Bazı yıl dönümleri Sol’un Sol’a propaganda günleridir. Köy Enstitülerinin kuruluş tarihi olan 17 Nisan da ajitasyon ajandasında kalınca işaretlenmiştir.
Milli Eğitim Bakanı da enstitüleri hayırla yâd ederek yıl dönümünü daha bir görünür kıldı. “Bence tekrar etmeliydi, çünkü kendi doğası içinde özgün bir tasarım içeriyordu.” Tarihi seçmeli ders yapma fikrini Vizyon Belgesi’ne dahil etmiş biri için ziyadesiyle tarih şuuru yüklü ifadelerdi bunlar. Ne tekrarı mümkün ne de özgün olan bir projeyi kendi doğası içinde ele almak adına daha fazla nesnelliğe ve özene ihtiyacımız vardı.
Özgün tasarım
Sol nettir: Ya, ya da!..“Köy Enstitüleri üstüne ne düşündüğünü söyle, sana kim olduğunu bildireyim!” Eyüboğlu’nun kavli Sol’un ortak görüşüdür: Enstitüler, Türkiye’nin en doğru projesiydi, tüm yanlışlar onun kapatılmasıyla başladı… Bu kadar. Aykırı hiçbir kavil demir perdeyi geçemez.
İki savaş arası dönem; bir yanda Faşist, bir yanda Komünist rejimler taban bulmak ve meşruiyet temini için köyü keşfetmiş vaziyette. Köycülük ve uygulamalı eğitim, yükselen değer, ana akım. Genç cumhuriyete bu modelleri harmanlayarak ithal etmek kalıyor.
Ulus inşası, kentiyle köyüyle bir homojenleşmeyi gerektiriyor. Köylünün zihnine ulaşmalı, cumhuriyet cumhura mal edilmeli, ama nasıl? 20’lerin başında ABD’den John Dewey davet ediliyor, yol haritası isteniyor. “El ile kafayı birleştirmeyi”, “köy yaşamına bağlı okullar kurulmasını” öneriyor. Alman Kerschensteiner davete icabet edemese de tilmizini yolluyor; o da tarım bilgisi ve pratik beceriye dayalı köy okulu teklifinde bulunuyor. “Özgün tasarım”, yıllar evvelinden Batılılarca bizim için tasarlanıyor.
Nasırlı elleriyle
“Köylüleri vatandaş hâline getirmek”, “köye köylüler yoluyla ulaşmak” şiarıyla 1926’da Köy Muallim Mektepleri kuruluyor. Öğretmen açığı bir türlü kapanmıyor. 1935’te bile 40 bin köyün sadece 5 bininde okul var, çoğu öğretmensiz. Giden, köyde tutunamıyor. Nüfusun yüzde 80’inin yaşadığı köyleri kalkındırmak da ayrı bir dert. Köy Enstitüleri, 17 Nisan 1940’ta resmîleştiğinde ilk yılda 10 yerde kuruluyor. 4 yıl içinde okul sayısı 20’ye çıkıyor.
Yeni bir öğretmen tipi; “köy kökenli, yalnızca köye yararlı olabilecek, nasırlı ellerinde kitaptan çok, kazma, kürek, çapa bulunan öğretmenler…” Enstitülerin kuruluş mantığı, felsefesi buydu. Köylerdeki sefaleti gidererek canlandırmak ve kalkınmanın önünü açmak arzusu, seküler bir toplum inşa etme emeliyle at başı gidiyordu. Kızlı erkekli çocukları birlikte okutarak, Batı kültürünü milletin kılcal damarlarına iletilecek; daha iyi tarım metotları ve sağlık bilgisiyle de köyler kendi dillerinden konuşan öğretmenler kazanacaktı.
Batı klasikleri, Rus edebiyatı, tiyatro metinleriyle yerli bir entelektüel sınıf yaratmak ve bir Anadolu Rönesansı gerçekleştirmek beklentisi Cumhuriyet elitleri için heyecan vericiydi. Anadolu köylerini dönüştürecek öncü öğretmenler bunlar olacaktı.
Skolastiğin köleleri
Eğitim hiçbir zaman sadece eğitim değildir, hele CHP, hele İnönü için. Milli eğitimin başına getirdiği Hasan Ali Yücel’e diyor ki: “Bu çocuklar köylere gidince bizi tutacaklar mı?” Hesap bu. Bu okullardan çıkacak öğretmen kuşağı, gittiği oy depolarında bizim militanlığımızı yapacak mı? Çünkü ne yol götürülmüş ne sağlık ocağı. İkinci Dünya Savaşı yıllarında 16 milyon nüfustan, çoğu köylü, 1 milyon asker toplanmış. Vergi yükü had safhada. Millet sefil. Kitle rızası bir ihtimal bu öğretmen icadıyla devşirilebilir.
Millete bakış baştan beri sakat. İnönü, ilkokul olmazsa köylü “Ortaçağda olduğu gibi köle hayatı sürer” diyor. Mevcut köylünün kahır ekseriyetinin şu anki hâlini böyle görüyor. Eğitim bakanı Hasan Ali Yücel’se: “…İmam, insan doğduğu vakit kulağına ezan okuyarak, vefat ettiği vakit mezarının başında telkin vererek doğumundan ölümüne kadar bu cemiyetin hakimidir. Bu manevi hakimiyet maddi tarafa da intikal eder. Çünkü köylü hasta olduğu vakit de sual mercii imam olur. Biz imamın yerine, köye devrimci düşüncenin adamını göndermek istedik.”
Enstitülerin “kuramcısı ve kurucusu” İsmail Hakkı Tonguç ise Canlandırılacak Köy kitabında. “Köyü canlandırma meselesi alışılagelmiş alelâde bir ilköğretim ve ilkokul meselesi değildir. Eğer böyle olsaydı, Hafız Osmanların, Sarı Hocaların, Molla Hasanların, Kerim Efendilerin köylerde açtıkları mekteplerle bu mesele şimdiye kadar yüz defa hal edilirdi. Köyü canlandırmak modern manalı ilköğretimi köye mal etmekle sağlanabilir.” “Kötürüm” köylü şuurlandırılmalı ki, “şuursuz ve bedava çalışan birer iş hayvanı hâline gelmesinler.” Kul olmasınlar, bu bir; iş hayvanı olmasınlar, bu iki. Bakış bu, üslup bu.
Tonguç, bir dergiye şunları yazıyor: “Ümid edelim ki, yarının dünyası imanını göklerden gelecek görünmez kuvvetlerle ve fizik ötesi fikirlerle beslenmesin. Eğer onun kuvvetli ve mesut bir temeli olsun istiyorsak biz insanlar yeni dünyaya şamil, ihtirassız, yalansız, insani, rasyonel ve reel taze bir din vermeliyiz. Köy Enstitüleri’nde yetiştirilen çocuklar, skolastiğe köle olmaktan kurtarılmaya çalışılmıştır.” Kullandığı tek maske İslam yerine Skolastik demesi; yoksa çok açık sözlü. Kendisi Komünist olmakla birlikte tarif ettiği yeni seküler din, masonların lügatçesiyle de birebir örtüşmekte.
Eyüboğlu, politikacı olmadığından, daha net: “Köy Enstitüleri öğretmenin bir çeşit inkılâp misyonerliği, Cumhuriyet imamlığı yapmasını istiyordu.” “Köy Enstitüleri, bozkırda ağaç dikmek ve tutturmaktır. Çorak bir yere yemyeşil etmek, bir bataklığı kurutmak, susuz yere su götürmektir.” Bataklıktan ve onu kurutmaktan neyin kast edildiğini o zaman da şimdi de herkes anlıyor. Enstitüler, bir milletin dinini silip yeni, laik bir din ikame etmek kast-ı mahsusu ile yola çıkıyor.
Ruh mezbahası
Ziya Gökalp, “Halka Doğru!” sloganıyla bir yol çizmişti: “Halka medeniyeti götürmek, halktan harsımızı öğrenmek!” Köy enstitüleri halktan belli bir kültür almış mıdır? Evet, bazı atasözlerinin, türkülerin derlenmesinde katkısı olmuştur. Bir milletin ruh kökünü keserek dallardaki yaprakları toplamak kabilinden bir hizmet. Necip Fazıl’a, “Anadolu çocuğunun ruh mezbahasıdır ve dış ifadesiyle değil, iç gayesiyle, Türk’e ait bütün kıymetler bakımından en ağır küfür merkezidir” dedirten işte bu vasfıydı. Yoksa bunca itiraz, “iş içinde, iş yoluyla, iş için eğitim” yapıyorlar, çocuklara mandolin çaldırıyorlar diye değildi.
Komünistlik bir itham mıydı? Kuramcı ve Kurucu’nun oğlu Engin, yazdığı Devrim Açısından Köy Enstitüleri ve Tonguç kitabında cevap veriyor: “Köy Enstitüleri sistemi, başlı başına ne bir okuma-yazma kampanyası, ne de köy kalkınması problemi, ne de bir öğretmen yetiştirme çabası, ne bir okul yapma girişimi idi. Temel amacı bakımından, tarih şartlarının hazırladığı bir imkândan yararlanarak iktidara katılıp elde edilen yürütme gücü ile emekçi sınıfları bilinçlendirmek ve devrimsel süreci hızlandırmak için girişilmiş bir devrim stratejisi ve taktiği idi.” CHP’nin bir hesabı vardı, parti içindeki Komünistlerin de hesap içinde bir hesabı vardı.
Enstitülerin Komünist yuvası olduğu iddiası o dönem yapılan eleştirilerin en bilineniydi; bir diğeri, köyün uzağında yapılan okulların kız-erkek karışık yatılı olması münasebetiyle çıkan şayialardı. Daha usulî tenkitler de vardı: Söz gelimi Prof. Mümtaz Turhan, “benzeri ve daha iyilerinin Güney ve Orta Amerika’da Jeans’s Schools adıyla kurulduğunu”, köy kalkınmasının bunlar eliyle olamayacağını söylüyordu. “Tuğlaları biz yoğurduk, biz kestik, pişirdik ve bunlarla enstitüleri biz yaptık!” söylemlerini de masal olarak niteliyordu. Çünkü bunların yapımı için müteahhitlere milyonlar akıtılmıştı.
Kendilerini Atatürk Zannediyorlar
Sol içinden yükselen tenkitler de vardı: Öğretmene düşen sorumluluk fazlaydı, amelelik işleri kültür derslerinin önüne geçiyordu. Kentle köy arasındaki eşitsizliği köy aleyhine onaylıyor ve kalıcılaştırıyordu. Altyapısız girişim sonuçsuzdu; sadece okuryazarlıkla kalkınma boş bir ütopyaydı. Köylü çocukların ve öğretmenlerin sömürüsünden başka sonucu olmayacaktı. Çok küçük yaşta çalışmaya zorlanan çocuklar hastalanmış, sakat kalmış, hatta ölmüştü. Köylüler onlara yadırgayarak bakmaktaydı. İşçi kamplarına dönmüş okullarda kalmayı başarmış herkese topluca sınıf geçirilmişti. Kadrosunun zayıflığıyla eğitim, en kötü öğrencinin seviyesinde, dipteydi.
Talebelerin mezuniyet sonrası 20 yıl köylerinde mecburi hizmete alınması da Sol’da tenkit konusu oldu. Kemal Tahir, Bozkırdaki Çekirdek romanında enstitüleri Nazi Almanya’sı uygulamalarıyla benzeştirdi. Tahir’in Sol’dan üvey evlat muamelesi görmesinin bir sebebi de belki buydu.
Aldıkları eğitimin düşüklüğüne rağmen enstitü talebelerinin köylüye, memurlara, hatta amirlere karşı şımarık ve kibirli davranışları da imajlarını zedelemişti. Bir ziyareti esnasında İnönü’ye özel yemek çıkarılmasına tavır koymaları CHP yönetiminde de kuşku uyandırdı. Bir milletvekili mecliste şöyle diyordu: “Köylere verilen Enstitü mezunları kendilerini birer Atatürk zannediyor!”
Gogol’lar, Çehov’lar
İhbar mektupları durmak bilmiyordu. Komünistlik meselesi CHP içinde de en azından bir kanatta ciddi endişe sebebiydi. Kâzım Karabekir gibi Şemsettin Günaltay enstitüleri “gayri millilik” ile suçladı: “Bu acayip kurumlarda milli duygular geliştirilmiyor, kendi harsımız verilmiyor, tarihimiz okutulmuyor. Boyuna Gogol’lar, Çehov’lar okutuluyormuş!” Böylece CHP içindeki hasımlar da pozisyonlarını daha bir netleştirmeye başladı. Bunlar az boz bir güç de değildi.
Enstitülerin bunları susturabilmek için maddî, istatistikî muazzam bir başarı ortaya koyması gerekirdi. Büyük iddia ve beklentilere rağmen köy kalkınmasına dair somut veriler ortada yoktu. Şu da var ki, enstitülerin sonunu getiren şey bu başarı-başarısızlık kıstaslarından ziyade, Dünya Savaşı’nın geldiği nokta oldu. Komünistlik şayiaları ile Sovyetlerin galip devlet oluşu yan yana konunca, enstitüler devlet için de millet için de artık bir yakın tehlike hüviyetine büründü.
Kalkın Ey Ehl-i Vatan
Savaş sona eriyor, galip Sovyetler boğazlardan üs ve doğu sınırımızdan toprak talep ediyordu. İran’ı işgal etmiş, Yunan’a yerleşmişken tehdit Ankara’yı irkiltmişti. Moskof karşıtlığı sokakları ve basını zapt etmişti. “Kalkın Ey Ehl-i Vatan!” yazısı kitleleri sokağa döküyor, ellerinde Atatürk ve İnönü fotoğrafı, Sovyet yanlısı Tan gazetesini yağmalıyorlardı.
Nadir Nadi bile gençliğin Komünizm’e karşı mücadelesini övüyordu. Böyle bir enerji devlet için hayatîydi. “Tonguç yetiştirmeleri”ne karşı büyüyen öfkeyi yatıştırmak için İnönü’nün bile bir şey yapası yoktu.
Üstelik ülke çok partili bir hayata geçiyordu. CHP berbat performansı sebebiyle halktaki hoşnutsuzluğu, ilk seçimde cezalandırılacağını biliyordu. Parti içindeki kaymayı durdurmak için de DP’nin eline koz verebilecek meselelerde ihtiyatlı hareket etme lüzumu duyuyordu. Şimdiye dek Yücel ve Tonguç’u savunmuş, “Cumhuriyetin eserleri arasında en kıymetlisi Köy Enstitüleridir” demiş İnönü artık onları tek başına bırakıyordu.
Tonguç Baba’yı def ederken
Savaş sonrası siyasî iklimde tasfiye geliyorum diyordu. Tonguç Talim Terbiye Kurulu’ndan alınıp resim-iş öğretmenliğine yollandı. Hasan Ali Yücel’in koltuğuna da Şemsettin Sirer oturdu. Sol Köy Enstitüleri’ni bitirenin CHP olduğunu bilir ama söyleyemez. Bu yüzden “1946’dan sonra iktidar olanlar” diyerek sanki Demokrat Parti kapatmış gibi bir intiba bırakmak isterler. Resmen kapatılması 1954’ü bulsa da yeni bakan göreve başlar başlamaz enstitülerin işini zaten bitirmişti.
Şu sözleri meclis kürsüsünden sarf ediyordu: “Kaderin bana bahşettiği bir fırsat, Allahın bir lütfüdür ki… bu müesseselerin fena gidişini önceden gördüm… bana mühim bir vazife düşüyordu ve o vazifeyi yaptım… Biraz evvel ismi telaffuz edilen adam etrafımı kandırmıştı, iğfal etmişti (Tonguç baba mı sesleri). Evet, Tonguç Baba! Bütün hüsnüniyet sahiplerini iğfal etmişti. Tonguç babayı def ederken hiçbir mukavemetle karşılaşmadım.”
Kız-erkek ayrıldı, “Komünist” kitapları toplatılıp yakıldı, askerde subaylık hakları ellerinden alındı. CHP döneminde yapıldı bunlar. Yücel, kendisini ziyarete gelen bir yazara, “Yapılanları kırıp döktüler. Devrimlerden ödün verirsek yerimizde kalırız sandılar. Oy kaygısıyla gerçekleri saptırarak, yıkıcılığı, karalamaları başlatan, sinsi Reşat Şemsettin Sirer’di. Demokratlardan Tevfik İleri, onların başlattığını sürdürdü.”
Falih Rıfkı, Yücel’e parti içinden de hırslı rakipler çıktığını ve ona ihanet ettiklerini söyler. Ona göre enstitüleri yıkanlar da onlardır. Ama İnönü baş faildir. Nitekim Yücel, tasfiye edildikten sonra İnönü’yle hiç görüşmeyecektir. İnönü’yse Muammer Erten’e şöyle diyecektir: “Köy Enstitülerinin kapanmasından duyduğum acıyı tarif edemem… Bir an geldi ki, artık Köy Enstitülerini eski gücüyle, eski ruhuyla devam ettirmek olanağı benim elimden çıktı.”
İdeolojik bir sorun
Olanlar unutuldu. CHP muhalefete düşünce Köy Enstitüsü mezunu kitle, sağa karşı CHP’yle yan yana durdu. Nihayetinde aynı gelenekten besleniyorlardı. Kapatılmış olmanın faturasını DP’ye, Marshall Yardımı’na, toprak ağalarına bağlamak için gerçekleri çarpıttılar.
Enstitülerin Marshal Yardımı karşılığında, ABD dayatmasıyla kaldırıldığı iddiası propagandiftir. Delilsizdir. Marshall Yardımı 1947 ortasında gündeme gelmiş, 1948-51 arası fiiliyata dökülmüştür. Avcıoğlu’nun fail olarak toprak eşrafını göstermesi de propaganda ve fantezidir. Enstitülerin toprak ağalarına karşı mücadelesine dair bir kayıt yoktur ama pek çok konuda işbirliğine girdikleri vakidir. “Becerikli işçi” yetiştiren enstitüler, doğuda da ağalarca memnuniyetle karşılanmıştır.
Enstitü mezunları CHP devrinde köylerinde mecburi öğretmenliğe karşılık 25 TL maaş alıyordu. DP onlara köy dışında da görev alma hakkı tanıdı. Maaşlarını da 105 TL’ye çıkardı. 20 yıl köyde kalma mecburiyeti kalkınca enstitü mezunları içinden belediye başkanı, vekil ve bakanlar çıktı. Kendi önlerini açan DP’nin köküne kibrit suyu dökmek için darbecileri en çok kışkırtan da gene bunlar olacaktı.
Efsanevi abartılara rağmen edebiyat ve düşünce dünyamıza kayda değer katkıları olan yazar ve sanatçı çıkmadı. Şu da bir gerçek ki, bu tedristen geçmiş, yüzde 30’u kız, binlerce genç, o dönem en iyi okuyucu kuşaklarından biri oldu. Milletiyle, değerleriyle barışık, evrensel bir açılım mümkündü ama bu kuşak, aldığı kültürün icabı olarak halka rağmen halkçılığı seçti. Gönlünde Komünist bir devrim olsa da Kemalist darbelerin öncüsü olmaktan daima gurur duydu. Bu da Köy Enstitüleri’nin hep ideolojik bir sorun olarak kalmasını sağladı.
Bir köy öğretmen okulunun hikâyesi bu. Daha farklı, daha hayırlı olmadı. Daima tefrikanın, gerginliğin konusu oldu. Her 17 Nisan’ı ebedî düşmanlık için kanırtmak isteyen zihniyet ve özneler yüzünden. Tasarımın en özgün yanı da zaten buydu.
Bir öğretmen lisesi mezunu olarak keyifle okudum. Çok harika tespitler var ama ben şu kısmı okurken işte bu dedim.
“Şu da bir gerçek ki, bu tedristen geçmiş, yüzde 30’u kız, binlerce genç, o dönem en iyi okuyucu kuşaklarından biri oldu. Milletiyle, değerleriyle barışık, evrensel bir açılım mümkündü ama bu kuşak, aldığı kültürün icabı olarak halka rağmen halkçılığı seçti. Gönlünde Komünist bir devrim olsa da Kemalist darbelerin öncüsü olmaktan daima gurur duydu”
Elinize sağlık Bülent bey , harika bir yazı .