Mahremiyet ve tevazu yerine kamusal çıplaklık ve gösteri, perdeli pencereler yerine evin içini gösteren cam duvarlar, ıstırap ve yasın mahrem yaşantısı yerine sosyal medyada herkese ilânı…Utanma duygumuzu kaybettikçe, kendimizi göstermeye duyduğumuz ihtiyaç artıyor. Diğer kişisel mülkiyet kategorileri gibi “sır”, tanımı gereği, diğerleriyle paylaşılmayan ya da paylaşılan kişinin yakinen takip edildiği bilginin bir parçasıdır…’Günümüzde bizi korkutan, mahremiyetimize ihanet edilmesi ya da onun ihlal edilmesi olasılığı değil, bunun tam tersidir: Mahremiyetten çıkışın önünün kapatılması- mahremiyet alanı, artık bir hapsedilme alanı oldu’ diyor Bauman. ‘Sevilmeme korkusu’ öylesine içimize işlemiş ki, sürekli dışarıda bizi beğenecek bir bakış arıyoruz. Halbuki eskiler, ‘kem göz’den korkardı. Başkasının göz ve tecessüsünden korumamız gereken iç sınırlarımız, hayat alanlarımız var. Hayâ büyük bir muhafızdır. İnsana alenîyet üzerinden özgürlük vaat edenler, onu yeni iletişim teknolojileriyle seyirlik ve suistimal edilebilir bir nesneye dönüştürüyor. Her türlü arzu ve duygusu güdülebilir/yönlendirilebilir bir otomat. Oysa özgürlüğün yolu, mahremin ve sınırların korunmasından geçiyor.
Hayatın her alanı projektörlerin ışığına tutulduğunda, mahremin/sırrın bir hükmü kalmaz. İşte bu da ‘şeffaflığın tiranlığı’dır. Yahut ‘görünür olan iyidir, iyi olan görünür olandır’. Hep ötekinin bakışına ayarlı yaşamak, bu yeni şeffaflık ideolojisinin şiddetidir. Sadece ifşa ettiğim değil ama belki en çok, ‘kendimi gizlediğim yerim ben’. Mahremiyet kişi olmanın özüdür, ne ki günümüzde, mahrem alan bir hapishane gibi algılanıyor.
‘Gözetim kapitalizmi’ ruhumuza sızan algoritmalarıyla, insanı ve davranışını ham madde olarak alıp onu dönüştürüyor. Uzun bir okuma Byung Chul Han’dan : Şeyler, her türlü olumsuzluktan arındıklarında, pürüzsüzleştirildiklerinde, düzleştirildiklerinde, sermayenin, iletişim ve enformasyonun pürüzsüz akıntılarına direnç göstermeksizin katıldıklarında şeffaflaşırlar. Eylemler işlemsel (operasyonel) hale geldiklerinde, hesaplanabilir, yönlendirilebilir, ve kontrol edilebilir süreçlere tabi olduklarında şeffaflaşırlar. Zaman, elimizin altındaki bir şimdiler dizisi kertesine getirildiğinde şeffaflaşır. Böylelikle gelecek de olumlulaştırılarak optimize edilmiş bir şimdi haline gelir. Şeffaf zaman kadere ve olaya yer vermeyen zamandır. Görüntüler, her tür dramaturjiyi, koreografiyi ve sahnelenişi, her tür yorum bilgisel derinliği, hatta anlamı yitirerek pornografik hale geldiklerinde şeffaflaşırlar. Pornografi görüntü ile göz arasındaki dolayımsız temastır. Şeyler, tekilliklerini terk edip sadece fiyatlarıyla ifade edildiklerinde şeffaflaşır. Her şeyi her şeyle karşılaştırılabilir kılan para, şeylerin birbiriyle eş bir ölçüye vurulamazlığının, tekilliğinin her türünü ortadan kaldırır. Şeffaflık toplumu aynının cehennemidir ve hizaya getirmenin yeni adıdır şeffaflık.’
Dünya izleyenler ve izlenenler olarak ikiye ayrılıyor. İzleyenler kendilerini kolayca ele vermez, onlar görünmezdir. Bir de ‘ifşa tuzağı’na düşürülen ve doğru bir hayatın yolunun ifşa etmekten geçtiğine inandırılan geniş yığınlar var. Geniş bir kitle için için ortadan kaybolma sanatı adeta mümkün değil. Elektronik alanla her temasımızda bir iz bırakıyor ve elektronik dövmeler tarafından halelenmeye izin veriyoruz. Namevcudiyetin sonu. O elektronik dövmeler ruhumuzdan bir türlü çıkmıyor. Şehrin meydanlarında çırılçıplak dolaşamayız, bu bizi utandırır ancak siber meydanlarında savunmasız ve çırılçıplak dolaşıyor, hatta kendi varlığımızı onaylatmak adına yediğimizi, gittiğimizi, sevdiğimizi, kaybettiğimizi, acımızı, kederimizi, yasımızı uluorta paylaşıyoruz.
Halbuki boşuna değil hiçbir şey. Bize bedava gibi sunulan internet hizmeti aslında bizi bedava olarak büyük şirketlerin gözetleyiciliğine sunuyor. Dünyanın en büyük gözetleme kulesi olarak internet kullanıcıların zevklerini, tercihlerini her türlü davranışsal verilerini arsızca suiistimal ediyor. Ekranın arkasında bizi acımasızca yönlendiren algoritmalar var ve her davranışımızı kayıt altına alıyorlar. Artık mahrem yaşantılarımız kapitalistlerin orta malıdır. Shoshana Zubof’un söylediği gibi, tarassut ve iç dünyalara destursuz giriş bu yeni gözetim kapitalizminin iş modelidir, pazara ait olmayan her şey pazarın emrine verilmiş ve insan tahmin edilebilir, yönlendirilebilir, güdülebilir bir otomat haline getirilmiştir. Artık siz Google’ı değil, o sizi arıyor; sanal hizmetler değil, siz kullanıcılar olarak bedavasınız artık. Bu bir tür ‘eşkıya kapitalizmi’ : Biz onlar hakkında pek az şey biliyoruz ama onlar neredeyse bizim nefes alışımızı bile izliyor. Temel soru şurada düğümleniyor: Kim bilecek? Kimin bileceğine kim karar verecek? Kimin bileceğine kimin karar vereceğine kim karar verecek? Tokmak kimin elinde olacak, kim çalacak davulu? Algoritmalar en yakın arkadaşlarımızın resimlerinden bize özel/ kişisel bir satıcı oluşturduklarında sevdiğimiz bu yüze nasıl hayır diyebileceğiz? Burada fevkalade asimetrik bir güç dağılımı var ve bu da hem insan saygınlığının, hem de demokrasinin altını oyuyor. Kişiselleştirme adı altında kişiye özel süzgeç ve algoritmalarla elde edilmiş mahrem veriler tamahkar şirketlerin istifadesine sunuluyor. Ruhunuz ve zihniniz her türlü mühendislik işlemine hazır ediliyor.
‘Ev gündüz düşleri için bir barınaktır’ diye yazar Bachelard, ‘ev düş göreni korur, huzur içinde düş görmesine izin verir’. Cam imparatorluğunda başkalarının bakışından ruhun inkıraz hallerini, yüreğin med cezirlerini de koruyamaz hale geldik. Saklanması gereken kendisine sığınacak bir oyuk bulamıyor. Her şey şeffaf, her şey ortada. Kocaman bir panoptikon olarak internet alemi de bizi gözetlenmenin erdemlerine inandırıyor. Çok özel anlarımızın fotoğraflarını buluta yüklüyoruz. Hiçbir şey sır değil, her yerde izlerimiz var.
‘Sosyal medya kabarcığı’ diye bir kavram var, biz ekranlarımızın başında bir yerlere tıklarken süzgeç ve algoritmalar çalışarak bizim neyi ve kimi sevdiğimizi buluyor, karşımıza o ürün ve kişileri çıkarıyor. Biz ekranın arkasını görmüyoruz ama onlar bizi görüyor. Her tıklayışta hakkımızda bilgi toplanıyor ve bu kişiselleştirilmiş bilgi sonra bize sunulacak olan şeyi de belirliyor. Biz gözümüzün önüne gelen şeyin zaten orada olması gereken şey olduğunu düşünüyoruz belki, ama o aslında süzgeçten geçirilmiş bilgi, yani şirketin bizim için hazırladığı, süzdüğü bilgi. Bu da bir kabarcık yaratıyor, bir süre sonra bize benzeyen, bizim gibi düşünen insanlar karşımıza daha çok çıkmaya başlıyor, bizim düşüncelerimize benzeyen düşüncelerle daha fazla haşır neşir oluyoruz. Evrenimiz büzüşüyor ve küçülüyor, sosyal medyada olan biteni ülkede olan bitenle özdeş tuttuğumuz için büyük heyecan veya hayal kırıklıkları yaşayabiliyoruz. Kimliğinizin medyayı değiştirdiği kadar medya da kimliğinizi biçimlendiriyor. Sonunda hakkınızda elde edilen veri, medya köle pazarında satılıyor. Satılan sizsiniz, sizin mahremiyetiniz. Farklı bakış açılarını değerlendirerek, dünyayı kimileyin muarızlarımızın bakış açısından görmek bu sosyal medya kabarcıkları yüzünden zorlaşıyor. İnsanın dünyaya baktığında kendisini teyit edecek kanıtlar araması zaten beklenen bir eğilim. Paylaşılan olgular yerine paralel ancak ayrı evrenlerde yaşıyoruz. Eli Praser’ın deyişiyle kişiselleştirme süzgeçleri bir tür görünmez otopropaganda sunuyor bize, kendi fikirlerimizle bizi endoktrine ediyor, bilinmeyenin karanlık bölgesini keşfetme konusunda ürkek bırakıyor. Artık, ekranda okuduğumuz haberin bize göre terzi kesimi yapılmış ve berisinde bize bir şey satmak isteyen bir mamul olup olmadığını bilemez haldeyiz. Aynı kelimeyi arama motoruna yazan iki ayrı insanın karşısında bambaşka sayfalar çıkabilir ve her birimiz gerçeğin sadece bize gösterilen cephesiyle tanışmak zorunda kalırız. Daha sağlıklı bir toplum için bu kabarcıklardan çıkmak ve evrenimizi genişletmek, konuşma dilimizi/ dünya görüşümüzü zenginleştirmek zorundayız.
Internet teknolojisi açıkça modern olarak görülen bir deneyim boyutunu, yani insanın beklentileriyle deneyimleri arasındaki uyuşmazlığı, körüklüyor. Moderniteyi biçimlendiren şeyin gerçeklikle iştiyak arasındaki, gitgide büyüyen mesafe olduğunu öne sürülmüştür. İdeal benliklerimizle gerçek benliklerimiz arasındaki yarık da büyüyor. İdeal benliklerimizi yansıttığımız bir mecra olarak sosyal medya ortamları bizi ideal benliğin yolunun şeffaflaşmaktan, mahrem olandan vaz geçmekten geçtiğine ikna ediyor. Sonuna kadar aleniyet ve çıplaklık. ‘Ruhunu çıplak bırak ki özgürleşebilesin’ deniyor. Oysa insan mahremiyle, sırlarıyla, kendine sakladıklarıyla insandır. Utanma duygusuyla insandır.
Kalplerimizi makinalara verdik ve şimdi kendimiz de makinalara dönüşmekteyiz. ‘Şeffaf ol bu bir emirdir!’ diyenler, bizi büyük şirketlerin veri havuzunda küçük ve manipüle edilebilir bir istatistiğe dönüştürmek istiyor. Kişiliğimizi, karakterimizi koruyalım istiyorsak mahremiyeti istila etmek isteyen bu barbar saldırısına karşı duvar örmeye başlamalıyız. Hayâ en büyük muhafızdır.
tekrar tekrar okunulası bir yazı çok güzel
tespit cok güzel.bizde asagi yukari bunlarin farkindayiz.hocamiz tespiti yapmis ama bir cözüm sunmamis.asil ihtiyacimiz olan cözüm hocam.