Yazarlar

Yazarın sosyal medya ile imtihanı

İsmet Özel’in “Mataramda Tuzlu Su” şiirindeki bir mısra ile başlayalım söze. Şair, bu şiirinde “Uzun yola çıkmaya hüküm giydim.” diyor.  Şiir, çok farklı bağlamlarda okunmaya müsait olsa da biz bu mısrayı yazarın/şairin yazma hikayesini anlatan bir mısra olarak da anlayabiliriz. Yazmak, gerçekten de uzun bir yolculuktur. Şiirin başlığı ise tek azığın “mataradaki tuzlu su” olduğunu söylüyor. Bunu da yazarın yazma sürecindeki sıkıntılar, üzüntüler, acılar, anlaşılmazlıklar, yalnızlık…. olarak düşünebiliriz. İşte bütün bunlar yazarın imtihanının ne manaya geldiğini gösteren kelimelerdir.

Hakiki olandan sanal olana

İnternet çağından önceki okurlar, yazar adayları kendilerini idrak ettikleri dönemde önce kitaplarla, dergilerle karşılaştılar. Bir yazarla yüz yüze karşılaşmak, tanışmak pek mümkün değildi. Önde olan, önemli olan eserdi. Bu yüzden dikkat, yazardan çok esere yöneliyordu. Şimdiki genç okurlar/yazar adayları ise ortada yine kitaplar, dergiler, olsa bile asıl olarak bilgisayarla, tabletle, akıllı cep telefonlarıyla, internetle, bloglarla, e-postalarla ve sosyal medya ile beraberler. Bu sebeple önceki okuyucularla şimdikiler arasında önemli farklılıklar var. Ama biz de yazarlık hayatımızın bir aşamasında bu yeni döneme tanık olduk. Tamamen dışında kalmadık. Dün el yazılarımızla, ardından daktilo ile yazdığımız yazıları, şiirleri biz de bilgisayarla yazmaya başladık. Hepimizin sosyal medya hesapları var. Dolayısıyla bizler de sosyal medyanın çetin imtihanıyla karşı karşıyayız. Sorunlarına, getirip götürdüklerine tanığız. Bu yüzden gençleri anlayabileceğimizi düşünüyoruz.  

Dijitalleşmenin getirdikleri

Gençlerle aramızdaki temel bir fark ise söylediğim bu sebeplerden dolayı dünkü yazarlık meselesiyle bugünkünü bu dijital medya, edebiyat çağında size göre daha iyi karşılaştırma imkanına sahip olmamızdır. Gördüğümüz, gözlemlediğimiz şudur: Meseleye önce genel insanlık açısından bakalım. Dijitalleşme dönemiyle birlikte teknoloji, hepimizi adeta bir uyuşturucu etkisiyle hayattan ve hakikatten kopararak sanal bir dünyaya hapsetti. İnsanların ilgilerini, davranışlarını, söylemlerini, kişiliklerini, zevklerini, hatta duygularını ve düşüncelerini tek tipleştirdi. Hakikatten uzaklaştırıp dedikoduya, yalana, iftiraya yönlendirdi. Mahremiyet ortadan kalktı. Teşhircilik ve röntgencilik had safhaya ulaştı. Bilgi kirliliği çoğaldı. Zaman ve mekan kavramı belirsizleşti. Aile, arkadaş, cemiyet içinde gerçekleşmesi gereken yüz yüze, samimi iletişim unutuldu. Bilgi kaynağı kitaptan çok google oldu. Bir kitabı okuyarak kazanacağımız bilgiler, sosyal medya paylaşımlarıyla edinilen bilgilere dönüştü.

Takipçi var, okuyucu yok

Bu durumu yazarlar ve kitaplar açısından ele aldığımızda ise şunlar söylenebilir: Kitap okunan değil satılıp alınan bir meta haline geldi. Yazar üretici, okur tüketici, kitap araba, televizyon gibi bir ürüne dönüştü. Buna göre yazar üretici, okur tüketici, yayıncı pazarlamacı haline geldi. Böylece yazar, kapitalizmin emrine girdi. Okuyucu okuyan, eleştiren, düşünen değil takip edici kişiye dönüştü.  Böyle olunca da bir yazarın binlerce takipçisi olduğu halde okuru kalmadı. Zira önde olan eser değil yazar oldu. Kitaplar taşıdıkları edebi değerle ve muhtevasıyla değil kapağı, tanıtım gücü ile “değerli!” hale getirildi. Yazarın özgür yazma gücü elinden alındı. Piyasa ve okur beklentilerine göre yazmak öne çıktı. Yazının değeri kayboldu. Sözün değeri düştü. Ulu orta yazmak esas oldu. Niceliksel çokluk niteliksel azlığı doğurdu. Yazar profesyonelleşti. Böylece yazma iş haline geldi. Usul, esası unutturdu. Popülerlik öne çıkınca bir eseri samimi ve özgün kılan amatör ruh kayboldu. Çok para kazanmak esas oldu. Usta çırak ilişkisi ortadan kalktı. Genç yazarların usta yazarlardan yararlanmalarının önü kesildi. Dil, dil olmaktan çıktı. Daraldı. Kelimelerin yerini emojiler aldı. Üslup kayboldu. Tasvir ve tahlil ortadan kalktı. Yanlış bilgiler yaygınlaştırıldı. Yazarı kendi kültürel ikliminden kopardı. Evrenselleşme adına küreselleştirdi. Yerlilik ortadan kalktı. Tekrar söyleyelim önceden eser önde idi. Şimdi yazar. Böylece yazarların algılanma biçimi pop yıldızlarınkinden farksız hale geldi. Hayranları, karşıtları oluştu. Kıyafetleri, saç modelleri, skandalları konuşulur oldu. Konu, dil, üslup, birikim, içerik gibi gereklilikler ortadan kalktı. Sosyal medyadan uzak kalan yazarlar nisyana terk edildi. Edebiyat eserleri, fastfood tüketir gibi hızlıca okunan ama doyurmayan, zevk vermeyen, zihin yormadan edebiyat ihtiyacının karşılandığı eserler haline geldi.

İki önemli kitap

Aslında bu durumun işaretleri internet çıkmadan çok önce verilmişti. Bu sebeple konunun genelde insanlar özelde ise yazarlar ve okurlar için ne manaya geldiğini anlamak için önce bu iki kitaptan söz etmek gerekiyor. Bunlardan ilki George Orwel’in 1949 yılında yazdığı “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört (1984) romanı. Diğeri ise Aldous Huxley’in 1932 de yayımlanan “Cesur Yeni Dünya” romanıdır. Bunlar internet devriminden hayli öncesine ait ama muhtevaları internet ve sosyal medya ile nasıl bir dünya düzeni, nasıl bir insanlık hayatı öngörüldüğünü açıkça ortaya koymaktadır. Haklarında uzun uzun konuşulması gereken bu eserlerin muhtevası kısaca şöyledir. “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört (1984)” romanı, bireyselliğin (şahsiyetin demek daha doğru olacak) yok edildiği, zihnin kontrol altına alındığı, insanların makineleşmiş kitlelere dönüştürüldüğü totaliter bir dünya düzeni anlatan bir eser. Kitapta “Büyük birader” diye biri var. O herkesi gözetleyebilme imkana sahip. Her yere, herkese bir kamera yerleştiriliyor. Kim ne yapıyor, ne konuşuyor, hepsini biliyor. (Bu noktada sosyal medyada yazıp paylaştıklarımızla bizim bütün her şeyimizin bilinmesini, bu bilgilerin istihbarat örgütlerince toplanıp değerlendirilmesini ve ona göre politikalar geliştirilmesini burada hatırlayabiliriz.) 

Kitapta dikkat çeken bir konu da yeni bir düzen kurmak ya da kurulu düzeni sürdürmek için yeni bir dil sözlüğü hazırlanmasıdır. Bu yapay dil önce soyut kelimeleri unutturuyor, sonra da kelime sayısını azaltarak insan beynini düşünemez, tepki veremez hale getiriyor. Kitap dergi diye bir şey kalmıyor. Bir düşman yaratılıyor. Bunun için filmler izletiliyor ve izleyenlerin bu düşmana nefreti körükleniyor. Bunu yapamayan çıkarsa düşünce polisleri gereğini yapıyor. Tutuklayıp buharlaştırıyor. (Bugünkü islamofobia meselesini düşünelim) Televizyon aracılığı ve diğer uygulamalarla herkes aynı şeyi söylemeye, yapmaya yönlendiriliyor. (Çorapsız ayakkabı, erkeklere kırmızı pantolon giydiren bugünkü sistemle mukayese edelim) Geçmiş unutturularak hafıza resetleniyor, tek gerçeğin an olduğu benimsetiliyor. (çağdaş olmak, anı yaşamak, haz ve hız toplumu toplumu olma meselesi)

“Cesur Yeni Dünya” romanı da benzer bir kurguya sahip. O da bir geleceğe dair kabus projesini ele alıyor. Mesela yine aynı. İnsanların köleleştirilmesi. İnsanlar, değiştirilip dönüştürülerek sorun çıkan bireyler olmaktan uzaklaştırılıyor, evlilik kurumu kaldırılıp İnsanlar şişe içinde vücut dışı döllenmeyle seri bantta üretiliyor. Anne, baba, aile gibi kavramlar müstehcen ve yasak kabul ediliyor. Âşık olmak, elde edememek gibi şeyler de komik sayılıyor. Herkes, herkese aittir. Böylece ortaya çıkabilecek yoğun duygular ortadan kaldırılmış olmaktadır. Bunu dünya denetçilerinden biri şu sözleriyle açıklar. “Kişilerin duyguları gereksiz ve toplum için tehlikelidir. Bu yüzden onları duygu yükünden arındırdık.”  Bu bireylerin istendiği gibi olması için üretim bandı üzerinde ilaç, ısı, basınç gibi etkilerle değişim ve dönüşüm sağlanıyor. Kişilerin psikolojik şartlandırmaları ise hipnopedya adını verdikleri uykuda eğitim yöntemi ile yapılıyor.  Örneğin 12 yıl boyunca her gece 150 kez kulaklarına bu amaca uygun sesler yollanarak bu sesler ile istenilen türde gelişimler sağlanmakta bireyler bu üretim bantlarında ve sonrasında amaca uygun olarak yetiştirilmektedir. Hipnopedya sayesinde herkes mutludur; herkes çalışır ve herkes eğlenir. “Herkes herkes içindir.” Edebiyat ve sanat, teknoloji ve sürekli mutluluk gayesi ile unutturuluyor. Shakespeare, Dante gibi yazarlar yasaklanıyor. Nedeni insanların eskilerden hoşlanmasını engellemek, böylece yeniye ve tüketime dayalı bir toplum oluşturmak. Bu sistemin mantığı sistemin canlı kalması ve gerekli olan tüketimi sürekli kılmak için atıp kurtulmak, onarmaktan iyidir. Yama artarsa refah düşer tarzı şeklindedir. “Cesur Yeni Dünya”da birey yok, toplum vardır. Kişilerin yalnız kalması sakıncalı görülmektedir çünkü yalnız kalan bireyler düşünmeye başlayacaktır. Bu ise en son istenen şeydir. Kişilerin yalnız kalmalarını engellemek için insanlar duygusal film, engelli golf gibi aktivitelere yönlendirilmektedirler.

Gidişimiz nereye?

Şimdi aklımıza bu iki yazarın teknolojik gidişatın gelecekte bizi nereye götüreceklerini öngörüp bu kitapları insanlığı ikaz için mi yazdıkları, yoksa insanları zihnen böyle bir geleceğe mi hazırladıkları soruları geliyor. Bunlar ayrıca konuşulabilir ama bizim konumuz açısından mesele şudur: İnternetin bulunuşu ya da sosyal medya, insanoğlunun ilmi ve teknik gelişmesinin tabii bir sonucu olarak görülebilir mi? Eğer öyleyse masum ve gerekli bir buluş/icat gözüyle bakabiliriz. Ama sonuçlarına baktığımızda ortada bir masumiyetin olmadığını, bunların dünyayı köleleştirmek/köyleştirmek, insanları tektipleştirmek isteyen güçlerin uzunca bir süre tasarlayarak ortaya çıkardıkları bir buluş olduğunu anlıyoruz. Bu sebeple bu gün bu iki kitapta anlatılanlar gerçek oldu. Bunun neticesinde hayat, ölüm, aşk, insanlık, geçmiş, gelecek anlayışlarımız değiştiği gibi bu değişimden en büyük payı edebiyat aldı. Dolayısıyla bütün bu özetlenen konular, dijital çağın karşımız çıkardığı sorunlar. Edebiyat ve yazarlık da bu sorunlardan bağımsız değildir elbette.

Şimdiki soru ise şudur: En etkili vasıta mademki sözdür/kelimedir. Dolayısıyla yazarlık toplumsal değişmelerde önemli bir role sahip demektir. Mademki bugün insanlık-edebiyat ilişkileri bağlamında zor bir süreçten geçilmektedir. Öyleyse bir edebiyatçı sözün hakkını korumak adına ne yapacaktır? Ne yapmalıdır? Her şeyden önce şunu söyleyelim. Sonuçta internet de sosyal medya da bir vasıtadır. Değiştirilemez, dönüştürülemez değildir. Mesele bunları bu şekilde kullanan zihniyetle mücadele etmekten geçmektedir. Yapılabilecekleri dijitalleşme öncesi dönemi bilen biri olarak şöyle özetleyebiliriz. Şimdi bana karşı mücadele edemezsin diyen bir sosyal medya varsa ki vardır, öncelikle bu sanrıya teslim olmamak gerekir. Yazmaya, okumaya, kitaba kadim gelenekten de yararlanarak asıl anlamını yeniden kazandırmak lazımdır. Yazar ve okur sorumluluğu geri çağrılmalıdır. Kalemle yazmanın Kur’an’ın insanı tanımladığı ifadelerden biri olduğunu yeniden hatırlanmalıdır. Düşünceyi ve estetiği geri çağırmak gerekmektedir. Amatör ruhu kaybetmemek, kendimiz olmak, özne olmak icap etmektedir. 

Musa’nın asası

Peki, bunu başarabilir miyiz? Ben başarılabileceğini düşünüyorum. Zira Firavun dönemindeki insanları etkileyen, hipnotize eden sihirbazlar geliyor aklıma. Sonra ne oldu hatırlayalım. Bir Musa çıktı ve o büyüyü yine onların vasıtalarını kullanarak bozdu. Tıpkı bunun gibi metafizik olanı geri çağırabilir, zihnimiz etkileyen pozitivist etkileri atabilirsek sağlam bir irade, temiz bir niyet, kararlı bir mücadele ile bunu başarabiliriz. Zira internette ve sosyal medyada da asıl olarak üretilen geleneksel medyada olduğu gibi yine sözdür. (Buna görselliği de eklemek lazım tabi ki) Söz, insana mahsustur. Şayet söz kavramı üzerinde sadece Yunus Emre’nin “Söz” redifli şiirinde söylediği ilkeleri yazarlık anlayışımızda baş tacı edebilirsek yol alınabileceğini düşünüyorum. Burada şunu da ekleyelim. Tüketime dayalı olan şeyler uzun süre etkili olamamaktadırlar. Bu yüzden internet, sosyal medya anlayışı da her an için değişmek zorundadır. İşte bu süreçte olaya hem zihniyet hem de teknik ve bilimsel manada müdahil olunabilmesi halinde teknoloji de insana hükmeden değil insanın emrinde olan bir vasıtaya dönüşecektir. Son sözler olarak şunları söylemek istiyorum. İnsan kaybeden olduğu gibi başarabilen de bir varlıktır. Mesele kendimiz, zihniyetimiz, fiillerimiz hangisine göre hazırladığımızdadır.