Mücerret okurları bilirler, bu dijital kütüphanede yayınlanan tüm yazılar, mutlaka telif metinler, dosya ve röportajlardır. Sadece bir kaç istisna yapmış ve Mavera Vakfı’nın organizasyonu ile okurları ile buluşan, büyük “hikayecimiz”, Türkiye hikayesinin “bütün karakterlerini” yazan Mustafa Kutlu’nun konuşmasını deşifre ederek tam metin haliyle yayınlamıştık. Büyük ilgi gören bu yayın serimizde bu kez, Eski Diyanet İşleri Başkanı, İslam Düşünce Enstitüsü Kurucusu ve Başkanı Sayın Prof. Dr. Mehmet Görmez hocanın, yine Mavera Vakfı’nda yapmış olduğu konuşmaya yer veriyoruz. “Görsel idrakin egemenliği” bağlamlı bu arşivlik metni deşifre eden Taha Erham’a, edit eden Zahit Kaşgar’a ve kıymetli Prof. Dr. Mehmet Görmez hocamıza teşekkürle, iyi okumalar diliyoruz.
Görsel idrak ve külli idrak
Görsel idrak dediğimiz idrak ise bu hissi idrakin bir çeşidi ancak farklı boyutları olan bir kavram. Akli idrak, tefekkürle, tedebbürle, tezekkürle düşünerek bir düşünceye ulaşmaktır. Malumdan malum olmayana ulaşmanız ve onun sizde bir bilgiye, kavramaya ve düşünceye, düşünceden de bir eyleme dönüşmesidir. Bir de külli idrak vardır. Külli idrak ise hem hissi idrakin hem de akli idrakin birlikte hareket etmesi. Ancak insan külli idrakla madde ile manayı, fizik ile metafiziği, mülk alemi ile melakût alemini birlikte idrak edebiliyor. İnsandan istenen de külli idrak ile hareket etmesidir. Sadece duyularıyla değil, sadece duygularıyla değil, sadece aklıyla değil, sadece kalbiyle değil külli idrak ile hareket etmelidir. Kur’an’ı Kerim’de, “Lâ tudrikuhul ebsâru ve huve yudrikul ebsâr ve huvel lâtîful habîr.”, Gözler O’ nu idrak edemez derken, Allah’ı ihata edemez manasında kullanılmıştır. Gözler onu ihata edemez, kuşatamaz. Ama O bütün gözleri idrak eder. ’ve huvel lâtîful habîr’ onun bizi idrak etmesi, onun lütfunun eseridir. Onun için ayet ‘ve huvel lâtîful habîr’ ile bitiyor. Her şeyden haberdardır, latiftir. Çünkü o bizi, bizim onu gördüğümüzü idrak ediyor. Biz onu gözlerimizle idrak edemiyoruz ama o bizi görüyor, o bizi idrak ediyor. Görsel idrak derken de ben daha çok insanoğlunun sadece gördüğüne, sadece maddeye, fizik alemine, sadece görüntüye, sadece surete, sadece şekle ve imaja takılıp kalmasını kastediyorum. Görsel idrak, eksik bir idraktir. Görsel idrakin karşılığı Kur’an’ı Kerim’ de nazardır. Nazar kavramı, her iki anlamda da idraki içeren, muhteşem bir Kur’an kavramıdır. Aynı zamanda İslam düşüncesinde Kur’an ve sünnetten sonra üzerine bina edildiği bir kavramdır. Nazar, Kur’an’ı Kerim’de sadece gözle görmek değildir. Aynı zamanda akılla görmektir. Akılla düşünerek, tefekkür ederek bir hakikate ve bir neticeye vasıl olmaktır. Nazar kavramı Kur’an’ı Kerim’ de, “fanzur keyfe kâne âkıbetul mukezzibîn” veyahut “Efelâ yenzurûne ilâ-l-ibili keyfe ḣulikat” deveye bakmazlar mı nasıl yaratıldı. “ Ve ilel cibali keyfe nusıbet. Ve ilel’Ardı keyfe sutihat”. Maalesef biz tercüme ederken ‘bakmazlar mı’ diye tercüme ediyoruz. Çok eksik ve yanlış bir tercümedir. Çünkü oradaki görsel idrak ile bakmak değildir. Oradaki nazar, külli idraktir. Akılla, gözle, kalple üzerinde tehemmül etmektir ve tehekkür etmektir. Aynı şekilde “Fanzur ilâ âsâri rahmetillâh” Allah’ın rahmetinin eserlerinde düşününüz, nazar ediniz. “Kul sîrû fîl ardı fanzurû keyfe bede el halk” yeryüzünde dolaşınız. Yaratılış nasıl başladı üzerinde düşününüz. “ve İlâ rabbihâ nâzira” ahirette insanların ahvali anlatılırken iyi insanların, cenneti hak etmiş müminlerin bakışı ilave edilirken, “ve İlâ rabbihâ nâzira” onlar rablerine bakacaklardır. Dolayısıyla görsel nazar, akli nazar ve biraz sonra ifade edeceğim ‘basar’ bunlar külli idrak ile sorumlu olduğu müminin bir meseleye nasıl yaklaşacağını gösteren temel kavramlardır.
Nazır’dan bakanlığa geçiş
Görme ve bakma fiili Kur’an dilinde üç kelime ile ifade edilir. Rüyet, nazar ve basar.
Ru’yet, göz ile bakmaktır. Rüyeti ilahi olarak düşünün ama ehli rey dediğimiz, Ebu Hanefi’in arkadaşlarının mektebine “Ehli rey” diyoruz. Siz o ruyetten bir düşünce üretebiliyorsunuz. Akıl ile birleştirdiğinizde, tefekkür ile birleştirdiğinizde o ruyetten bir rey çıkabiliyor. Aynı zamanda nazar, bakma ve görme manasında bir kavramdır. Fakat sadece göz ile görmek değildir, aynı zamanda akıl ile görmektir. Onun için Osmanlı döneminde devlet erkânı dediğimiz bakanlık makamının karşılığı nazırdı. Nazır, işi akılla görmek demektir. Türkçe’nin ne kadar fakirleştiğini nazırdan bakana geçtiği ile anlaşılıyor. Bakan kelimesi ‘bakmak’ gerçi şimdi aileye bakmak, yetime bakmak gibi ‘bakmak’ fiilini de biz daha sonra farklı anlamlar yüklemişiz ama nazar kelimesinin yerini tutması mümkün değildir. Münazara, nazarların karşı karşıya gelmesinden türemiştir. Kelam ilmi, bir nazar ilmidir.
“Nazari ilimler” diye bir literatürümüz vardır. Kelam, felsefe, ahlak, mantık bütün bunlar bir nazari ilimdir. Bir de basar vardır. Basar ise, kalp ile görmektir. Basiret oradan gelir. Bizden istenen ise bütün bu nazar, basar, rüyet bunları birleştirmemiz sadece görsel idrake kendimizi mahkum etmememiz. Kalbi, akıl ile birleştirmemiz “Efelem yesîrû fîl ardı fe tekûne lehum kulûbun ya’kılûne bihâ” yeryüzünü dolaşmazlar mı ki? Akıl eden kalpleri olsun. Akıl eden kalbe sahip olmak, kalbi olan akla sahip olmak, basirete sahip olmak, nazar sahip olmak. Rüyet sahibi olan basirete sahip olmak, bütün bu bizden istenen külli idrakin ayrılmaz parçalarıdır. Peki, neden böyle bir konuya girdik?
Ana kaynağın izinde
Çok güncel modern zamanlarda hayatımızı kuşatan, hayatımızı alt üst eden bir meseleye girmek için sizlerle bunu konuşuyorum. Zira içinde yaşadığımız devirde iki tane iletişim devrimi oldu. Bu iki iletişim devriminde radyo, televizyon, telefon gibi pek çok yeniliklerle insanların hayatı ve iletişimi hızlandı. 90’lı yılların ortasından itibaren ise bizim hayatımıza “Dijital devrim” denilen bir devrim girdi. Bu, hayatımızı değiştirdi ve değiştirmeye devam ediyor. Görselliği egemen kılan yeni bir dünya kuruldu adeta. Görsel idrakin egemenliği derken bunu kastediyorum. Dinlerin gelişiminde bu tür gelişmeler etkili olmuştur. Matbaanın icadı mesela… Matbaanın icadı, dinlerin tarihinde nelere mal oldu. Bunun üzerinde bilimsel çalışmalar var. Daha da fazla yapılması gerekiyor. Çünkü bilgi denen şey kiliseden çıkıyor ve insanlara dağılıyor. Kutsal kitap tercüme edilip matbaa marifetiyle bütün evlere, insanlara dağılınca her Pazar kilisede dinledikleri bilginin kitapta farklı olduğunu gördü insanlar. Ve oradan farklı mezhepler ortaya çıktı. Çeşitli farklı anlayışlar türedi. Biz, Müslümanlar da bundan etkilendik. Geç tanışsak da etkilendik. Neden? Şimdi bir hadis külliyatını bir alimin evinde bile bulamazdınız. Şimdi cami cemaatinden birisinin evine davet olsun, Buhari, Müslim, Tırmizi, Ebu Davud hepsini bulabiliyorsunuz. Ve bu külliyatı hayat ile buluşturmak için gerçekten çok büyük bir alim olmak gerekiyor. Çok ciddi usul bilmek gerekiyor. O rivayetlerin her birisinin bir raporu var. O raporlar ile birlikte değerlendirmek gerekiyor. Hatta 70’li, 80’li yıllarda moda olmuştu. Feteva-i hindiyye, İbn-i abidin… Şimdi bütün bu kitaplar her eve girince bizi birleştirmeye gelen dini bilginin bizi yavaş yavaş bölmesine ve parçalamasına şahit oluyoruz. Malumatımızı arttırıyor ama bilgimizi arttırmıyor. Malumat artıyor, fakat hangi malumatın ne kadar değerli olduğu ve bunun hayat ile ilişkisi nedir? bilmek için tabip olmak gerekiyor. Eski alimler, hadisçiler ile fakihleri mukayese ederken hani meşhurdur.
Ameş Ebu Hanefi’ye, “Duydum ki şöyle bir fetva vermişsin. Nerden çıkardın?”
“Senin rivayet ettiğin bir hadisten” diyor.
Hadisi okuyor. Biraz sonra üç-dört olunca şöyle söylüyor Ebu Hanefi, “ biz hadisçiler, eczacıyız; siz fakihler, tabipsiniz” diyor.
Dijital kürsülerin cepheleri
Bir eczaneyi evimize taşımak ve bütün o eczanenin ilaçlarının prospektüsünü okumaya başlamak hastalığımızın tamamını tedavi eder mi evde? Etmez. Tabip lazım. Dolayısıyla matbaanın bilgiyi yaymasıyla biz bir sorun yaşıyorduk fakat şimdi dijital dediğimiz devrim ile bu bilgiler ceplerimize girdi. Bu usule yönelme zorunluluğu getirdi. Fakat sadece bilgi alanında yaşandı. Yani, bilginin yönetimi ciddi bir alandır artık. Dini bilginin yönetimi, İslam ümmetinin ciddi bir meselesi haline geldi. Alimler, ilk asırlarda bu ciddi bir meseleye dönüşünce, İslami ilimleri ihtas ederek, usul ilimleri geliştirerek, bunu ilkelere ve prensiplere bağladılar. Aslında mezheplerin ortaya çıkması bu bilgi yönetimini sağlamak amacı ile olmuştur. “Kütüb-i sitte” kavramının ortaya çıkması, bu bilginin yönetimini sağlamak içindi. Bizi birleştirmeye gelen dinin teferruat meseleleri üzerinden bizi parçalamasına izin verilmemesi içindi. Gazali’nin çabası böle bir çabadır. Pek çok alimin çabası böyle bir çabadır. Ama modern zamanlarda internet marifetiyle her eve her cebe girince yeni bir durum ile karşı karşıyayız. Bence, bu durumun fıkhı henüz yazılamadı. Bu durumun henüz yapılamadı. Alimlerimiz, mütefekkirlerimiz, düşünürlerimiz farklı mevzilerden birbirlerine ateş edeceklerine oturup bu konu üzerinde düşünmeleri gerekiyor. Tarihteki meselelerden birbirlerini yargılayacaklarına, bugün tamamen bu bilgi yönetimi meselesinde, yaşadığımız bu sancıları düşünerek bunu düzeltmek yerine bizatihi bu ahlat ve edevatı kullanarak bu dijital kürsüler üzerinden birbirlerini yaralamaya ve farklı mevzilerden birbirlerine acımasızca saldırmaya başladılar. İnanın en az bizde yaşanıyor. İslam dünyasını takip eden bir kardeşiniz olarak söylüyorum. İslam ümmeti bu noktada çok ciddi sorunlar yaşıyor. Ama ben bugün sizler ile işin bilgi boyutundan çok görsellik boyutunu ve ahlak ile ilişkisini konuşmaya geldim. Dijital devrim, bilgi konusunda bu kargaşayı oluştururken ve biz yönetilemez bir atmosferde bu durum ile karşı karşıya kalmışken insan olarak bizi şu açıdan etkiledi;
Görsel idraki egemen kıldı. Ve görsel idrak, akli ve kalbi idrakini zayıflatmaya başlattı. Kalbin idrakini öldürmeye başladı. Aslında görsel idrak, akli idrakine tabi olması gerekirken akli idrak görsel idrake tabi olmaya başladı. Bu, insanlık tarihinde yeni bir durumdur. Bu yeni durum üzerinde çokça düşünülmesi gerekiyor. Görsel idrakin egemenliği üç büyük hastalığı beraberinde getirdi.
- Teferrüç hastalığı
Teferrüç; bakma, seyretme, izleme bağımlılığı her şeyi bir surete indirgeme, her şeyi bir imaj olarak görme bütün insanlığı olumsuz yönde etkiledi. Bütün dünya bir ekran medeniyetine dönüştü. Elbette bunun faydalarını konuşmuyoruz. Özellikle görsel idrakin egemen kılınması sebebiyle bize getirisi var, bizden aldıkları var. Aklın ve kalbin idrakini bu zayıflatıyor. Her şey adeta bir fotoğraf. Kendisi ile ilişkisini, öteki ile ilişkisini, varlık ile ilişkisini bir görüntü ile kurmaya başladı insanlar. Bir suret üzerinden kurmaya başladı. Dünya bir suret oldu, sireti olmayan imaja dönüştü. Hakikati olmayan sanal dünya… Bu fotoğraf, fetişizme varan fotoğraf çekme. Ciddi bir sorunla geldi. 1991’de iki yaşındaki kız çocuğumun resmini Mescidi Nebevi’de çekmek istediğim de altı polis üzerime saldırmıştı. Ve makinamdan filmi de almışlardı. “Neden bunu yapıyorsunuz?” dediğimde.
“Haram” dedi.
“Hadis var” dedim.
“Ben de hadisçiyim” dedi.
“Allah musavvirlere lanet etsin hadisini duymadın mı?” dedi.
“Duydum ama bu musavvir tapınmak için put yapanlar ile ilgiliydi. Bu Allah’ın sıfatı “el-musavvir” yerine kendisini koyarak, kendi tapacağı varlığa suret kazandıran insanlar ile ilgiliydi. Bu makine ile ilgili değildir” dedim.
“Bu makine ile alakalıdır, dedi.
Elimi cebime koydum yüz riyal çıkardım, “Bu da ona girer mi?” dedim.
“Fakat bu başka bir şey” dedi.
Ama şu an Kabe’de fotoğraf çekmekten tavaf edemiyorsunuz. Camiye giriyorsunuz, bir kardeşinize selam veriyorsunuz. Hocam, bir fotoğraf çekebilir miyim? Bunun psikolojisi üzerinde düşünmemiz lazım. Dolayısıyla teferrüç dediğimiz husus sadece müşahade etme, şimdi muhabirlerin kullandığı müşahade, bence o anlama gelmiyor. O kelimeyi yanlış kullanıyorlar. Müşahade, ayrı bir şeydir. “Teferrüç” kelimesi daha uygun bir kelimedir. “Teferrüç”te istimta vardır. Yararlanmak için seyretmek, haz etmek için seyretmek. Hedonizime götüren seyircilik. Öyle bir seyircilik ortaya çıktı ki aklı göze indiriyor. Gözü dokunan ele dönüştürüyor. Allah’ın ayetlerini müşahade edecek gözü şehvet aracına dönüştürüyor. İnsanı metalaştırıyor. Cinsiyeti insanlığın önüne geçiriyor.
- Tecessüs hastalığı
Görsel idrakin egemenliğiyle bütün insanlığı esir alan ikinci hastalık tecessüs hastalığı.
Tecessüs hastalığı başkasının özeline sahip olma arzusu, başkasının özel hallerini takip etme, başkasının özeline sahip olarak ona hükmetmeye çalışmak. Bu merakı giderecek çaba ve gayret içerisinde olmak. Bunu da “ve la tecessesü” ayetine muhalefet olarak yapıyor insanlar.
- Tekeşsüf hastalığı
Seyretme değil seyredilme arzusudur. Ekrandaki görüntüsüne aşık olma, sürekli kendisini takdim etme, yaptığı bütün kötülükleri dünya ile paylaşma… Sokakta yürürken peşinize biri takılıp takip etse rahatsız olursunuz. Şimdi boş vakit bulur bulmaz, “kaç kişi beni takip ediyor?” Hatta vaaz kürsülerine yansımaya başladı, “Falan sanatçıya bu kadar takipçi varken, bize yakışır mı?” Dijital dediğimiz vaaz sistemi de bütün bu üç hastalık içerisinde dini hayatımız nasıl berhava ediliyor? Bunun üzerinde düşünmemiz gerekiyor. Bu da üçüncü hastalık.
Bu hastalıklardan, bu illetlerden bizi ne kurtaracak?
Ekran uygarlığının metaları
Öncelikle tekrar görsel idrakin egemenliği ile birkaç cümle sarf edeceğim. İnsanların kendisiyle, başkasıyla ve eşya ile ilişkisini görsel idrake indirgemesi, akli idraki ve kalbi idraki zayıflatması, varlık aleminin şahidi olmak var iken, alemi ekran üzerinden idrak etmeye başlayan izleyicilik ve seyircilik illeti insan hakikatin şahidi iken, suretin bakıcısı oldu. Görsel idrak varlığı ve alemi görülene indirgedi. Maddeye indirgedi. Bunun aslında tabiatında bir şirk vardır. Çünkü şirk dediğimiz şey, haşa taptığını görsele indirgemektir. İkon böyle doğdu. Kiliseye giren ikon böyle doğdu. Çağdaş dünya, bir ekran uygarlığına dönüştü. Dünya bir sahneye, insanlar da bu sahnenin bir seyircisi oldu. Görsel idrak varlığa değil, varlığın görüntüsüne takıldı. Görsel idrak aklın ve kalbin idrakini zayıflattı. Ve hatta kalbin idrakini öldürmeye başladı. Bu, bir ölüm halidir. Görsel idrak ile her şey metalaştı. Hakikatin yerini vehimler aldı. Görsel idrak, insanların tahammül edemeyeceği gayri ahlakileri görselleştirdi. Görsel idrakin egemenliği, insanların hayal gücünü öldürdü. Bu, çok daha önemli. Hayal gücü ölürse şiir olmaz, hayal gücü ölürse sanat ortadan kalkar, edebiyat olmaz. Görsel idrakin egemenliği bakma ameliyesini şehvete dönüştürdü hazza dönüştürdü. İnsan ekranın önünde hocanın önündeki talebe gibi oldu. Görsel idrak akli idrake tabi olması gerekirken akli idrak görsel idrake tabi olmaya başladı. Bizi bundan kurtaracak şey, tam da görsel idrak egemenliğine esir olmamanın yolu, İslam’ın büyük ahlakını yeniden gündeme getirerek evrenselleştirmekten geçiyor.
O ahlakın adı hayadır. Haya, birisinden utanma duygusu değildir. Haya, hayattır. Haya ile hayat aynı kökten gelir. Görsel idrakin öldürdüğü insanı diriltmek ve yeniden inşa etmek için haya gerekiyor. Ben hadis hocasıyım. Biraz hadis okuyacağım. Önce Allah resulünün şu hadisini not alalım. “Her dinin temel bir ahlakı vardır. İslam’ın temel ahlakı hayadır.”
Emanet bizden ne zaman alınır ?
Ahlak dediğimiz bazı hasretler var ki, kendisi bir değerdir. Ama bazıları bütün değerlerin kaynağıdır. Haya dediğimiz ahlak sadece bir değer değildir. Bütün değerlerin kaynağıdır. Haya ile ilgili Allah resulü şöyle buyuruyor.” Allah bir insanı helak edecek ise, önce ondan hayayı alır. Eğer bir insandan haya alınırsa bütün kötülüklere karşı duyarsız kalır. Hiçbir kötülük artık onun nezdinde kötü olmaz. Eğer kötülüğe karşı duyarsız olmaya başalarsa emanet ondan alınır. Eğer emanet alınırsa hain olur, ihanet etmiş olur. Eğer ihanet içerisine girerse ondan rahmet alınır. Eğer ondan rahmet alınır ise şeytanlaşır, lanete uğrar. Eğer şeytanlaşır, lanete uğrar ise o zaman İslam üzerinden kalkmış olur.” Bu hadis bundan sonra anlatacağım kısmın özetidir. Biraz sonra anlatacağım Şehadet misakı ve Emanet misakı’nın özetidir.
Emanet, haya üzerine kurulu. Emaneti olmayanın hayası olmaz. Rahmet üzerine kurulu emanet olmadan rahmet olmaz. Merhameti olmayanın emaneti olmaz. İslam, rahmet üzerine bina edilir. Rahmet olmadan İslam olmaz. Bir başka hadislerde ise, peygamber efendimiz İman ile hayayı birleştirir. “Haya imandan bir şubedir.” Başka bir hadiste tekrar ifade ediyorum, sözlüklerde geçen hayalardan bahsetmiyorum, külli bir ahlaktan bahsediyorum, bir hayat tarzından bahsediyorum, hayayı hayat olarak bize tarif eden Allah resulünün hadislerinden bahsediyorum.” İman ve haya kardeştir. Biri kalktığı zaman diğeri kalkar.” Haya, insanın ayrılmaz bir vasfı. Vefa, ahlaktır ve insana yakışır. Ama köpekte ve kedide de vardır. Fakat haya insana hayat veren bir ahlaktır. Allah resulü bir gün hutbeden bir cümle sarf etti, “Allah’tan gerçek manada haya ediniz”
Hayayı İslam alimleri dörde ayırırlar;
- Allahtan haya
- İnsandan haya
- Meleklerden haya
- İnsanın kendisinden haya
İnsan kendisinden haya etmeye başladığında, genelde biz bunu dördüncü kategoride zikrediyoruz. İnsanın kendisinden haya etmeye başlaması aynı zamanda Allah’tan insandan ve meleklerden haya etmeye başladığını, izzet ve onura sahip olduğunu gösteren bir göstergedir. İnsanın kendisinden haya etmesi gerekiyor.
”Allah’tan gerçek haya ediniz.” dedi.
Abdullah İbn-i Mesud ayağa kalktı.” Elhamdülillah, biz Allah’tan haya ediyoruz” dedi.
“Öyle değil” dedi.
“ Gerçek manada Allah’tan haya edenler, başını ve başının ihtiva ettiği bütün organları her türlü kötülükten koruyacak, aklını, gözünü, dilini koruyacak. Gerçek manada Allah’tan haya edenler, karnını ve karnın ihtiva ettiği bütün organları her türlü kötülükten koruyacak ve bunun bir göstergesi olarak da dünyada imtihan içerisinde yaşadığını ve ölümlü bir dünyada yaşadığını unutmayacak” dedi.
Gerçek hayayı Peygamber efendimiz bu şekilde tarif etti. Bazı hadislerde ise Allah resulü hayayı ‘iyilik’ olarak tarif eder. “Hayanın tamamı hayırdır” dedi. Bir hadiste ise peygamberimiz hayayı, “bütün peygamberlerin ahlakı olarak ve bütün peygamberlerin insanlara getirdiği temel ahlak” olarak ifade etti. Malumunuz, bu temel ahlak meselesi ahlakçılar arasında tartışma konusudur. Ahlakın temel gayesi fazilet midir, Saadet midir, Görev midir? Görev ahlakı var, fazilet ahlakı var. Ben, görsel idrakin egemen olduğu bu zamanda bir de bunun yanında bir haya ahlakı. İnsanlığı yeniden ihya etmek için, insanın bu ahlak ve edevata teslim olmadığını göstermek için, insanlığın kalbin ve aklın idrakini kaybetmemek için bir hayalı ihyaya ihtiyaç olduğunu ifade etmek istiyorum. Bir haya direnişine insanların ihtiyacı olduğuna ifade etmek istiyorum. O meşhur bizim ”başörtüsü ayeti” olarak ifade ettiğimiz ayetlerin ilk cümlelerini hatırlayınız. Kadınlardan önce erkeklere söylüyor. “Benim mümin kullarıma söyle gözlerini sakınsınlar.” Gözü sakınmak demek Hazreti peygamber zamanında bu ayet nazır olduğu zaman belki sadece cinsiyeti insanlığın önüne geçirmemek için kadın ve erkek üzerinde yorumlanabildi. Ama bugün dünyanın bir ekran medeniyetine dönüştüğü, çocukların bu internet ortamında metalaştığı dünyada bu ayet bize çok farklı anlamlar ifade ediyor. Gözü hayadan sakınmak, göz ile dahi hayasızlık yapmamak. Önem arz ediyor.
Hayayı hayata nasıl indirebiliriz?
Hayayı hayata indirmemizin yolu, Allah ile misakımızı yeniden gözden geçirmeye bağlıdır. Değerli dostlar Kur’an’a göre her insan yaratılışı itibari ile Allah ile sözleşmiştir. Ve bu sözleşme sadece bir ‘ahit’ değil, sadece bir ‘akit’ değil. Aynı zamanda bir misaktır. Misak sadece sizin Allah’ a verdiğiniz söz değil, Allah’ın size verdiği sözdür. İki taraflıdır. “Onlar ki Allah’a söz verdiler ve misaklarını bozmadılar.” İnsanın Allah ile misakı ikiye ayrılıyor.
- Şehadet misakı
- Emanet misakı
Şehadet misakı ile amel eder. Emanet misakı ile ahlaklı olur. Emanet misakı ahlaklı olmasını sağlar. Şehadet misakı ise mümin olmasını sağlar. Şehadet misakı, Allah ile kul arasındaki kuru bir iman ilişkisi değildir. Ruhun şahadeti, fıtrattır ve bütün ahlaki değerlerin hafızasıdır. Şehadet misakı karşılıklı şahit olma misakıdır. Kul Allah’a şahit olacak, Allah’ta kuluna şahit olacak. Şehadet misakı, tek taraflı bir iman sözleşmesi değildir. Rab mümin, halik maluk ilişkisinin ötesinde şahit meşhut ilişkisidir. Ve bu şehadet misakını rabbimiz, “ Biz ademoğlunu sulbünü daha dünyaya gelmeden, bütün insanlığı aldık karşımıza. Ve onları kendisine şahit kıldı. Ben sizin Rabbiniz değil miyim? Evet şehadet ediyoruz” Allah ile şehadet içerisinde olmak. Her an o bana şahit, ben de onun ayetlerine, esmasına, nimetine ve rahmetine şahidim. Ve bunu daima birlikte müşahede etmektir. Araf suresinin bu ayeti şehadet ilişkisini anlatıyor. Bu ayete göre insan melekut aleminde “ğalikin rububiyetine” şahitlik etmiştir. Ve ondan misak almıştır. Onunla ahitleşmiş, misaklaşmıştır. Bu ikrar bir beyan ikrarı değil, bir ayan ikrardır. İman ikrarı değil, bir şehadet ikrarıdır. Onun için bu kelimeyi tevhidin diğer adının şehadet olması önemlidir. “Amentü billah” demek başka bir şeydir. “Eşhedü en la ilahe illallah” demek başka bir şeydir. O şehadet bize şehadet misakımızı hatırlatır. Şehadet misakı, kendisinin dört duvar arasında kalsa da ondan haya etmeyi zorunlu hale getiriyor. Hayayı hayata dönüştürüyor. Hayayı sadece kadın-erkek arasındaki ilişkiyi tanzim eden duygusal bir şey olmaktan çıkarıyor. Rabbimizin her daim bizim yanımızda hazır ve nazır olduğu bilincini ve şuurunu veriyor. Onun için bize şöyle dua etmeyi öğretiyor Allah.
” Rabbim peygamberlerine gönderdiklerine iman ettik. Peygambere de tabi olduk. Allah şahittir, şehittir.”
Bizde diyoruz ki, “ Allah’ım bizi şahitlerden yaz”
Şahitlerden yazılan insan hayalıdır. Şahitlerden yazılan insan, görsel idrakin egemenliğine mahkum olmaz. Haya eder, telefonu eline aldığında haya eder, internete girdiğinde haya eder, mesaj atacağı zaman haya eder, kardeşi hakkında bir şey paylaşacağı zaman haya eder. Hayasızlık, ölüm halidir. Kalbin ölümüdür. Allah, hayalıdır. Allah, “hayiy” sıfatını kendisi için de kullanıyor. Allah, hayy’dır ve hayiy’dir. Hayiy olmayan hayy olmaz. Hayalı olmayan diri değildir, ölüdür. Onun için hayaya ihtiyaç vardır.
Allah ile misakımız var ve bu misakı ikiye ayırıyoruz.
Şehadet misakı ve Emanet misakı. Şehadet misakını kısaca özetledim. Bir de Emanet misakı var.
Emanet misakı ise Ahzap suresi 72. ayette, İnnâ ‘aradnâ-l-emânete ‘alâ-ssemâvâti vel-ardi, biz emaneti göklere ve yere arz attik. Velcibâli, dağlara arz ettik. Feebeyne en yahmilnehâ, onlar taşıyamadılar, taşımaktan çekindiler. Ve hamelehâ-l-insân, insan onu üstüne aldı. İnnehu kâne zalûmen cehûlâ. Buna göre insan, bütün varlık alemine teklif edilen emaneti üstüne almıştır ve Allah ile bir Emanet misakı, emanet sözleşmesi imzalamıştır. Buradaki emanet, tefsir kitaplarımıza baktığımızda, imandır, tevhittir, namazdır, itaattir, hilafettir, tekliftir, adalettir, akıldır, ilimdir, hürriyettir, mesuliyettir. Bütün bunlar, tefsirlerimizde emanet olarak tarif ediliyor. Daha doğrusu kısaca, yeryüzündeki hayatında korumak üzere emanet edilen her değer emanettir ve her insan Allah ile bir misak imzalamıştır. “Onun için, onlar ki emanete riayet ederler”. Emanete riayetsizliğin hali, ihanet halidir. “Emanetlerinize ihanet etmeyin”. Ebu Davud’un riv’yet ettiği hadisi emanet, rahmet, haya arasındaki ilişkiyi tekrar hatırlatmak isterim. “İnsan, Şehadet Misakı ile iman eder, aksi küfür olur. İnsan, Emanet misakı ile ahlaklı olur, aksi ihanet olur.” İhanet ve inkar halinden kurtulmanın yolu, Allah ile olan bu misaka bağlıdır. Bu iki misak, kelam ve akait kitaplarımız içinden mümine bir bilinç olarak veriliğinde insan hayalı olur. Hayalı mümin, görsel idrakin egemenliğine esir olmaz. Eğer bu çağın bir ilmihali, fıkıhı tekrar yazılacaksa bunlar üzerinde durmak gerekiyor.
İki ilmimiz var. Kelam, akaid, usuli’d din ve fıkıh.
Kelam, insan ile Allah arasındaki ilişkiyi tanzim eden bir ilimdir. Fıkıh, insan ile insan ve insan ile eşya arasındaki ilişkiyi tanzim eden bir ilimdir. Kelam kitaplarında yazılı olan ilişkiyi, doğrudan Kur’an bize formüle edip takdim etmedi. Her çağın alimi kendi çağında Kur’an’ı okuyarak, “Bu kitap, insan ile Allah arasındaki ilişkiyi böyle tanzim ediyor” dedi. Bazen bu alimler kendi çağının tartışmalı konularını gördüler ve buna göre temellendirmeleri yaptılar. Eğer ilk siyasi ihtilaflar olmasaydı belki de cebriye, kaderiye denilen tartışmalar herhangi bir kelam kitabımızda olmayacaktı. Onlar kendi çağlarını düşündüler. Bugün bu ilişkinin yeniden ele alınması gerekiyor. İnsan-Allah arasındaki ilişkisinin sadece bir iman ilişkisi değil aynı zaman da bir Şehadet Misakı ve Emanet Misakı üzerine kurulması gerektiğini düşünüyorum.
Fıkıhta bir insan-Allah ilişkisi var. Ama bir hakim-mahkum ilişkisi var. O yüzden Fıkıh, ahkam oluyor. Eğer ilişkiyi sadece ahkam üzerinden hakim-mahkum ilişkisi kurarsak insan sadece mükellef oluyor ve din de külfete dönüşüyor. Vergi mükellefi gibi din mükellefi çıkıyor ortaya. Ve buradan ahlak çıkmıyor, haya çıkmıyor. Bunların çıkmadığını gören alimler, tasavvufa vurgu yapmaya başladılar. Tasavvufun çıkışı, bu iki ilmin eksik bıraktığı eksiği tamamlamak içindir. Şeyhler ve müridler üzerinde sulta kursunlar diye ortaya çıkmadı. Bu iki ilmin eksik bıraktığını tamamlamak için ortaya çıktı. Şimdi ise kelamı, fıkhı, tasavvufu birlikte ele alarak insan-Allah ve insan-insan ilişkisini Şehadet Misakı ve Emanet Misakı üzerine yeniden kurmaya ihtiyacımız var. Çünkü yaşadığımız dünyada bizi kuşatan çok büyük sorunlar var. Bu sorunlar kalbimizi yok ediyor, aklımızı ikinci plana itiyor, aklı göze indiriyor, sureti hakikatin önüne geçiriyor. Bu halden kurtulmazsak din anlatımımız dahi bu görsel idrakin illetleriyle muallel…
Din anlatmanın kavramları, Tebliğ, İrşad, Davet…
Ama din anlatımını reklam, imaj ve propagandanın tüm aletlerini kullanarak yapıyoruz. Ve hikmetten uzaklaşıyoruz.
Bir anekdot…
Yeni kurduğumuz enstitüde ilk dersi vereceğim ve dersin başlığı, “İslami İlimlerin Yeniden İhyası” ydı. Derse hazırlanırken aklıma bir şey geldi. İmam Gazali’nin “Ihya‘u Ulum’id-Din” diye bir kitabı bar. Bu kitap büyük bir eser… Acaba İmam Gazali bu ismi vermek için gerekçeye yer verdimi diye mukaddimesini açtım, orijinalinden okumaya başladım. İmam Gazali, “Bu kitaba ‘ Ihya‘u Ulum’id-Din’ vermemin sebebi, dinler öldü. Geriye üç şey kaldı,
1- Kadıların da yararlandığı resmi hükümet fetvaları
2- Alimlerin kuru tartışmaları ki başkasına üstünlük taslamak için zırh olarak kullandıkları cedel kaldı
3- Süslü vaazlar kaldı ”
Öğrencilere buraları okudum ve bu cümlelerin ne zaman yazıldığını tahmin etmelerini istedim. Birisi dedi ki, “Herhalde geçen hafta sen yazmışa benziyorsun.”
9 asır önce Gazali’nin bunu yazdığını söyledim.
Dini, dini tartışmalar üzerinden itibarsızlaştırmaya son vermeliyiz. Dinimizi lüzumsuz, beyhude, faydasız, anlamsız tartışmalar üzerinden itibarsızlaştırmaya son vermeliyiz. Herkesin kendi mevziisinden çıkarak ve diğer kardeşlerini bir araya getirerek bizi kuşatan sorunlar üzerine müzakere etmeye davet ediyorum.
Bü tür metinler keşke redakte edilip özeti çıkarılarak verilse… Belki birileri sıkılmadan okur ve faydalanırdı. Okumaya başladım fakat metin uzadıkça prağraf başlarına bakarak geçmek zorunda kaldım. Son bölüm mükemmeldi, asıl onu ön plana çıkarmak gerekirdi. Hayırlısı olsun.