Yazarlar

Çözüm, Türk Evi’nde

Kıymetli kültür adamı, yazar Beşir Ayvaoğlu’nun, ilk baskısı Kasım 2012’de yayınlanan “Dünyayı Güzelleştirmek – Turgut Cansever’le konuşmalar” isimli eserinden bir bölümü sizlere takdim ediyoruz.

Mütefekkir – mimar Turgut Cansever ustayı rahmet ve minnetle anıyor, bu önemli metni, Türkiye düşüncesinin dijital platformu olarak inşa etmeye gayret ettiğimiz Mücerret’te yayınlamayı bir mesuliyet olarak görüyoruz.

İyi okumalar dileriz.

Mimar gözüyle ev nedir? Barınmak ihtiyacının ötesinde ne anlam ifade eder?

Bir mimarın, en basit bakış açısıyla, karşılaşacağı en büyük meseledir ev. Çünkü dünyada inşa edilen yapıların en büyük kısmını evler teşkil eder. Ev, barınma gibi aslî bir ihtiyacı karşıladığı gibi, aynı zamanda, insanların ve toplumların kendileri için çizdikleri en önemli çerçevedir. Hareketli kültürlerdeki çadır gibi, geçici barınmayı sağlayacak yapı türlerinden değil, belirli bir kalıcılığa sahip olduğu için ayrıca önemlidir. Bizim kültürümüzde evlenen kişi, evvela ev yapmak zorundadır. “Evlenmek” adı üstünde… Ev, önce evlenen çiftin, daha sonra çocuklar doğunca büyüyen ailenin barındığı, çocukların dünyaya gözlerini açtıkları, dünyayı ilk gördükleri, kişiliklerinin oluştuğu, içinde yaşadıkları dünyayı gördükleri, algılayıp anlamlandırdıkları, onlara bir çerçeve sunan, bakış açısı veren yerdir. Ev, insanın hayatı boyunca ailenin yapısındaki değişmeleri de içine alacak şekilde bir çerçeve olarak var olur.

Bu söylediklerinizden, evin, bir toplumun kâinat tasavvuruyla, yaşama tarzıyla, kısacası kültürüyle derin bir ilişkisi bulunduğu anlamını çıkarıyorum.

Önce kültür dediğimiz şeyi kısaca tanımlamak lazım. Genel bir tanımla kültür, evvelki nesillerden bize intikal eden, dünyada yolumuzu çizmemizi, yönümüzü bulmamızı sağlayacak bilgi ve tecrübelerin bir bütünü, bir değerler sistemidir. Ev de elbette bu değerler sistemine göre şekillenir. Düşünün, en basit ortamda, dağda tek başına yaşayan kişi için ev, evvela dış şartlara karşı korunmak içindir. Ancak dağda tek başına yaşayan insan bile, penceresiz kulübesinin kapısını açtığı zaman, dış dünyaya ait bazı şeyleri görmek ister ve evini ona göre düzenler; iklime, topografyaya göre düzenler, mesela topografyanın rüzgârı kestiği yere inşa eder. Başka? Eğer civarda vahşi hayvanlar varsa, evin onlara karşı korunaklı olması da gerekir. O zaman evin kapısından başka dışarıyı gözetleyeceği çeşitli istikametlerde açılmış küçük pencerelere de ihtiyacı vardır. Medeniyet ortamının tamamen dışında evin şekillenmesini etkileyen bu unsurlar, belki mahiyet değiştirmeden şehir içinde de geçerlidir. Ayrıca şehir içinde başka evlerin arasında bir ev söz konusu olacağına göre, bir ev tasarlarken, dağ başında gerekli olmayan bazı başka unsurları da dikkate almak gerekecektir. Mesela mahremiyetin korunması…

Aileyi, aile hayatını mütecessis gözlerden uzak tutmak için…

Evet, insanın eşiyle, çocuklarıyla birlikte bahçesinde, avlusunda oturup konuşur, eğlenirken komşular tarafından gözetlenmeme arzusu da evin şekillenmesini etkileyecek bir faktördür. Tabii sizin evinizde yaşadığınız hayatın da komşuları rahatsız etmemesi gerekir. O halde evinizi öyle tasarlamalısınız ki, komşunuz sizden rahatsız olmasın, siz komşunuzdan… Dış ilişkiler dışında, evin içerisini tasarlarken de yaşama tarzı ve kültür kodları etkili olmaktadır. Meselâ yatak odaları… Çocukların yatak odalarıyla ebeveynin yatak odalarının ayrı olması, ziyaretçilerin yaşanan yere doğrudan girmesi yerine, özel bir yerde kabul edilmeleri vb. Evde aynı zamanda ibadet edileceğini, hanımların misafirlerini belli günlerden kabul edeceklerini vb. düşüneceksiniz. Yani özel hayat ve toplumsal hayatın gerekleri evin tasarımına ister istemez yansıyacaktır.

“Yaşama Makinesi”

Türk evi, sizce böyle ince ince tasarlanmış bir ev midir?

Türk evi planlaması, Müslüman dünyada, bu meseleleri kapsayacak şekilde gelişmiştir, otağdan hareket ederek… Otağ da önemlidir. Aileyi bütünüyle barındıran, ailenin bütününü göz önüne alan bir çerçeveydi. Oda kelimesi otağdan gelmektedir. Otağ iki odadan oluşuyor ve bu odaların arasında hayat denilen alan yer alıyor; ön tarafta bunları birleştiren yer asırlarca üzeri örtülü kalıyor. Sonra bir zenginleşme ve sosyal değişme sonunda yerden yukarıya doğru çıkıyor. Daha sonra bu iki odaya iki oda daha ekleniyor, ancak otağ varlığını muhafaza ediyor. Mahremiyet evde bahçenin sokaktan ayrılmasıyla teşekkül ediyor. Zemin katın büyük duvarı bahçeyi sokaktan ayırıyor. Selamlık odası özel bir yere yerleştiriliyor ve selamlığın girişi ayrı olabiliyor. Harem, mahrem alan olarak selamlık bahçesinden ayrı bir bahçeye sahip olabiliyor. Bütün bunlar zenginleşme ve hayatın farklı yaklaşımlarla teşkilatlanmasıyla ortaya çıkan unsurlar. Sömürgeci Batı dünyasında ise ev, hızla zenginleşen ailelerin gösteriş alanıydı. Bu ev anlayışına, bildiğiniz gibi, yirminci yüzyıl başında evin “yaşama makinesi” olduğu fikriyle karşı çıkıldı, fakat bu karşı çıkışta da, insan hayatının zengin manevî boyutları arka plana itildiği yahut gözden kaçırıldığı için derin bir yanılgı vardı.

Bu “yaşama makinesi” meselesini açar mısınız Hocam?

Batılı zenginlerin gösterişçiliğini yansıtan evlerden söz ettim; on dokuzuncu asırda, Batı’da hakikaten hiçbir ahlaki kaygı taşımadan müsrifçe inşa edilen, cepheleri Gotik, Barok, Art Nouveau gibi her türlü üslupla karmakarışık donatılmış evlerine karşı tepkisini ifade eden Le Corbusier, “Yaptığım nihayetinde bir konstrüksiyondur, yani makine gibi bir şeydir” demişti. Ev, onun nazarında sadece bir yaşama makinesiydi, ancak, makinenin parçalarının ahengi gibi, evde yaşayanların hareketlerini de birbirini tamamlayan ahenkli davranışlar, hareketler, duyarlılıklar olarak görmek lazım geldiğini eklemeyi belki de gereksiz buluyordu. Bunda makine çağının olumsuz etkisini de hesaba katmak lazımdır. Le Corbusier, “Ev bir makinedir” derken, bir makinenin sahip olacağı güzelliğin ötesinde, insanı dünya ile temasa geçiren, dünyanın farklılaşan güzellikler ve nitelikleriyle insanı buluşturan çözümlemelerin belki de yeteri kadar farkında değildi. Bunu şunun için söylüyorum. Çok sonraları 1980’lerde Le Corbusier, Şandigar şehrinin tasarlanması ve inşası kendisine tevdi edildiğinde, oradaki mahallelerde yollar üzerinde birbirine bitişik diziler halinde, herkesi aynı şeyleri seyretmeye zorlayan evler yerleştirdi. Marksist eşitlik ideallerini düşündüren bu tasavvurun getirdiği tekdüzelik ve insanlar bu tekdüzelik çerçevesinde dünyaya bakmaya zorlamak, büyük bir yanılgıdır.

Le Corbusier’un gözünden İstanbul

Le Corbusier İstanbul’da Neler Gördü?

Bu söylediklerinizden, İstanbul’a iki defa gelen ve notlarından anlaşıldığına göre, İstanbul’u mimar gözüyle dikkatle inceleyen Le Corbusier’nin Türk evini anlamadığı sonucunu mu çıkarmak gerekir?

Ev meselesini konuşurken doğrusu Le Corbusier’nin gençlik yıllarından bahsetmek de vazifedir. On dokuz yaşında evvela Balkanlarda Türk şehirlerini gezdi. Defterler dolusu resimler çizdi. İstanbul’a geldi. İstanbul’da üç dört ay kadar kaldı. Yine sayısız deftere İstanbul’un el değmemiş güzelliklerini çizdi. İstanbul’dan ayrılırken Galata’dan bindiği vapurda herhalde, güvertede akşamüstü yazdığı cümleler çok önemlidir. Galata’dan hareket ettiğinde hemen şunu söylüyor: “Türkler, Allah’ın yarattığı en müstesna güzelliklere sahip küçük meyillerle yükselip alçalan ve tepelerle tezyin edilmiş yarımada üzerinde bu tepelere dahil ettikleri abideleriyle büyük camileriyle Allah’ın yarattığı bu nadir güzellikte araziye erişilmez güzellikler ilâve etmiş bulunuyorlar.” Gemi Ahırkapı civarına geldiği sırada yazdıkları da şöyle. “Büyük abidelerin kaidelerinden itibaren denize doğru az meyilli geniş saçaklarla altındaki pencere dizileriyle tezyin edilmiş ve saçakların ve cumbaların geniş gölgeleriyle gölgelenmiş, koyu mor boyalı ahşap evlerin arasındaki ağaçlarla oluşan şehir dokusu bu büyük abidelerin kaidelerinden denize kadar sarkıtılmış muhteşem bir İran halısını hatırlatıyordu. Gemi biraz daha uzaklaşınca büyük abidelerin arasındaki boşluklardan uzaklarda dumanlar çıktığını gördüm.” Yani, yangın… Le Corbusier, İstanbul’un büyük bir kısmını yok eden yangının başlangıcını görerek Fransa’ya dönüyor. Bir-iki sene sonra da CIAM düzenleniyor.

 

CIAM Kararları

CIAM nedir efendim?

Congres International Architect Modern, Uluslararası Modern Mimarlar Kongreleri… Bu kongrelerden birinde, 1925’de sunduğu tebliğde Le Corbusier “ev nasıl olmalıdır”ı anlatıyor, diyor ki: “Ev toprağa oturmuş bir yapı olmamalı, yerden yükseltilmiş bir yapı olmalı.” Balkanlar ve İstanbul’daki bütün evler böyle. Yani Türk evini modern evin kuralı olarak getiriyor. Orada alınan altı-yedi temel karar arasında Türk evinden alınmış unsurlar var. Bu kararlardan en önemlisini şöyle özetleyebiliriz. Ev zemine oturmuyor, zeminden yükseltilmiş, altında mekânın kesintiye uğramadan devam ettiği bir yapıdır. Bu CIAM kararları alındığı zaman toprak radyasyonunun sağlığa zararları dünyada tartışılıyordu.

O halde, Le Corbusier Türk evinin farkında…

Elbette farkında. Onun varlığını tespit ettiği Türk evi sokaktan bir duvarla ayrılıyor, ev direklerin üzerine basıyor, yaşanan kısmı, bir kat yükseltilmiş üst kat oluyor. Türkiye’de, 1940-50 yılların da mimarlar arasında çok konuşuldu. Bu meseleyi hareketlendiren isimlerden birisi de Ernst Diez idi. Diez, mimari tarihini anlatırken evi de anlatıyordu. Türk evinin bir “hareketli kültür” ürünü olduğunu, hareketli kültürde değişmeyen şeylerin toprağa bağlı değil, topraktan bağımsız olması gerektiğini insanlık tarihinden örneklerle açıklıyordu. Ev toprak üstüne basmayınca, topraktan yükseltilince evin planlanması, zeminden gelen şartlarla değil, bir üst varlık tasavvuru ve dolayısıyla bir üst iradeyle oluşuyordu. Transandantal bir düşünce sisteminin, varlık sisteminin gereği olarak bu şekilde tasarlanıyordu. İslami transandantal düşünce ve varlık tasavvurunun gereği olarak böyle tasarlanıyordu. Türk evinin kökenindeki hareketli kültür unsurları arasında “oda”nın otağdan geldiğine işaret etmiştim. Bu kültürün içinden İslâmiyet’e geliniyor. İslamiyet dinamik bir din, dolayısıyla dinamik bir kültür yaratıyor. Bu da varlığı donmuş bir şekilde tasavvur eden Batı varlık tasavvurunun ötesine geçen bir anlayışı getiriyor.

 

“Her Dem Yeni Doğarız”

Bu hareketli kültür evin sadece tasarımına değil, teknolojisine de yansıyor olmalı.

Hiç şüphesiz, zaten benim asıl gelmek istediğim mesele bu. Ev, esas itibariyle, hafif malzemeyle meydana getirilmiş bir yapıdır Türk kültüründe. Kuru yapı teknolojisi. Parçalar birbirine metallerle bağlanıyor. Bu parçaları sökme halinde evin tadil edilmesi, üzerine ekler yapılması imkanı var. Bu da namütenahi öneme sahip bir kültür meselesi. Fususü’l-Hikem’in Şuayb Peygamber faslı, varlığı ne kadar kalıcı, ne kadar değişme halinde olduğunun tartışıldığı bir bölüm. Burada varlığın arazının sürekli değişmeye mahkum olduğu anlatılıyor. Müthiş bir metin. Peki, varlığın arazı değişiyor, cevher de değişiyor mu? İbnü’l-Arabi cevherin de değiştiğini anlatıyor, sonra Rahman Suresi’nin 32–33. ayetlerini zikrediyor. Allah’ın “Ben her ân ayrı bir şe’ndeyim” şeklindeki ifadesi ile oluşan bu anlayış, İslâm kültürlerinin, varlığın her an değişen yapısına kayıtsız şartsız uyma iradesinin kaynağı, Türk-İslam şehirlerinin varlıkta bu değişmeye uygun evler ve şehirler yapma iradesinin kaynağı…

Yunus da bu fikri, “Her dem yeni doğarız bizden kim usanası” diye ifade ediyor. Peki, efendim, mesela Kütahya’da bir ev inşa eden usta bu felsefenin farkında mıydı? Bu davranış biçimi nasıl oluşuyordu?

Elbette farkındaydılar. Standartlar Enderun’da ve Hassa Mimarlar Ocağı’nda belirleniyordu. Bu Ocak 25-30 kişi; büyük abideler onlar tarafından yapılıyor, yeni üslûp standartları onlar tarafından geliştiriliyor. Ondan sonra Osmanlı Devleti’nde yüz binlerce kalfa, yani halife var; kalfa deyince bugünün kalfaları aklınıza gelmesin. Onlar en üst düzeyde yetişmiş elemanlardır; teknoloji açısından, insanların ihtiyaçlarını karşılama açısından, mimari üslûp açısından, ayrıca şehirde yapılar arası münasebetlerle ilgili kuralların ve standartların tesis edilmesi, mahallî gerçeklere ve ihtiyaçlara göre en dürüst şekilde çözüm üretilmesi açısından çok bilgili, yetenekli ve yetkili görevlilerdir. Mimarbaşı, böyle bir ortamın merkezî şahsiyeti… Standartlar kalfalar vasıtasıyla ülke çapında uygulanıyor. Ustalar, bulundukları yörenin şartlarını da göz önüne alarak bu standartlara göre ev yapıyorlar. Bir standartlar düzeni olmadan, o harikulade şehirlerin meydana gelmesi nasıl mümkün olur? Bir arkadaşım var, Aydın Germen, küskün olarak bir dağ köyünde yaşıyor; iktisatçı, sosyal bilimci. Amerikalı bir dostu, 1967 yılında bir dünya seyahatine çıkıyor ve İtalya’dan sonra Türkiye’ye geliyor.

Diyorlar ki, “Mutlaka Bursa’yı da gör!” O da kalkıp Bursa’ya gidiyor, oradan İstanbul’a geliyor. Bütün Avrupa şehirlerinden başka Japon ve Çin şehirlerini de görmüş bir adam. Diyor ki: “Dünyada şehir denebilecek iki şehir vardır; biri Floransa, diğeri Bursa… Floransa bile, Bursa’nın yanında iç karartıcı, karanlık, pis bir şehir!” Bursa o tarihte yeşilin her tonunun köpürdüğü bir şehircilik harikası…

 

Hocam, çocukluğunuzu yaşadığınız Bursa, anlaşılan, hafızanızda silinmez izler bırakmış.

Bursa, inanılmaz bir şehirdi; hafif malzemeyle, ahşapla inşa edilmiş evlerin, her biri bir ziynet olarak küçük sokaklarda yan yana gelip şehri oluşturduğu, narinliğin yanında vakarın ve yüceliğin her köşesinde yaşandığı bir şehirdi, insanlığa Osmanlılar tarafından hediye edilmiş bir cennetti. Ancak üç dört asırda bir biçimlerinin hafifçe değiştiği pencerelerin diziler halinde ev cephelerini tezyin ettiği ve cumbalarından insanların üç istikamete bakabildiği bu evler, arka bahçeleriyle beraber insan çevresine benzeri ancak Osmanlı dünyasında rastlanabilecek bir zenginlik sağlıyordu. Bu hususu çağın büyük mimarı Le Corbusier’nin bir evinde, bir konut projesinde dünyaya nasıl bakacaklarını gösteren krokisiyle karşılaştırmak aydınlatıcıdır. Bu kroki, Marsilya’da inşa edilen bir konut blokuyla ilgilidir. Le Corbusier, apartmanın dünyaya açılan balkonunda insanın o balkondan ayakta sonsuzluklara baktığını gösterir. Ama bu, sonsuzluklara tek istikamette bir bakıştır. En basit, en fakir insan bile, Bursa evinin cumbasından en az dört istikamete bakar. Cumbanın iki yan penceresi, cumbanın üzerindeki pencereler, cumbanın üzerinde sofanın üzerine açıldığı arka bahçedeki ağaçlara ve çiçeklere bakmak üzere… Hz. Peygamber’in “Bak, her şeye bak, gökteki yıldıza, aya, yere, toprağa, her şeye bak” mealindeki emrinin gereği olarak Türk evinde insan bir tek yöne bakmaya emredilmiş bir varlık değil. Osmanlı evi, insana evden her yöne bakma imkanı verdiği gibi, şehir de, evden dışarı bakan insan sonsuz bir görüntü zenginliği sunar. Birbirine benzeyen yapı dizileri değil… Şehir düzenlemesinde Batı’da eşi hiçbir zaman oluşmamış, Doğu kültürlerinde de benzerine nadir rastlanan bu güzellik, bakış açılarının bu zenginliği, Osmanlı evinde ve şehrinde insanlara adeta tabii tavır olarak kazandırılmıştır. Sadece Bursa’da değil, bütün Osmanlı şehirlerinde böyle.

Bir yazınızda yahut sizinle yapılmış bir röportajda okumuştum. Dolmabahçe Sarayı’nın mimarı Sarkis Balyan, kendi evini Türk evi tarzında yapıyor.

Evet, bu müthiş bir hadisedir. Ben Kuzguncuk’taki bu evi hatırlıyorum, tipik bir Osmanlı eviydi. Çok önemli bir husus bu. Ermeni olmasına, Ortodoks olmasına rağmen evini yaparken İslami çözümlemeyi tercih ediyor. Merkezî iradenin, Batıdan etkilenmiş merkeziyetçi tavır hâkim olunca Osmanlı dünyasına, ferdi telakkilerinden farklı binalar, saraylar yapıyor, kendisi için ev yapmak istediğinde Osmanlı tarzını tercih ediyor. Bunu merkezin iradesiyle yapılıp edilene bir çeşit muhalefet şerhi olarak okumak mümkündür. Eldem’in Boğaziçi Anıları kitabında Balyan ailesinin evinin fotoğrafları var. Zamanla eskidi, yıkıldı. İçerisinde yakın zamana kadar torunları oturuyorlardı.

 

Çağımızda Türk Evi Mümkün mü?

Hocam, biraz da evin içine girelim, ne dersiniz?

Türk evi esas itibariyle tek katlıdır. Az önce belirttiğim gibi, bu tek kat zeminden yükseltilmiş kattır. İlk evler, bir sofa üzerinde birkaç odanın dizilmesiyle meydana geliyordu. Bunlardan günümüze ulaşan var mı, bilmiyorum. Ancak Sedad Hakkı Bey’in Antalya’da planlarını rölove ettirdiği büyük konak, Vezirköprü’de Sokullular Konağı, direklikler üzerinde uzamış bir hayata açılan odalardan ve onların aralarındaki hayat genişlemelerinden oluşmaktadır. İnci dizisi gibi dizilmiş odaların bu düzeni, bu yapıların planlarına ve ruhuna da, bunların asli ifadesi olan tezyiniliğin ulaştırılmış olduğunu göstermektedir. Böylece Türk evi hem heyet-i umumiyesiyle, hem de bütün unsurlarıyla, Hz. Peygamber’in ifade ettiği şekilde insanın asli vazifesi olan dünyayı güzelleştirme görevini gerçekleştirme bilincinin ve iradesinin yansımasıdır.

Türk evini diriltmek, hâlâ Türk evi yapmak mümkün müdür sizce?

Ümitsizlik kafire hastır. Türkiye’nin şehirleşme problemini çözebilmek için dünya şehirleşmesinin başarısını temin etmek için Türk ev mimarisinin temel ilkelerinin, dolayısıyla o ilkelere oturan ürünlerin hayata geçirilmesi gerekiyor. Ayrıca ümit burada yatıyor. O ev, her an değişen dünyada her şeyin değiştiği ortam da üzerine ilave alabiliyor. Üzerinden parça çıkartılabiliyor. Çeşitli aile büyüklükleri için kullanılabilirliği var. Ve şehrin yoğun olması, şehrin iktisaden yapılabilir olmasını da sağlayan Türk evinde odaların çok maksatlı kullanılma imkânı dolayısıyla yapı hacminde çok ciddi tasarruflar sağlayarak ülkemizin ve dünyanın şiddetli ihtiyaç duyduğu çok büyük sayıda insanlara konut üretiminin iktisaden mümkün olması sağlanmış oluyor. En yüksek kültürel değerlere sahip olan evler… Bu bilginin doğrusunu bilenler tarafından bugünkü karanlık cehalet dönemine ışık tutması icap ediyor.

Paolo Soleri gibi mimarların “tutumlu kent” projeleri var. Türk şehri ve Türk evi hazır projedir, diyebilir miyiz?

Türkiye’de kimsenin umurunda değil, ama dünyanın en zengin ülkelerinde bile, tasarruf için odaların farklı maksatlarla kullanılmasını sağlayacak şekilde nasıl tasarlanabileceği araştırılıyor. Japon ve eski Türk evlerinde olduğu gibi. Oturma odası, misafir odası, yatak odası gibi ayrımlar yerine, mesela günlük hayatın cereyan ettiği odanın ebeveynin yatak odası haline dönüştürülmesi, yani yatağı yüklükten alıp sermek, yani odanın gece kullanılışıyla gündüz kullanışını bir araya getirmek, neredeyse ev hacmini yüzde yirmi-otuz küçültecek bir uygulamadır. Bu tür çözümler ülkemizde cahilce bulunup önemsenmezken dünyada konut planlamasının il tasarruf alanı olarak uygulanıyor.