Hazreti Ömer döneminde İslam toprakları arasına katılan Kudüs’ün tarihi Müslümanların güncel durumlarını gösteren bir hal aldı. Haçlı Seferleriyle güçsüz düşen İslam toprakları Kudüs’ü kaybetti. Selahaddin Eyyubi’yi Eyyubi hanedanın önüne geçiren Kudüs’ü tekrar İslam toprağı yapmasıydı. Kudüs demek, Filistin demekti, barış demekti. Savaş Kudüs’e kadar uzandıysa insanlığın hali perişan demekti. Kudüs, her zaman Mekke ve Medine ile birlikte anılan mukaddes bir topraktı ve öyle olmaya devam ediyor. Batılı zihnin Kudüs’ü hatırlaması Endüstri Devriminin ardından yeni türeyen zengin sınıfın istekleriyle paralel gelişti. Alman Tapınakçıları, Siyonist Yahudiler birer birer Kudüs’ü hatırlamaya başladı. Koloniler kurdular ve Osmanlının son döneminde adeta açık bir dünya şehrine çevrildi Kudüs.
Falih Rıfkı’nın ifadesiyle Türk’e de sadece bu şehrin topraklarının jandarmalığını yapmak, anahtarlarını taşımak düşmüştü. Rumeli topraklarını kaybının ardından can derdine düşen devlet, Arap nüfusunun çoğunlukta olduğu toprakları bürokrat tayinleri ve iskan politikalarıyla elinde tutmaya çabaladı. (Cüda ismindeki romanım Filistin topraklarına yerleşen muhacir Boşnak kolonisini konu alıyor.) Ardından Cihad-ı Ekber olarak ilan edilen Cihan Harbi başladı. “Tarih, kafiyeyi sever” der Mark Twain. Tarihin garip bir cilvesi olarak Filistin’in kaderi, Yavuz Sultan Selim zamanında olduğu gibi Mısır’la bir arada olacaktı. Süveyş Kanalı üzerinden yapılan askeri sevkiyatı mümkünse durdurmak, değilse yavaşlatmak isteyen müttefikimiz Almanlar, Cemal Paşa’ya bu topraklardaki görevleri tevdi etmişlerdi. Stratejik açıdan başarılı olan Kanal Harekatıyla İngilizler önemli askeri birliklerini Mısır’da tutmak zorunda kalmışlardı. Sonrasında ise kahramanca çarpışan Mehmetçiklere Kudüs’ün anahtarlarını kendi elleriyle İngilizlere teslim etmek kalmıştı. Zeytindağı ve Çekirge Yılı (İhsan et-Tercüman’ın Hatıraları) kitaplarında edindiğimiz intiba, birbirine güvenmeyen Türk ve Arapların zoraki birlikteliklerinin Kudüs’le birlikte tamamen dağıldığı yönündedir. Arap İsyanı veya Arap ve Batı dünyasındaki tanımıyla Arap İhtilali, bir süre daha serap görmeye devam etmiş ve Filistin topraklarının kendilerine bırakılacağı zannını sürdürmüşlerdir. Osmanlı sonrası Cumhuriyet ise acılarını gömdüğü bu coğrafyayı bir süre hatırlamak bile istememektedir. Bunda mesafeli duruş kadar yaşanan acı günlerin yaralarının henüz taze olmasının payı da vardır.
Türklerin 1918’de yaşadığı travmayı Araplar 1967’de yaşayacaklardır. Doğu Kudüs’ün elden çıkışı, Filistin haritasının gravyer (delikli peynir) haline sürüklenmesini hızlandıracaktır. Kudüs artık Araplar için de ıraktır, Filistin uzak bir ihtimaldir. İran’da Humeyni devrimi ardından rejim ihracatı için organizasyon kurulurken Lübnan Şiileri ve küçüklükten ismini duyduğumuz Emel Örgütü Kudüs’ü ve Filistin’i hatırlamaya başlayacaktır. Türkiye’nin katı bir anlayışla Filistin’i hatırlamayı reddetmesi de bu dönemde çözülmeye başlar. FKÖ kamplarında eğitim gören solcular ve İran’a sempatiyle bakan İslami kesim Filistin ortak paydasında buluşur. Bu görünüşte iyi olsa da hastalıklı bir birlikteliktir. Çünkü her iki kesim de Filistin’i emperyalizme ya da Amerika’ya duyulan öfkeye karşı bir araç olarak kullanmaktadırlar. Neredeyse tamamıyla yüzeysel olarak başlayan bu hatırlama sürecinden geriye marşlar, mitingler ve sloganlar kalır. Ancak bu Filistin’i nasıl hatırlamamız gerektiği ve neden aklımızdan çıkarmamız gerektiğine dair de kalıcı dersler verecektir.
Doksanlı yıllar, bizi arkadan vuran Araplar diskurunun zihinsel olarak terk edilmeye başladığı zamanları işaret eder. Filistin-İsrail arasındaki barış görüşmeleri dünyanın en gözde diplomatik temaslarından biri haline gelecektir. Türk televizyoncuların röportaj yapmaya bayıldıkları kefiyeli Arafat ve Hamas’ın efsane lideri Şeyh Yasin, deyim yerindeyse Türkiye’deki “Filistin hacmini” artırır. Bosna Savaşı sonrası gelişen insani yardım kapasitesi Filistin’i hatırlama sürecinde yine önemli kilometre taşlarındandır. Mavi Marmara gemisi ise sadece Gazze için değil tüm Filistin’i hatırlama sürecinde unutulmaz yerini almıştır.
Filistin olarak bilinen topraklar Türk kamuoyunda Kudüs, Batı Şeria, Ramallah, Gazze, El-Halil, Eriha ve Cenin gibi bir çırpıda sayılır hale gelir. Bu aynı zamanda Filistinlilerin de Filistin’i bir hatıra olarak zihinlerine kaydettikleri zamana denk gelir. Türkler ve Araplardan sonra Filistinliler de artık Filistin’i hatırlamaya mecburdur. Filistin ve Kudüs hakkında yazılan kitaplar Kudüs’ün Osmanlı mirasını hatırlatırken Arapların kaleme aldıkları kitaplar daha çok yerinden edilen bir milletin dramına odaklanır. Filistin hatırlama biçimleri biraz farklılaşan coğrafyadır.
Filistin’e gidip Kubbet-üs Sahra’da fotoğraf çektiren kişiler arttıkça daha iyi tanıdığımızı, Kudüs Ey Kudüs’ü okuduğumuzda mevcut fotoğrafı daha iyi anlamlandırabildiğimizi söyleyebiliriz. Sokaklarına vardığımızda ise “bizim” dediğimiz bu coğrafyanın “bize” ne kadar ıraklaştığını anlamamız güç olmuyor. Her sokağı, her eviyle anlayıp bilmediğimiz sürece Filistin’i asla tam olarak hatırlamış sayılamayacağız.
Yorum ekle