayattığı bir düzlemde Türkiye, “mutlak ahlakçı” bir pozisyondan, bölge için esnetilmiş bir ahlakilik içeren “reforme edilmiş sürdürülebilir statüko” politikasını benimsemeye doğru yol alıyor.
Yorum ekle