Öyle bir zamana denk geldik ki, izleyemediğimiz görüntüleri insanlığımıza şahit kılıyoruz.
Dua etmeye utanır mı insan, çocuğuna bakmaya, başını okşamaya, ona gülümsemeye…
İşte öyle bir durumdayız.
Dünyanın çivisi çıktı çünkü. İnsana dair külliyat yangında kül oldu.
Bütün değer yargıları; akademi, kültür-sanat-edebiyat, hukuk, uluslararası ilişkiler, iletişim, tarih ve felsefe çöktü. Bu büyük çöküşle birlikte ‘artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak’ iyimserliği de yok. Çünkü insan unutur; acıyı da tatlıyı da unutur insan. Olup bitenlere karşı umursamaz olanlara diyecek söz yok.
Bir kalbi olanlar bile her an biraz daha yukarı çekilen dehşet çıtası karşısında alışkanlık ağına düşmekten kurtulamayabilir. Dehşetin çıtası, acının çıtasıdır aslında. Sorun şu ki, senin gördüğün dehşeti veya vahşeti bazı insanlar yaşadı, yaşıyor.
Hepimiz şundan eminiz; izlediğine, gördüğüne alışırsın. Peki insan anbean yaşadığı dehşete/vahşete alışabilir mi? Alışacak kadar yaşayabilir mi?
Gazze’de günlerdir olan şey, soykırım. Soykırım canlı kanlı izletildi bütün dünyaya.
Dünyayı aşağılarcasına.
Acz içinde bırakıldı insan. Soykırıma meşru müdafaa adı verildi.
Acz içinde olmak, soykırıma alışmaktır, soykırım diyememektir.
Aslında insanlığımızı kaybettiğimiz nokta şurasıdır: Güçlüyse her şeye hakkı var! Her şeyi yapabilir! Soykırıma bile yeltense yeridir! Atom bombalarına sahipse, nükleer gücü varsa, güçlü ülkelerin desteğini aldıysa, ekonomik yeterliliği varsa… Güçlüye yöneltilemeyen eleştirilerin mazlumun üzerine kurşun ve bomba olarak yağması elbette bir düşüklüktür. Kendi gücünü bile bile, düşmanla boy ölçüşemeyeceğini bile bile neden zulme karşı geldin ki!? Sırası mıydı!? Güçlünün her şeyi yapma hakkına sahip olduğuna olan inanç zulmün eşiğidir. Zalimin diliyle konuşmak da zulme dahildir. Zalimliktir.
Bazı olaylar bazı düzlemlere aktarılamaz. Zulmün bazı dillerde karşılığı yoktur. Soykırıma uğrayanların kimliği, bazı dilleri zalimin dili kılar.
Bazı diller Netanyahu kadar, Biden, Blinken kadar, Scholz kadar, Macron kadar ve Leyen kadar katildir.
Habermas’ın kamusal alanı, katilin elindeki silahtır mesela.
Habermas’ın kamusal alanı İsrail’in varlığına göre tasarlanmıştır.
O tasarıda Filistinlilere yer yoktur, Filistin diye bir yer yoktur.
Habermas; entelektüel bir Netanyahu, geç kalmış bir Nazi üyesidir.
Habermas’lar üreten vasat, akademiydi ve akademi, soykırım günlerini, atan kalpleri ve haykıran vicdanları listelemekle, fişlemekle geçirdi.
Akademi hiçbir zaman insandan yana olmadı, mazlumdan yana olmadı ama gücü sevdi, zalimin elinde silah oldu hep… Tıpkı gücün elindeki işlevli araçlardan olan medya gibi. Medya tarihinin efsane(?) kuruluşu BBC’nin, İsrail işgalini ve soykırımını normalleştirmek ve insanları buna alıştırmak için çevirmediği ne düzenbazlık kaldı ki?
Bütün kuruluşlardan bağımsız olarak belki de medyanın, gücün dilini kullanan yapısını tartışma konusu etmeliyiz. Kuklayı değil, kuklacıyı hedef almalıyız.
Belki de en büyük yanılgı, global anlatıya olan inançtır.
O anlatıda sen ötekiydin. Sen düşmandın. Seni öteki ve düşman olarak kodlayan anlatı üzerinden kendini anlatmaya çabalıyordun, çabalıyorsun.
Medyada/medyamızda o anlatı egemen.
Sana ait olan güçlü hakikati, o anlatının kalıplarına, şablonlarına ve kurallarına uydururken onu tahrif etmekle kalmıyor, aynı zamanda inandırıcılığını da yitiriyorsun. İşgalci demediğin, istilacı demediğin içindir belki de tarihin 7 Ekim’den başlatılması…
İşgalci haydutları, katilleri yerleşimci olarak sunduğun içindir belki de okulların, hastanelerin bombalanması; bebeklerin, çocukların, kadınların bu kadar rahat katledilmesi…
Kendilerini süper güç olarak tanımlayanların anne karnındaki bebeği suçlayacak kadar küçülmesine, istilacı katili siville aynılaştırarak sen de eşlik etmiş oluyor, küçülüyordun…
Kalbin Ebu Ubeyde’den yana, Gazze’den yana, Mescid-i Aksa’dan yana atarken, kompozisyonda, dünyanın en ahlaksız – insanlıksız – ilkesiz ve çok uluslu terör organizasyonunu güçlendiriyordun aslında…
On yıllardır devam eden işgal ve sistematik soykırımın bu son evresi insanlığın kadim ayırımını bir kez daha gözler önüne serdi:
İyi ile kötünün mücadelesi…
Dili, dini, rengi ne olursa olsun, bedel ödemeyi göze alarak ve bedel ödeyerek iyiden yana tavır alan büyük kalpli insanlar, milletler ve ülkeler tanıdı dünya.
Gıda, su, ilaç da dahil hiçbir şeyin girmesine izin verilmediği ufacık bir kara parçasında bebekler katledilirken, çocukların üzerine tonlarca bomba bırakılırken, hastaneler yerle bir edilip kuşatılırken iyiliği büyüten insanlar…
Zulmü durdurma imkanına sahipken, soykırımı iki hamleyle durdurabilecekken, müzik festivalleriyle adeta katledilen masumların cenazeleri üzerinde tepinen ‘din kardeşlerini’ de gördü dünya. Şuursuz, miskin, sünepe “kardeşler”…
New York kadar yabancı
Paris kadar çıkarcı
Londra kadar sinsi
ve Berlin kadar borçluluk hissiyle dolular …
Bugün dünya diye bir yer yok.
İnsanlık da yok…
İyi ile kötünün keskin mücadelesi var sadece.
Bu kadim mücadelenin alanı ise Gazze ve Filistin…
Dünyanın varlık yokluk savaşı Gazze’de ve Filistin’de veriliyor.
Sahip olduğu imkanlar açısından zayıf da olsa çelik iradeleriyle direnerek iyiliğin bayrağını dalgalandıran Filistin var bir tarafta.
Kalbi iyilikten, Filistin’den yana çarpan güzel insanlar var.
Öbür tarafta anne karnındaki bebeği bile, bile isteye katleden işgalci, istilacı, Siyonist İsrail’in ve suç ortaklarının bayraktarlığını yaptığı kötülük var.
Bu kavgada iyi olan, iyilik için izzetle mücadele eden Ebu Ubeyde ve el Kassam’dır, Filistin’dir. Ve iyilik
elbette kazanacaktır.
Yorum ekle