Yazarlar

Lübnan: Akdeniz’e mi boş denize mi?

Gezi Notları – Lübnan 2022

Kısmette yine bir Lübnan gezisi vardı geçen hafta, yine bir kucaklaşma, hasret giderme. Solgun, güzel Lübnan ve insanın içine oturan mülteci kampları, insanın içine işleyen bir hüzün. Üç kamp gezdim. Lübnan nasıl bir yer? İnsanın içi neden yanar Feyruz’un Li Beyrut şarkısını duyunca? 

Bu belde dörtyüz yıl Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenliği altında kalmış. Çok çeşitli halklar yaşamış ve hala yaşıyor burada. Belde Osmanlı döneminde kültürel çeşitliliğini korumuş ve Orta Doğu‘da önemli bir ticaret merkezi olmuş. Daha sonra Fransız mandasına girmiş ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bağımsız bir devlet olarak varlığına devam etmiş. Bağımsız dedik ama Fransızlar hala parmaklarını çekmiyorlar Lübnan’dan. İki sene önce Beyrut’ta meydana gelen büyük patlamadan sonra Macron koşa koşa Beyrut’a gitti, bir çok boş söz konuştu, Feyruz‘u ziyaret etti ve döndü. Maksatları “Dünyanın boyutları değişse de işte görün, biz hep buradayız, sahiplenmekten vazgeçmeyiz“ demek. Lübnanlılar bunu böyle algılıyorlar, bana da böyle anlattılar.

 

Çeşitli etnik halklara yurt olmak bazen hiç de kolay değil. Ülke 1975 – 1990 yılları arasında dehşetli bir iç savaş yaşadı. Bu iç savaştan önce Beyrut’a Ortadoğu’nun Paris’i denirmiş. İç savaş çok can yaktı, sonunda bitti, ama memleket maalesef o gün bu gün belini doğrultamadı. Otuz küsür sene sonra şehirdeki kurşun delikli binalarda ölümün izlerini görmek hala mümkün. Şimdi parlamentonun yarısı Müslüman, yarısı Hristiyan. Kimler yok ki, Maronitler, Ortodokslar, Katolikler, Protestanlar, Şiiler, Sünniler, Aleviler ve kendilerini Müslüman olarak deklare eden Dürziler. Her grubun kendi gündemi, kendi çıkarları var. İç savaş korkusu hala var.

14 Ağustos 2020’deki Beyrut limanında depolanan 2750 ton amonyum nitrat bir nükleer bomba tesiri ile patladı. Bu liman Lübnan’a denizden ana giriş noktasındaydı ve stratejik bir öneme sahipti. Ülkenin bütün tahıl rezervi buradaydı. Zaten Covid sürecinde krizden kıvranan bir ülke düşünün: Ücretler ödenmiyor, hastaneler kapanıyor, yoksulluk %50’ye ulaşmış, ve daha bir ton sorun. Patlamadan sonra Lübnan’daki kriz daha da büyüdü. Örneğin elektrik sık sık kesiliyor. Sokak lambaları yanmıyor. Trafik lambaları da elektrik kesintilerinden paylarını almış, hepsi kapkara. Ama insanlar hoşgörülü, trafik, lambasız bir şekilde normal akışına devam ediyor, korna çalan, sinirlenen hiç kimse yok. Belki de yorgunluğun verdiği bir boşveriş. Bir elbise dükkanın önünden geçiyoruz ve vitrine kocaman yazmışlar: “1 alana 2 bedava”. Gülüşüyoruz ama aslında trajikomik bir durum. İnsanların hükümete hiçbir güvenleri kalmamış, “Yahu bunlar kasten Lübnan’ı boşaltmak istiyor,” diyor kimileri. Zaten Lübnanlıların üçte ikisi yurtdışında yaşıyor. Memlekette 4 milyon Lübnanlı kalmış, 2 milyon 800 bin mülteci ile beraber toplam nüfus 6 milyon 800 bin. Memleket boşalınca birileri kolayca çökecek. Peki Lübnan’da ne var? Neden Fransa’sı, İsrail’i Lübnan’ın peşinde? Lübnan’da belki de geleceğin savaşlarının konusu olacak bir şey var: İçme suyu. O coğrafyanın içme suyu kaynaklarının çoğu Lübnan’da ve şimdilik boş boş denize dökülüyorlar. Yanımızdaki Lübnanlı genç adam “Biz Akdeniz’in suyunu tatlandırıyoruz,” diyor. 

Peki, ya mültecilerin durumu? İki grup var. Biri 1948’den itibaren İsrail’in zulmünden kaçıp gelen Filistinliler, diğer grup Esed’in zulmünden kaçıp gelen Suriyeliler. Bu insanları kamplara veya şehirlerdeki gettolara sıkıştırmışlar ve resmen “Siz buyurun, burada ölün,” demişler. Suriyeliler sınırdan kaçıp Lübnan topraklarına sığınmışlar, çünkü Beşar Esed’in varil bombaları oraya kadar ulaşmıyor. Orada çer çöp çaputtan yaptıkları çadırlarda yaşıyorlar. Çadırların tepesinde (çadır denirse tabii) uçmasın diye lastik tekerlekler var. Filistinlilerin durumu daha da trajik, çünkü 70 senedir mülteci statüsünden çıkartılmamışlar. Onlar üç nesil boyunca mülteciler, mülteci gettosunda yaşıyorlar, gettodan başka bir dünyada hiç bulunmamışlar.

Lübnan’da mülteci olmak ne demek? Sana verilen bölgenin dışına çıkamıyorsun, kapıda askerler bekliyor. 71 tane meslek sana yasak, onların hiçbirini icra etmene izin yok. Hiçbir şekilde yapı malzemesi kullanamıyorsun, eğer çadır kampındaysan betondan hiçbir şey inşa etme iznin yok, eğer gettodaysan imar etmen yasak. Ama yedirecek paran varsa çözüm de var tabii. Kaçak olarak herşey mümkün. Memlekette tahıl yok, ekmeği öncelikli olarak Lübnanlılar alıyor, artarsa, sana sıra gelirse, sen alırsın. Çadır kamplarda yaşayan insanlar resmi olarak ölülerini gömemiyorlar. Geceleri karanlıkta gizlice bir ormana gidip ölülerini gömüp geliyorlar. Hayat bu. Bütün bunların üstüne elektrik yok, altyapı yok, ilaç yok, sağlık hizmetleri yok denecek kadar az. Kışın buz gibi ve karanlık odalarda hayata tutunmaya çalışan o kadar çok insan var ki. Hayalleri de var, çünkü insanlar.

Bugünlerde siyasi sahnelerde yeni bir şeyler dönüyor: Lübnan ve Suriye birbirleriyle anlaşıyor. Lübnan Suriyeli mültecileri geri yolluyor. Suriye yönetimi sözümona garanti vermiş, “Biz geri gelenlere dokunmayacağız,” diyor. Ama aynı rejim birkaç sene önce bu insanları zehirli gazlarla, varil bombalarıyla katletmemiş miydi? Hesap Sünnileri memleketten atıp butik ülke kurmak değil miydi? Şimdi ne oldu? Suriyeli mülteciler gitme konusunda ne düşünüyorlar, ne hissediyorlar? Bir kısmı diyor ki: “Zaten burada da ölüyorum, bari ülkemde öleyim.” Başka bir grup var, onlar, gitmem, diyor, çünkü can güvenliklerinden endişe ediyorlar. Şu kadarı kesin ki, geri dönen askerlik yaşında olan gençlerin hepsini Esed yönetimi askeri alacak.

Gelelim Filistinli mültecilere: Lübnan kamplarındaki 70 yıllık sürgünden sonra onlar ne olacak? Konunun arka planında Filistinlilerin sürgün yaşamını organize eden bir Birleşmiş Milletler örgütü var: UNRWA. Filistinli mülteciler bu örgüt vasıtasıyla sığındıkları memleketlerde bunca yıl kalabildiler, ama nasıl? Gettolarda sıkıştırılmış bir şekilde, giderek yok olmaları hesaplanmışcasına. Amerika şimdiye kadar bu örgütün baş sponsorluğunu yapıyordu ve bu durum tabii ki en çok İsrail’in işine yarıyordu. Neden? Çünkü mülteci kamplarında esir hayatı yaşayan Filistinliler oralardan çıkıp memleketlerine dönemediler. Peki 70 yıl sonra ne oluyor? Trump yönetimi parayı kesti. 70 yıl sonra anayurtlarına dönme umutlarını zaten yitirmiş olan Filistinlileri kamplarda besleme gerekliliği artık ortadan kalkıyor. En iyisi sessizce yok olsunlar. Bu esnada İsrail ırkçı yerleşim politikasına rahat bir şekilde devam etsin. Lübnan Suriyelilere zaten vatandaşlık vermez, çünkü kimse Sünni seçmenlerin artmasını ve siyasi dengenin bozulmasını istemez. Bu bölgede çok karışık hesaplar var. 

Ben Lübnan’da ne yapıyorum? Dostlarım ve eşimle düzenli olarak Lübnan’a gidiyoruz ve tüm dünyanın unuttuğu insanlara “Biz sizi unutmadık, siz bizim canımızsınız,” diyoruz. Maksat bütün dünyanın göremediğini, kalbimizde görünür hale getirmek. Her gittiğimizde önce Burj al Barajneh kampını ziyaret ediyoruz. Burası Beyrut’un tam ortasında bir getto. Şöyle bir yer düşünün: Yağmur yağınca binaların aralarında saran kablolardan süzülen elektrik yüklü sular insanları öldürüyor. Düşünebildiniz mi? Orada sürekli irtibatta olduğumuz kardeş aileler var. Onların kapılarını çalıyoruz. Biz sizi seviyoruz, sizi unutmadık, diyoruz onlara. İnsanların güler yüze, tatlı iki çift söze ihtiyaçları var. Hele çocuklar, bizi görünce nasıl gözleri ışıldıyor. Önceleri o ailelere gidince, hallerini görüp ağlamaklı olurduk, zamanla onlara olumlu enerji vermenin daha doğru olduğunu öğrendik. İhtiyaçları biraz hatırlanmak, biraz yalnız olmamak, kucaklanmak, biraz umut. Tabii biz kapılarından dışarı çıkınca yine kendi duygularımızla başbaşa kalıyoruz. Evet, ilahi senaryo içinde bu bir sınav, ve evet, o insanlar bu sınavı sırtlandıkları çileler vasıtasıyla başarıyla veriyorlar. Ama bu aslında hepimizin sınavı. Evimizdeki şen soframızda yediğimiz ekmeğin ardındaki sorular. Biz kaç not alacağız bu sınavdan?

Sonra Bekaa Vadisi‘ne gittik, kafanı kaldır, Suriye’nin dağları hemen karşında. Ordaki kamplardan birinde bir okul projemiz ilerliyor, Avusturya’da ve Lübnan’da yaşayan özverili pek çok insanla beraber üç sene önce yola çıktığımız bir çalışma. Önce tek sınıfla başlamıştık, şimdi üç sınıfımız var Allah’a şükür. Dönemin ilk günü, anneleri o sefaletin içinde çocuklarını pırıl pırıl hazırlamışlar, çünkü okul demek, umut demek, ışık demek, bir çıkış yolu demek. Çocuklar ışıl ışıl, neşeli. Açılışta dabke oynadık, Lübnan usulü halay, düğünlerde beraberliğin, dostluğun sembolü. Okulun ilk günü de düğün zaten. Gönülleri çok renkli bu insanların. Gönülleri çok zengin. 

Lübnan’da, bir mülteci kampında, bir palyaçonun arkasında çocuklarla tren olduk, müziğe uygun yürüdük. Bu bize nasıl tatlı bir hediye? Palyaço bana kalabalığın ortasında ismimi sordu, mikrofon bangır bangır, herkes bana bakıyor. 

“My name is Ercüment.” 

“What? Eçi, biçi, Pikaçyo?” 

Bundan sonra bir ismim de Pikaçyo’dur, bu böyle biline. Çocukları çok sevdik, galiba onlar da bizi. 

Ertesi gün Trablus’a gittik. Oraya Orta Doğu‘nun en yoksul şehri diyorlar. Güzel bir sokakta çok güzel bir binanın önünden geçtik, eski ama mağrur bir yapı. Yanımızdaki Lübnanlı arkadaşımız, bu güzel binalar Abdülhamid’den kalma dedi. Abdülhamid Han! Biz çocukken devletin resmi tarih kitapları ve hararetli öğretmenleri bize bu zatı gerici kızıl sultan olarak öğretmişti. Demek ki Lübnanlılar onu daha farklı tanımışlar. Abdülhamid Han’ın yaptırdığı binaların önünden geçip, şehrin içindeki Al Badawy gettosunu ziyaret ettik. Burada filistinli mülteciler yaşıyor. Misafir olduğumuz insanlar bize trajik hikayelerini anlattılar. Dinledik. Bizim onlara hediyemiz, kalpten dinleyen bir çift göz, omuza bir dokunuş. Kimileriyle yine çok güzel anlar paylaştık. Damda bitki yetiştiren genç bir adam “Arafat” bize ıtır çayı sundu, yanında dalından koparttığı kamkatlar, sanki cennetten bir tat. Arafat’ın çeşitli bitkileri yetiştirdiği örnek damı, inşallah yakında geniş bir proje olarak diğer insanlara da ulaşacak, onlara hayata daha iyi tutunabilmeleri için bir uğraşı olacak, “Gardening” dedikleri. Araştırıyoruz. 

Güzel çocuklar gördük sokakta. Dört kız çocuğu önce poz vermeye çalıştılar, sonra gülmekten kendilerini almadılar, bizi de güldürdüler, Allah dünyayı çocuklarla süslenmiş. İki oğlan, iki can arkadaş umut dolu gözlerle objektife baktı, en büyük hayalleri büyüyünce Türkiye’yi görmek. 

Sonra.

Uçağa bindim, yaşadığım şehir Viyana’ya döndüm.

Kalbim orada kaldı. 

Kahvaltıda Feyruz dinliyorum, tıpkı Beyrutluların kahvaltıda Feyruz dinledikleri gibi.

Tınısı sanki çıtır ekmek. 

Diyor ki: 

“Li Beyrut, min kalbi selamun li Beyrut.”

“Beyrut’a, kalbimden selam olsun Beyrut’a.”