Yazarlar

Barbie ve Oppenheimer sandığınızdan daha çok ortak noktaya sahip

Yazının Orjinali: https://foreignpolicy.com/2023/07/25/barbie-oppenheimer-movie-review-gerwig-nolan-trinity-test-feminism/

Her iki film de Amerikan ikonlarının karmaşık mirasının kefaretini ödemeye çalışıyor, fakat yalnızca biri başarılı. 

Bir çöl manzarasının ortasında vizyoner bir kişi, bildiğimiz gibi dünyayı sonsuza dek değiştirecek bir icadı ortaya çıkarttı.

Bu, Christopher Nolan biyografisi Oppenheimer’ın “atom bombasının babası” adını taşıyan J. Robert Oppenheimer hakkındaki filmin doruk noktasıdır. Aynı zamanda bağımsız yönetmen Greta Gerwig’in yönetmenliğini ve ortak yazarlığını üstlendiği ve Oppenheimer ile aynı gün gösterime giren Barbie filminin de açılış sahnesi.

İki film de temelde farklı tema ve tonları işlemesine rağmen – biri insanın kibri ve nükleer kıyamet tehdidinin dramatik bir incelemesi, diğeri ise Mattel’in ikonik moda bebeği hakkında neon ışıklı boğuşması – vizyon tarihlerinden çok daha fazla ortak noktaya sahipler. Her iki film de, iki Amerikan ikonunun karmaşık miraslarını ve onlarla nasıl mücadele edileceğini ve hatta belki de kefaretini nasıl ödeyeceğini ele alıyor. 

Oppenheimer’da çöl sahnesi, 16 Temmuz 1945’te New Mexico, Los Alamos yakınlarında dünyanın ilk nükleer bomba patlaması olan Trinity testini tasvir ediyor. Zeki ama kusurlu bir teorik fizikçi ve ekibinin geri kalanı, silahı geliştirmek için deliler gibi çalışıyor. Naziler onları yenmesin diye Amerika Birleşik Devletleri için ve daha sonra korkunç icadı test etmek için gizli laboratuvarlarının yakınındaki kasvetli, ay beyazı kumlarda toplanıyorlar. 

Geri sayım sayacı 00:00:00’ı gösteriyor, meşhur büyük kırmızı düğmeye basılıyor ve bir patlama gökyüzünü aydınlatıyor – hızla yükselen ve giderek bir cehenneme dönüşen kör edici beyaz bir flaş. Oppenheimer geçici bir koruyucu bariyerin ardından yarattığı şeye hayranlıkla bakarken etrafa derin bir sessizlik hakim.

Aniden, farklı türden patlamalar yaşanmaya başlıyor, insan dehşetinin önsezileri ve icadının yaşatacağı tarifsiz acılar. Nolan, izleyicilere açık bir şekilde bunun dünya ve kişisel olarak Oppenheimer için çok önemli bir an olduğunun sinyalini veriyor, çünkü bir zamanlar sadece teorik bir fikir olan bu şey korkunç bir şekilde gerçek oldu. Hem kelimenin tam anlamıyla hem de mecazi olarak (radyoaktif) yayılma, Oppenheimer’ın kontrolü dışında olacak. 

Barbie’nin kritik çöl sahnesi, filmin doruk noktasında değil, en başında yaşanıyor. Film, Stanley Kubrick’in klasik 1968 bilim kurgu filmi olan 2001: A Space Odyssey’deki ünlü “The Dawn of Man” sahnesinin bir parodisiyle başlıyor. Kırmızı-turuncu bir gün doğumu kayalık bir çöl manzarasını aydınlatırken, bir dış ses (Dame Helen Mirren) konuşmaya başlıyor: “Dünya döndüğünden beri, ilk küçük kız var olduğundan bu yana oyuncak bebekler var. Ama oyuncak bebekler her zaman ve sonsuza dek oyuncak bebeklerdi.” Ekranda, Richard Strauss’un “Also Sprach Zarathustra”ının uğursuz notalarıyla vurgulanan küçük kızlar kanyonun tozlu duvarları arasında oturmuş oyuncak bebeklerle oynuyorlar.

“Ta ki o ana kadar.” diyor Mirren. Ve sonra açıklama geliyor: Küçük kızlar, ilk Barbie bebeğinin siyah ve beyaz çizgili mayosunu giymiş, devasa, yekpare boyutlu Margot Robbie’yi görmek için yukarı bakıyorlar. Robbie güneş gözlüklerini kaldırıp göz kırpıyor. Küçük kızlar şaşkına dönüyorlar ve klasik bilimkurgu filmlerindeki maymunlar gibi öfkeyle oyuncak bebeklerini yere fırlatmaya başlıyorlar. 

İşte Barbie ve Oppenheimer arasındaki temel paralellik: Görünüşte iyi niyetli ama yarattıkları onarılamaz zararlara neden olan iki ikonik Amerikalı mucit. 

Bu, Barbie’nin efsanevi mistik hikayesidir: Bir zamanlar, küçük kızlar, onları iyi bir eş ve nihayetinde anne olmayı istemeleri için sosyalleştirmeyi amaçlayan oyuncak bebeklerle oynarlardı. Ardından, 1959’da küçük kızların sadece eş ve anne olmaktan daha fazlasını hayal edebilmeleri için yetişkin bir kadın vücudu, yetişkin kadınların modası ve yetişkin kadınların kariyerleri olan bir oyuncak bebek icat etmeye karar veren Ruth Handler geldi. Sonrası peş peşe gelişmeler… Doktor Barbie, şef Barbie, bilim insanı Barbie, profesyonel kemancı Barbie ve daha fazlası gibi yinelemeler sayesinde Barbie, genç kızları bir ihtimaller dünyasına açtı. Buna karşılık da Mirren, “Feminizmin ve eşit hakların tüm sorunları çözüldü” diyor.

Pekala, o kadar da hızlı değil: Mirren son bir keskin cevap daha ekliyor: “En azından,” diyor, “Barbie’ler böyle düşünüyor.”

Böylece Gerwig, filmi canlandıran o gerilimi ortaya koyuyor: Handler, genç kızları güçlendirmek ve onlara ilham vermek için feminist bir oyuncak icat etmeye koyuldu. Ancak 2023’te seyirciler arasında oturan bizler, işlerin görünenden farklı geliştiğini biliyoruz. Aradan geçen yıllarda Barbie, feministler ve diğer eleştirmenler tarafından pek çok ‘günah’ nedeniyle eleştiri yağmuruna tutulacaktı: olumsuz vücut imajı sorunlarına, yeme bozukluklarına ve ergenlik öncesi kızlar arasında depresyona katkıda bulunan gerçekçi olmayan ve zararlı güzellik standartlarını teşvik etmek; çeşitlilikten yoksun ve beyaz üstünlüğü, yetenekçilik ve heteronormativiteyi sürdürmek; kadınları nesneleştirmek; tüketiciliği ve kapitalizmi teşvik etmek; ve hatta sera gazı emisyonlarına katkıda bulunmak. 

Ve işte Barbie ile Oppenheimer arasındaki temel paralellik: Görünüşte iyi niyetli ama yarattıkları onarılamaz zararlara neden olan iki ikonik Amerikalı mucit. Öyle ki hikayelerini çok modern bir bakış açısıyla anlatmak için yola çıkan, onları insanlaştıran ve aynı zamanda zararlı miraslarına değinen iki ikonik Amerikalı yönetmen (Nolan, İngiliz-Amerikan).

Ancak Nolan’ın görevi çok daha zor olsa da – Barbie’nin yıllar boyunca genç kızların ruhlarına ne kadar zarar verdiğini düşünürseniz düşünün, Hiroşima ve Nagazaki’ye yapılan bombalamaların insani kaybıyla karşılaştırılamaz. Onlarca yıllık nükleer testler veya nükleer silahlanma yarışının maliyeti ise cabası – işin garibi, sonunda kefaret işini çok daha ciddiye almış olan isim Gerwig oluyor.

Açılış sahnesinin de gösterdiği gibi, Barbie filmi, seyirciye daha en başından kendisinin farkında olduğunu gösteriyor. Barbie, sorunlu olduğunu biliyor. Konu oraya doğru gidecek hissi. 

Ve öyle de oluyor– neredeyse aşırıya kaçma noktasına kadar. 

Filmin temel konusu şöyle: Barbie, kendisinin ve arkadaşlarının Beyaz Saray’dan Yüksek Mahkeme’ye kadar her şeyi yönettikleri mükemmel pembe plastik bir dünya olan Barbie Ülkesi’nde mutlu bir şekilde yaşamaktadır. İsteyebilecekleri her şeye sahip oldukları rüya evlerden rüya arabalara, rüya gibi erkek arkadaşlara (Ken) kadar – sonuncusunu aksesuardan biraz daha fazlası olarak görüyor.

Ancak Barbie’nin mutlu feminist ütopyasında birdenbire işler ters gitmeye başlar ve bunu düzeltmek için Barbie, kendisiyle gitmekte ısrar eden Ken’in refakatinde gerçek dünyaya -bizim dünyamıza- yolculuk etmek zorunda kalır. Bunu yaptığında, inandığının aksine (Mirren’in bize açılış sahnesinde söylediği gibi), Barbie’lerin icadının gerçek dünyadaki cinsiyet eşitsizliğini çözmediğini fark eder. Gerçek dünyada, Barbie yalnızca ataerkinin egemenliğiyle değil (örneğin, Mattel’in CEO’sunun Will Ferrell tarafından canlandırılan bir erkek olduğunu keşfeder), aynı zamanda genç kızların ondan nefret ediyor göründüğü gerçeğiyle de karşı karşıyadır.

Erken olduğunu düşündüğüm çok önemli bir sahnede, Robbie’nin Barbie’si, oyuncak bebek ve kültürel sembol Barbie’de yanlış olan her şey hakkında sert bir monolog sunan ultra havalı Z kuşağının temsilcisi genç Saşa ile yüzleşir.

Temel olarak, gerçekçi olmayan güzellik standartlarını teşvik etmekten, yaygın kapitalizmle gezegeni yok etmeye kadar, yıllar boyunca Barbie’ye yöneltilen tüm eleştirilerin bir listesi ile birlikte. Barbie hüsrana uğrar.

Greta Gerwig işini biliyor – Barbie’nin günahlarının kefaretini ödemek (ve evet, Mattel’in daha fazla oyuncak bebek satmasına yardım etmek) – ve görevini tam olarak anladığını herkesin bilmesini de sağlıyor.

Bu arada, Ken’in ataerkilliği paralel keşfini ve bunun Barbie Land’deki boyun eğdirilmiş hayatından ne kadar harika ve farklı göründüğünü içeren bir alt plan var. Ken, Barbie Ülkesine geri döner ve gücü ele geçirerek erkek haklarını uygulatmaya devam eder. Barbie’nin rüya evini, Barbie’lerin erkeklere hizmet verdiği bir eve dönüştürür, “her gece erkeklerin gecesi!”

Barbie, Ken’i devirmek ve Barbie Ülkesi’nde kadın gücünü geri getirmek için Saşa ve annesinin (America Ferrera’nın canlandırdığı) – endişeli Barbie gibi yeni, daha gerçekçi Barbie’ler için gizlice fikirler hayal eden bir Mattel çalışanının – yardımını ister. Yol boyunca Ferrera’nın karakteri, gerçek dünyada kadın olmanın ne kadar zor olduğuna dair filmin diğer önemli bir feminist monologunu aktarır. 

Ataerkillik gibi kavramların tekrarlanan sözlerinde olduğu gibi monologlar da imalıdır. Film, her sahnesinde ve neredeyse her ifadesinde feminizm yanlısı mesajla izleyicinin kafasına vuruyor. Gerwig işini biliyor – Barbie’nin günahlarının kefaretini ödemek (ve evet, Mattel’in daha fazla oyuncak bebek satmasına yardım etmek) – ve görevi tam olarak anladığını herkesin bilmesini de sağlıyor. 

Ancak Gerwig’in bağımsız bir film yapımcısı olarak geçmişinin ve gerçek yeteneğinin parladığı ve mesajı daha imalı ama sonuçta daha etkili bir şekilde iletebildiği anlar filmin daha sessiz, daha hassas anlarında. Barbie’nin gerçek dünyada ilk kez yaşlı bir kadın gördüğü (Barbie diyarında yaşlılar ve kırışıklar yok tabii ki) ve kırışıklarına rağmen kadının ne kadar güzel olduğu karşısında şaşkına döndüğü sahne. Ya da Barbie’nin merhum yaratıcısı yaşlı Handler (Rhea Perlman tarafından canlandırılan) ile sessizce konuştuğu sahneler… Barbie adının Handler’ın oyuncak bebeği icat etmesi için kendisine ilham veren Handler’ın kızı Barbara’ya bir saygı duruşu niteliğinde.

Özeti itibarıyla, abartılı mesajlarında biraz beceriksiz olsa bile, Barbie’nin mirasının çirkin yönlerinden çekinmeyen bir film olmuşa benziyor. Yüzlere, kırışıklıklara ve her şeye değiniyor. 

Trinity testine dönecek olursak… 

Yukarıda Trinity test sahnesinin Oppenheimer’daki doruk noktası olduğunu söyledim, ama aslında durum bu değil. Dünyanın en yıkıcı silahını yaratmasıyla tanınan adamın karmaşık hayatı ve mirası hakkında bir film için bu, doruk noktası olmalı. Bunu mucidin, icat ettiği şeyin on binlerce Japon sivili öldürmekte kullanıldığı ve tüm insanlığı yok etmekle tehdit eden bir silahlanma yarışını ateşlediği gerçeği ile yüzleşmesiyle takip edeceğini tahmin edebilirsiniz.

Bu sahneler orada oynatıla dursun, Nolan’ın anlatmak istediği diğer hikayenin yanında kısa bir kayıtsızlık veriliyor: Bir zamanlar bir Amerikan kahramanı olarak kabul edilen Oppenheimer’ın savaş sonrası yıllarda ülkesi tarafından nasıl kötü muamele gördüğü gerçeği. McCarthy döneminde komünistlerin ülkeye sızma korkusu ülkeyi sararken, Oppenheimer’ın Komünist Parti ile önceki bağları (kendisi partiye hiç katılmadı, ancak yakın aile üyeleri ve üye olan arkadaşları vardı fakat çeşitli solcu davaları destekledi) gizemli bir şekilde zaten iyi belgelenmiş olmasına rağmen FBI’ın dikkatine yeniden sunuldu. Güvenlik izni iptal edildi ve ABD hükümetiyle nükleer konularda zirve yapan kariyeri sona erdi. 

Sıkı durun. En acıklı olan, iki Japon şehrinin kıyamet gibi yıkımı değil, bu hikayedir. Filmin üç saatlik süresinin çoğu – ve neredeyse üçüncü perdesinin tamamı – ülkesi için çok şey yapan bu adama yapılan büyük kötülük olarak açıkça görmemiz gereken şeye odaklanıyor. Filmin asıl doruk noktası Trinity testi ve hatta (filmde gösterilmeyen) Japonya’nın bombalanması değil, Oppenheimer’a kimin ihanet ettiğini, ve ihanet edenin güvenlik dosyasını FBI’a teslim ederken öğrendiğimiz andır.

Bu, kömürleşmiş ve radyasyona maruz kalmış bedenlerin görüntüleri değil, seyircilerde nefesi kesmesi amaçlanan şok edici açıklamadır. Hatta o görüntüler biz izleyicilere bile gösterilmiyor. Oppenheimer ve ekibine Hiroşima ve Nagazaki’nin sonrasına ait fotoğrafların gösterildiği sahnede, Oppenheimer görüntülere tepki verirken kamera Oppenheimer’ın yüzüne sımsıkı sabitleniyor. 

Oppenheimer açısından bir korkaklık bu, evet, ama aynı zamanda Nolan için de. Gerçekten de, atom bombasının ürkütücü etkilerine dair elde edebildiğimiz tek an, Oppenheimer’ın hayal gücünde beliriyor ve o zaman bile, şok değeri için kullanılan küçük sahneler: kendisine hayranlık duyan bir kadın meslektaşının pürüzsüz yüzündeki deri dalgalanıyor; Oppenheimer yanlışlıkla bir çocuğun vücudunun yanmış, yüzü olmayan kabuklarına basıyor; radyasyonun etkilerinden kusan diğer bir erkek meslektaş. Japon kurbanlardan hiçbir görüntü yok. Teorik olarak meçhul kalıyorlar. 

Japon kurbanlardan hiçbir görüntü yok, Teorik olarak meçhul kalıyorlar. 

Nolan, Hiroşima ve Nagazaki bombalamalarını sterilize etmek için değil, filmdeki olayları Oppenheimer’ın bakış açısından göstererek tasvir etmeyi seçtiğini söyledi. New York’ta filmin bir gösteriminde Nolan, “O sırada Oppenheimer’ın bildiğinden çok daha fazlasını biliyoruz” dedi. 

“Hiroşima ve Nagazaki’nin bombalandığını tüm dünya gibi O da radyodan öğrendi.”

Ancak film hakkında verdiği çok sayıda röportajı okurken, Nolan’ın Oppenheimer’ı temelde trajik bir kahraman olarak gördüğü de açıkça görülüyor – Nolan, Oppenheimer’ı defalarca “ yaşamış en önemli kişi” olarak adlandırdı – ve Oppenheimer’ın öyküsünü belirgin bir şekilde Amerikalı olarak görüyor. Atom Bilimcileri Bülteni’ne verdiği demeçte “Oppenheimer öyküsünde, Amerika’nın dünyadaki benzersiz modern gücüne ilişkin harika ve korkunç olan her şeyi gördüğünüze inanıyorum” dedi. “Bu çok ama çok Amerikan hikayesi.”

Nolan’ın filminde, Oppenheimer’ın bakış açısına ve ülkesi tarafından nasıl trajik bir şekilde ihanete uğradığına bu kadar çok zaman ayırmasının nedeni kısmen filmin orijinal bir hikaye değil, daha çok büyük bilim insanının Pulitzer Ödüllü biyografisinin bir uyarlaması olmasıdır. Amerikan Prometheus: J. Robert Oppenheimer’ın Zaferi ve Trajedisi. Bu kitap aynı zamanda Oppenheimer’ın güvenlik yetkisinin elinden alınmasını filmin merkezine yerleştiriyor. Ancak bu, Nolan’ın uyarlamasında aynı şeyi yapması gerektiği anlamına gelmiyordu. Bu bir seçimdi. Sonuç olarak askeri teknoloji yazarı Kelsey Atherton’ın yerinde bir yorum yaptı ve “atom silahlarının en büyük kurbanının Oppenheimer’ın izni olduğuna dair 3 saatlik bir tartışma” olarak tanımladı filmi.

Amerikalıların, ülkelerinin geçmişini ve bugünü nasıl şekillendirdiğini hesaba katmak için mücadele ettikleri bir zamanda – çocuklara köleliğin mirasını ve Jim Crow’u nasıl öğretecekleri (hatta öğretip öğretmeyecekleri) konusundaki kavgalardan; Rusya’nın Ukrayna’ya savaş açma kararında NATO’nun genişlemesinin rolü (veya genişlememesi) üzerine bu sayfalarda da dahil olmak üzere tartışmalara; ABD’nin Afganistan’daki savaşında sayısız başarısızlıkla ilgili geriye dönük incelemelere; ve ötesine – şu anda sinemalardaki en büyük iki filmin, iki Amerikan ikonu olan nükleer bomba ve Barbie’nin mirasıyla yüzleşmeye çalışması anlaşılır ve hatta belki de etkileyici.

Ancak bu mirasın en çirkin yönleriyle karşılaşmama dürtüsü güçlü olmaya devam ediyor ve Oppenheimer onlarla asla tam olarak yüzleşmiyor.

Çeviri: Mesut Özcan