“Sahra Çölü‘nün kadim sahipleri” ve “Afrika’daki son Osmanlı Tebaası” olarak bilinen Tevarikler, binlerce yıllık milli kimlikleri, farklı örf ve adetleri, bedevi yaşam biçimleri ve Osmanlı’ya gösterdikleri sadakatle tanınan Müslüman bir topluluk olarak dikkati çekiyor.
Kökenlerinin Endülüs Fatihi Tarık Bin Ziyad ile Amazikliler olduğu rivayet edilen Tevarikler’in, kökeninin nereden geldiklerine dair birçok farklı görüş bulunmaktadır. Tevârikler’in ana yurdu, günümüzde Mali Cumhuriyeti’nin kuzeyi ile Moritanya’dan Sudan’a kadar, Kuzey Nijer ve Kuzey Çad’dan Güneybatı Libya, Fas ve Doğu Cezayir’e kadar geniş bir coğrafyaya uzanmaktadır. Dünya genelinde 3,5 milyon Tevarik olduğu tahmin ediliyor.
Afrika’daki son Osmanlı Tebaası Tevarikleri ve “Büyük Sahra’da Bir Osmanlı Tebaası: Tevârikler” kitabı üzerine, arşivlik, çok önemli bir söyleşi gerçekleştirdik.
İyi (Mücerret) okumalar
Tevârikler hakkında yeterince yazılı eser ve kaynak bulunmamasına rağmen “Büyük Sahra’da Bir Osmanlı Tebaası: Tevârikler”in yazılım serüveni nasıl başladı, hangi amaçla yazdınız ve kaynak imkânının az olduğu bir konuda araştırırken yaşadığınız zorluklar nelerdi?
Tevârikler konusunda Batı literatüründe esasında yüzlerce akademik mahiyette çalışma mevcut. Bilhassa Tevâriklerin yaşadıkları bölgelerin büyük çoğunluğu kolonyal dönemde Fransız sömürgesi olması ve kısmen bu bölgelerde Fransız-İngiliz nüfuz mücadelesi de var olması hasebiyle “mülessimûn” dediğimiz peçeli kabilelerin yaşadıkları bölgelere ulaşan maceraperestler, misyoner-seyyahlar ve subayların kendi dillerinde kaleme aldıkları Fransızca ve İngilizce kaynaklar fazlasıyla mevcut. Buna ek olarak kısmen Afrika yerel dillerinde de çalışmalar bulunmakla birlikte bilhassa merhum Prof. Dr. Abdurrahman Çaycı’nın Büyük Sahra’da Türk-Fransız Rekabeti çalışması bu alanda muhakkak zikredilmesi gereken bir eserdir. Ancak burada hususiyetle vurgulamak gerekirse Osmanlı devlet ricali, Avrupalı devletlerin adeta Afrika’ya kolonyal dürtülerle adeta hücum ettiği dönemde bölgeye hiç de yabancı değildi. Aksine Tevârik kabileleri Osmanlı idari taksimatını ve siyasi coğrafyasını gösteren haritalarda muhakkak vurgulanmış ve bu durum da Devlet-i Aliyye’nin bu kabileleri ne kadar önemsediğinin ispatıdır. Buna ek olarak o dönemin şartları içerisinde Osmanlı Türkçesi ile yazılmış hâtıra türü eserler hiç de yabana atılmayacak seviyededir. Muhammed b. Ali, Mutasarrıf Ali Bey, Müsevvitzâde Derviş Paşa, Şehbenderzâde Filibeli Ahmet Hilmi, Sâdık el-Müeyyed Paşa, Kolağası Ali Rıza, Hüseyin Avni Efendi, Sami (Çölgeçen) Bey, Trablusgarp Valisi Recep Paşa, Abdülkadir Câmi (Baykut) Bey ve Hasan Sâfi gibi niceleri bu kabilelerin yaşadıkları coğrafyaya dair kıymetli bilgilerin bizlere ulaşmasına vesile olmuşlardır.
Türk Tarih Kurumu (TTK) Yayınlarından matbu doktora çalışmamın yazım sürecinde üzerimde emeği ve hakkı olan en önemli şahsiyet Afrika alanın duayenlerinden Hocam Sn. Prof. Dr. Ahmet Kavas. Zira Tevârik kabilelerinin siyasi tarihiyle ilgili Abdurrahman Çaycı’nın kaleme aldığı müstakil çalışmanın ardından Türkiye’de Kuzey Tevârikleri’nin Ezgar ve Haggar kollarıyla ilgili en kapsamlı makaleyi kaleme alan kişi Hocam Ahmet Kavas’tır. “Büyük Sahra’da Bir Osmanlı Tebaası: Tevârikler” başlıklı çalışmamın vücuda gelmesi ve bu peçeli kabilelere dair bende merak uyandırması, yukarıda zikrettiğim bu iki çalışmayı okumam ile başladı. Bu süreçte Hocam Ahmet Kavas’ın Nijer’e ilk seyahatime vesile olmasının yanında bilhassa Tevâriklerin İngall’deki festivallerine birlikte iştirakimiz bu kabileleri doktora konusu etmemdeki en büyük etkiye sahiptir. Akabinde Türk (bilhassa Osmanlı Arşivi ve ATASE) ve yabancı arşivlerdeki ele alınacak konuya dair kaynak zenginliği de araştırmalarım sırasında tespit edince Tevârik kabilelerini araştırma ve inceleme arzu ve iştiyakı perçinlendi diyebilirim. Bu konuyu çalışmamda ve eserin ortaya çıkartılmasındaki en büyük gayem, Afrikâ-yi Osmanî’nin (Osmanlı Afrikası) hâkimiyet ve nüfuz alanlarının kıta Afrika’sında tespiti ve dönemin Avrupalı sömürgeci güçlerine karşı nasıl mücadele ettiğini objektif ve akademik bir dille ortaya koymaktı. Bilhassa bu eser, dolaylı ve aleni olarak Osmanlı Devleti’nin Afrika’da emperyal bir politika izlediği veyahut aksine Türklerin Afrika’daki varlığını yok sayma/kasıtlı görmeme iddiasında bulunma hezeyanına kapılan Batılı kaynaklardaki iddialara cevap vermek arzu taşımaktadır.
Tevârik kabileleri üzerine çalışmalarımı sürdürürken karşılaştığım en büyük zahmet, Türk, Fransız, İngiliz ve Afrika Milli Arşiv belgelerinin tespiti ve elde var olan mevcut bilgiler ışığında kronoloji takibinde ciddi zorlukların yaşanmasıydı. Ayrıca Tevârikler üzerine sahada yapılan akademik çalışmaların farklı dillerde çok çeşitlilik ve karmaşıklık arz etmesi de buna eklenebilir. İlaveten bu kabilelerin tarihiyle ilgili Afrika Milli Arşivlerinde (bilhassa Mali, Nijer, Cezayir ve Senegal) yer alan tarihi vesikalara, Avrupalı misyoner seyyahların hâtırat eserlerine, Arapça kaleme alınmakla birlikte tasnife tâbi tutulmamış mahalli el yazmalarının yıpranmış orijinal nüshalarına ve yabancı literatürdeki bazı araştırma eserlerine ulaşmak noktasında ciddi birtakım zorluklarla karşılaşılmıştır. Özellikle sömürge dönemine ilişkin arşiv kayıtlarının ve belgelerinin işgalci ülkeler tarafından imha edilmiş veya Avrupa’ya kaçırılmış olması karşımızda büyük bir engel olarak durmaktadır.
Başlangıç mahiyetinde genel bir soru ile başlayalım. Tevârikin kelime anlamı nedir? Tevârikler kimdir, kökenleri neredir, hangi soydan gelirler, belli dinleri var mıdır, kolları var mıdır, nerede yaşarlar, kendilerini nasıl tanımlarlar?
Öncelikli çok kapsamlı ve çetrefilli bir soru. Zira Tevâriklerin tanımını yapabilmek ve yaşam alanlarının sınırlarını tespit edebilmek çöl şartlarında gerçekten zor.
Tevârik kelimesinin anlamı, Arapça’da asli vatanını terk eden manasına gelen “te-re-ke (ت – ر- ك)” fiilinden türeyen ve bölgede yaşayan kabilelere dışarıdan verilen Tevârik ismi, tekil olan “targa/târik” kelimesinin çoğuludur. Klasik kaynaklarda hidayet yolunu terk ettikleri veya Sahra’nın iç kısımlarındaki dehlizlere kadar girdikleri için bu ismin verildiği görüşü yanında; gündüzleri şiddetli sıcak nedeniyle dinlenmeleri ve geceleriyse hareket halinde olmalarından dolayı “karanlığı delen yıldız” manasına gelen “târık” kelimesinden türediği; Endülüs’ü fetheden Târık bin Ziyad’a nisbetle Târıkî dendiği, “terreke” fiilinden mülhem Türk (çoğulu: Etrâk) soyundan geldikleri ve son olarak da Afro-Asyatik ailesinden olan Temâşek dilinde “Targa” diye isimlendirilen Marakeş’in güneyindeki Vadi-i Der‘a (Dür’e) bölgesinde yaşayan peçeli kabilelere nispet edildiğinden ötürü bu ismin verildiğine dair birçok rivayet bulunmaktadır.
Tevârik kabilelerinin soy bakımından nereden geldiklerine dair birçok farklı görüş bulunmakta ve bu kabileler hakkındaki tarihi bilgiler kısmen belirsizliğini muhafaza etmekte. Sanhâce’nin alt kollarından Messûfe kabilesinden olmaları kuvvetle muhtemel iken, zayıf da olsa Lemtûne ya da Hevvâre (Haggâre) kabilelerinden olma ihtimalleri de var. İbn Haldûn’un Tevârik kabilelerinin bu bölgeye dışarıdan geldiği ve kademe kademe Afrika’nın kuzeyden Sahra iç bölgelerine doğru yerleştiği görüşünü savunanlardanım. Kuvvetle muhtemel akademik verilerden hareketle Yemen kökenliler.
İslâmiyet buraya gelene kadar bu kabileler, tarihsel süreç içerisinde farklı uygarlıkların yönetimi altında kaldılar ve bu idari mekanizmalar, bölge kabilelerinin (bilhassa peçelilerin Sanhâce kolunun) Hıristiyanlığa meyletmeleri için büyük çaba sarf ettiler. 732’de yapılan Puvatiye (Poitiers) Savaşı’nda yenilen Müslüman kabilelerin bir kısmı Kuzey Afrika topraklarında kalsalar da, esasında büyük çoğunluğu Büyük Sahra’ya doğru inmeye başlamıştı. İlk olarak Azbin, Adrar ve Tinbüktü’nün kuzeyinde yerleşen bu kabileler, zaman içerisinde daha bereketli su kaynakları ve verimli otlaklara ulaşmak gayesiyle güneye doğru indiler. İslâmiyet’i kabul eden bu peçeli kabilelerin, Benî Hilâl ve Benî Süleym akınlarından da doğrudan etkilendiklerini söylemek mümkündür. Bu süreçte siyahi insanlarla tanıştılar ve karşılıklı etkileşime girdiler. Her Tevârik kabilesi kendi mizacıyla uyumlu farklı etnik nüfuslarla direnç derecelerine göre bir ilişki ağı kurdu ve Müslümanlaştı ve bir daha da din değiştirmediler. Adeta bölgede İslâm’ın bayraktarı kabile pozisyonunu aldılar ve kendi tabirleriyle Sahra’nın Peçelileri olarak yaşamlarını sürdürdüler. Mağrib, Cezayir ve Fizan’dan gelen Arapların Sahra’ya doğru inmesi sayesinde Gao (Kavkav, Kuku), Tinbüktü, Cenne, Künbisalih, Ayn Vrağın ve Tağâruset gibi ilim ve ticaret merkezleri oluştu. Bu sayede Afrika’da Tevârik kabilelerinin yaşadığı bölgelerde de kademeli bir surette ilim vahaları oluşmuş oldu.
Tevâriklerin ana yurdu, günümüzde Mali Cumhuriyeti’nin kuzeyi ile Moritanya’dan Sudan’a kadar, Kuzey Nijer ve Kuzey Çad’dan Güneybatı Libya, Fas ve Doğu Cezayir’e kadar uzanmaktadır. Çok az sayıda olsalar da Burkina Faso ve Benin ile geçmişte İngiliz sömürgesi olan Nijerya’da da kısmen mevcutturlar. Yerel dilleri Temâşekçe’dir ve bölgesel farklılık gösteren çok farklı alt kolları mevcuttur.
Tevârikler, kabile kültürlerinden ve coğrafi kökenlerinden dolayı karmaşık geleneksel yapıya sahipler. Bu bakımdan onların iç dünyasını keşfe çıkmakta zor olsa gerek. Tevarik kabilesi coğrafyalarındaki zor hayat koşullarına rağmen var olmayı başarabilmişler. Zor koşullarda hayatta kalabilmek için güçlü bir yönetim ve toplum yapısına sahip olması gerekir. Tevâriklerin geleneksel yapısı, aile-toplum yapısı ve yönetim sistemleri, idari yapıları nasıldır?
Tevârik kabileleri, temelde iki ana kola ayrılmaktadır. En yüksekteki sosyal sınıf olan asiller (hâss/soylular) ile en alt tabakadaki imğadlar toplumun ana iskeletini oluşturuyordu. Ancak Tevârik toplumu, soylu ve köle kabileler dışında dinî, esnaf, köle ve köylü temelli kabileler de mevcuttu ve toplum içerisinde sosyal sınıflarının sınırları net olarak belirlenmişti. Tevâriklerde asabiyet ve nesebe büyük önem verilmektedir. Bu yüzden binalara sahip olmaya heves etmeyen bu mülessimûn kabileler, yerleşik hayattan daha ziyade bedevi hayata meyletmektedirler.
Tevârik toplumunun temelini oluşturan aileden sonra, diğer yakın akraba ailelerin bir araya gelmesiyle oluşan kabile gelir ve “kel ehen” diye isimlendirilir. Bu kabileleri tek çatı altında toplayan bir üst yapı mevcuttur. Bu yapı içerisinde Tevârikler, anaerkil bir çizgidedir. Bu yüzden Tevârik kadını, kabile içerisinde çıkan kavga ve çatışmalara müdahale edebilmekte ve halen diplomasi dahil olmak üzere hemen her alanda çözüm aracı olabilmektedir.
“Tabl” diye isimlendirilen her bir Tevârik kabilesinin birden fazla birleşerek oluşturdukları yapı vardır ki her konfederatif yapının temeli bu tabllar oluşturur. Konfederasyonun başındaki amenukal, nazari olarak konfederasyonun tüm idari yapısına hâkim ise de alınan kararlar kabile soyluları ve diğer imğad kabilelerinin temsilcileri tarafından onaylanmadan uygulamaya konamazdı.
“Mîad” ya da “mesâr” olarak adlandırılan geleneksel meclisleri, kabilevî sorunların tartışılması ve çözüme kavuşturulması için geniş katılımlı bir kurultay hüviyetine sahiptir. Diğer kabilelerin tanıklığı ve en etkili marabular aracılığıyla suçlu ile mağdur arasındaki çekişmenin bitirilmesini ve kabileler arasındaki anlaşmazlıkların giderilmesi maksadıyla mîadlarda alınan kararlar, her iki taraf için de kat’i bağlayıcı bir hususiyet taşımaktadır.
Tevârik toplumu içerisinde din hizmeti veren sınıfı temsil eden kabilelere ise “inislimen” denmektedir. İtibarlı bir konuma sahip bu kabileler, genellikle yarı soylu statüdeydi. Tevârik sultanı, kendi idaresindeki kabilelerin arazilerinin sınırlarını ve egemenlik sahasını belirlerdi. Ayrıca kabile reisleri, sultanın kontrolü altındaki bazı önemli şehirlere müdahale etmekten kaçınır, otonom bir konum tanırdı. Bu şehirler, genelde toplumun ihtiyaçlarını temin ettiği ve alış-verişlerini yaptığı çarşı ve pazarları kendi sınırları içerisinde barındırmaktaydı.
Müslümanların Afrika’daki ilk fetihleriyle beraber Tevârikler’in İslam’a geçiş süreci başladı. İleriki zamanlarda Afrika’nın İslamlaşmasında önemli katkıları oldu. Tevârikler’in İslamiyet’e geçiş süreci nasıl gerçekleşti, ne oldu da İslamiyet’e geçtiler ve İslamiyet’e geçtikten sonra Afrika’da İslam’ın yayılma sürecinde üstlendikleri rol tam olarak neydi?
Tevâriklerin İslâmiyet’i kabul etmesi, Ukbe b. Nâfi’nin kumandanlarından Abdullah b. Ca’fer’in bölgeye gelerek güneydeki Masmûde ile Lemtûne kabilelerini hâkimiyeti altına almasıyla başladı. Bilindiği üzere Ukbe b. Nâfi‘, 670 yılında Tunus’u fethedip ardından Kayrevan isimli bir ordugâh şehri kurmasıyla birlikte İslâmiyet bölge halkları arasında hızla yayılmaya başladı. 682 yılından sonra Atlas Okyanusu sahillerine ulaşan Müslümanlar, Kuzey Afrika’nın tamamını 688 yılına kadar kontrolü altına aldılar. Önce Tunus’u vatan edinip akabinde Mağrib’in güneyine yerleştiler. Bu topraklarda İslâmiyet’in yayılışında özellikle Hassan b. Nu’mân el-Gassân ve Musa b. Nusayr’ın beraberindeki askeri birlikler içerisinde yer alan peçeli kabilelerin büyük etkisi oldu. 700-800 yılları arasında güneydeki Tevârik bölgesinden gelenler, İslâm’ı bölgeye yaymaya başladılar. Vali Musa, en önemli mahalli görevleri bu kabilelere emanet etti. Fethedilen topraklarda elde edilen ganimetten paylarına düşeni alan bu kabileler, katıldıkları bu fetihlerle diğer bölgelerdeki toplumların İslâmlaşma sürecini hızlandırdılar. Emevî Halifesi Hişâm zamanında İfrikiyye Valisi Habîb b. Ebû Ubeyde, Sahra iç kesimlerine doğru seferler yapmakla görevlendirildi. Araplar, bu fetihler sırasında Sanhâce kabilesine İslâm dinini kabul ettirdiler ve Sudan’a kadar Sahra topraklarını hâkimiyetleri altına aldılar. Bu kabileler, ilerleyen asırlarda Afrika’da hükümran olan Murâbıtlar (1090-1147), Muvahhidler (1121-1269) ve Hafsîler (1228-1574) gibi birçok İslâm devletinin farklı kademelerinde yer aldılar ve Mağrib bölgesinden Büyük Sahra’nın içlerine kadar İslâm’ın yayılması için bilhassa askeri kanatta büyük mücadeleler verdiler. Zaman içerisinde Fizan, Gadamis ve Gat bölgelerine yerleşip Tevâriklerin soyundan gelenler, iç bölgelerde bu toplumun İmenân (Emnen) kolunu oluşturarak diğer kabileler üzerinde asırlarca etkinliklerini devam ettirdiler. Kısacası, Tevârik toplumlarının İslâmiyet’i kabulle birlikte bir daha asla dinlerinden dönmedikleri anlaşılmaktadır.
Merkezî Afrika ve Büyük Sahra’daki hacı adayları, kutsal vecibelerini yerine getirmek için genelde yaya olarak uzun ve meşakkatli yolculuklar yaparlardı. Tarihsel süreç içerisinde Tevârik reisleri de hac kervanlarını muhafaza altına almaya; İslâm âlemi ve dünyada olup bitenlerle ilgili bilgileri, kendi topraklarından geçmek zorunda olan hac kervanlarından öğrenmeye başladılar. Bu seyahatleri esnasında yüzlerce yerleşim yerlerini geçerek Hicaz’a ulaşırlardı. Orta Afrikalıların hac kafileleri, Fizan’ın Murzuk kasabasında toplanarak, Kahire kervanına dahil olurlardı. Kahire’de bir müddet dinlendikten sonra zaruri ihtiyaçlarını ikmal ederek Sina Çölü üzerinden kutsal topraklara ulaşırlardı. Bir Tevârik hacı adayı, Kano-Zinder-Agades-Bilma-Fizan(Murzuk)-Hammâde-Ucla-Kahire-Sina Çölü-Hicaz güzergâhını takip ederdi. Bu etkileşim sürecinde Sudan ticareti, hac mahmilleri vasıtasıyla büyük gelişme kaydetti. Bu kabileler için Mali’de Cenne, Çad’da Abeşe ve en meşhurları Tinbüktü ile Nijerya’da Kano şehirleri bu görevi ifa eden yerlerdi. Bu yönüyle Tevârikler, asırlarca Afrika’nın farklı bölgelerindeki toplumların hac kafilelerine hem mihmandarlık hem de hamilik ederek muhafızlık yapmışlardır. Bu yönüyle Tevârik kabilelerinin kültürel dönüşümlerindeki en temel üç faktör dinî, siyasî ve iktisadî olup, bu yollarla yüzyıllardır diğer toplumlarla etkileşimlerini sürdürmektedirler. Kısacası, Tevâriklerin demografik olarak “ağırlık merkezlerinin” devamlı surette güneye yani Sahra içlerine doğru kayması ve bu süreçteki yer değiştirme, Tevârikler eliyle bölgenin İslamlaşmasının zeminini oluşturdu.
Osmanlı Devleti ile Tevârikler arasındaki ilk temas nasıl sağlandı, Osmanlı Devleti ile Tevârikler arasında bağ nasıl oluştu? Osmanlı Devleti bu kabilelerle tanıştıktan sonra nasıl bir fetih/gönül alma stratejisi uyguladı ve ikili ilişkiler ağı nasıl sürdü?
Devlet-i Aliyye’nin 16. yüzyılın ortalarından 19. yüzyılın sonlarına değin Afrika’daki bazı kabâil-i malûmeye ve Bornu Hâkimi’ne silah desteği verdiği Osmanlı arşiv vesikalarıyla sâbittir. Nitekim Osmanlılar, Afrika’daki Songay ve Kânim-Bornu sultanlıklarıyla, kendi talepleri üzerine doğrudan temasa geçmiştir. Örnek vermek gerekirse Portekizlerin baskısı karşısında 1481’de Songay hâkimi, Osmanlı Sultanından bizzat yardım talebinde bulunulunca, talebe hemen silah desteğiyle karşılık verilmiştir. Aynı durum Kânim-Bornu hâkimi İdrîs Alevma (1564-1620) için de geçerlidir. Bu ilk temas sürecinin ardından bölgedeki güç dengeleri iyice tartıldıktan sonra, Osmanlı Sultanı III. Murad döneminde 1577 yılında Fizan’ı kendi topraklarına katınca Tevâriklerle yakın temasa doğrudan geçilme zemini oluşmuştur. Zamanla tesis edilen idari yapı, tarihsel süreç içerisinde Osmanlı Devleti’nin Cezayir, Tunus ve Trablusgarp eyaletleriyle temaslarını sürdürdü.
Osmanlıların idaresine giren Fizan bölgesi sayesinde Sahra’nın stratejik bölgelerinin önemi iyice kavranmıştı. Zira 16. yüzyılın başlarından itibaren Portekizlerin bir benzeri olarak Kuzey Afrika’da güçlü bir İspanyol baskısı oluşmuştu ve bölgedeki parçalı yapı, bu ve benzeri dış düşmanlara karşı bölgelerini koruyabilecek kudrette değillerdi. Bu bağlamda Müslümanların hâmisi olarak Osmanlı Devleti’nin varlığı açıkça görülmektedir. Zira yerel halkın davetiyle Osmanlı Devleti, Cezayir, Tunus ve Trablusgarp’ı hâkimiyeti altına almış; Kânim-Bornu ve Songay gibi söz konusu mahalli sultanlıklarla bu sayede komşu olmuştu. Fizan Sancağı’nın tesisi ve Gat kazasının Osmanlı idari taksimatındaki yerini almasıyla birlikte Tevâriklerin iki kolu Haggarlar ile Ezgarlar arasındaki en şiddetli savaşlar, 1875-1878 yılları arasında gerçekleşti. Bu durumu fırsata çevirmek isteyen Fizan Mutasarrıfı Ali b. Mehmed ve beraberinde askeri birlik içerisinde yer alan Derviş Paşa, derhal harekete geçerek Gat hududuna ulaşınca, işin vehametini fark eden Gat Hâkimi Sâfi Efendi, beraberindeki yirmi beş kabile reisiyle birlikte gelerek mutasarrıfa itaatlerini sundu. Bu sayede Ezgar Tevârik bölgesi, kan dökülmeksizin Osmanlı hâkimiyeti altına alındı. Ayrıca Trablusgarp vilayeti sınırları içerisinde hayatlarını sürdüren ahalinin cehalet karanlığından kurtarılması için gerekli yerlere Rüşdiye Mektepleri’nin açılması yanında; hususiyetle Fizan, Hums ve Cebel sancaklarına 1500’er kuruş maaşla birer nâibin atanarak bunlara belirli ödeneklerin tahsisine hızlı bir sûrette karar verilerek Osmanlı gönül alma siyasetini hayata geçirdi ve bölge halkına bilhassa her türlü ticari kolaylığı sağladı. Bu yönüyle Osmanlıların, sömürgeci devletlerin aksine bölgede istimâlet politikası izlediğini söyleyebiliriz. Yaklaşık üç yüz küsur yıl boyunca Sahra’nın güneyinde kalan ve Bilâdüssûdan diye isimlendirilen geniş coğrafi bölgedeki yerel halkla münasebetler Dersaâdet ile ya doğrudan ya da Trablusgarp Eyaleti/Vilâyeti üzerinden dolaylı olarak elçi teâtisi ve karşılıklı hediyeleşme suretiyle devam etmesi bu durumun en açık örneğidir. Nitekim ilerleyen süreçte Fransızların bölgeyi işgal siyaseti karşısında, kolonyal gücün karşısına dikilecek tek devlet yine Osmanlılar olacaktır ki bu süreçte Fransız işgali karşısında İstanbul’a tâbiiyetini arz ederek izlediği siyasetle öne çıkan müttefik yerel güç Tevârikler, adeta sömürgecilerin karşısına dikilen en etkili kabiledir. Bu yönüyle Büyük Sahra’nın zor yaşam koşulları altında hayatlarını sürdüren Kuzey Tevâriklerinin (Ezgar ve Haggar) bilhassa 19. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı Devleti’ne sadakatle yakınlaşmaları ve Fransızların Tevârik topraklarını işgale niyetlenmeleri sonrası kendi topraklarının muhafazası için Büyük Sahra’nın giriş kapısı mesabesindeki Trablusgarp Vilâyeti’nin Fizan Sancağı’na bağlanmaları süreci tarihin önemli dönemeçlerinden biriydi.
Osmanlı Devleti, Tevâriklerin yaşadığı yerlere “Bender-i Fizan Sancağı” derdi. Osmanlı, bu sancağa çok önem verdiğini söylüyorsunuz. Osmanlı’nın bu sancağa önem vermesinin sebebi nedir? Tevârikler’in Sahra Transit Ticareti – Sudan Ticareti’ni de ele almak gerekiyor. Çünkü Osmanlı’nın buradaki ticaret yollarının kontrol etmek istemesi veya Avrupalıların Afrika’da uyguladığı sömürgeciliğe benzer bir durum var gibi algılanabilir.
Hiç şüphesiz merkezi Murzuk olan Fizan, diğer sancaklara nazaran stratejik konumu yanında toprak bakımından da geniş olduğu gibi Merkezî Afrika’ya en yakın Osmanlı sancağıydı. Sahra Çölü’nün güneyinde kalan bölgelere en kestirme yolun buradan geçmesi sebebiyle Fizan, Büyük Sahra’nın siyasî, iktisadî ve fikrî tarihinde bir kavşak noktası olarak önemli bir yere sahipti. Trablusgarp’ın idarî taksimâtında dördüncü sırada yer alan Bender-i Fizan Sancağı, Afrika içlerinden Trablus’a uzanan Sahra transit ticaret güzergâhlarının en uğrak noktalarından biriydi. Bu sevkü’l-ceyş (stratejik) noktaya hükmeden, Büyük Sahra’nın iç kısımlarına rahatlıkla hükmedebilirdi. Sudan ve Büyük Sahra transit ticaret güzergâhlarında seyreden kervanlar, bilhassa Osmanlı idaresindeki Fizan Sancağı’na bağlı Gat kazası başta olmak üzere civar köylere uğramak ve konaklamak zorundaydı. Bu yönüyle hem dinlenme yeri hem de önemli bir ticaret merkeziydi. Nitekim bu Osmanlı kazası, Osmanlı idaresinde belli bir emniyete kavuştuğu için sömürgeciliğin kıtayı çepeçevre kuşattığı dönemde adeta Afrika’nın çöldeki Marsilya’sı, yani tüm Sahra-Sahil toplumlarının en önemli ticari mallarının alış-verişi için en uğrak yerleşim merkezlerinden biri oldu. Sömürge öncesi dönemde Tevârikler, iki ana kol halinde değerlendirilmekteydi: Kuzey Tevârikleri ve Sudan Tevârikleri. Fransızlar başta olmak üzere sömürgeci devletlerin bölgeye gelmesiyle birlikte bu iki ana grupta kendi aralarında parçalandı. Bilhassa Fransız işgali sonrası hem Kuzey Tevârikleri (Sahra Tevârikleri: Haggar ve Ezgar Tevârikleri) hem de Sudan Tevârikleri de dediğimiz güneyi kapsayan Nijer ve Mali Tevârikleri kendi içerisinde farklı kabilelere ayrıldı. Bilhassa Fransızlar, böl-parçala-yut siyasetini hayata geçirmek adına Haggar koluna ciddi yatırımlar yaptı. Halbuki Osmanlılar, asırlarca bu kabileleri tek çatı altında tutabilmek ve kardeşçe yaşayabilmelerini temin için ciddi emek sarf etmişti. Tarih boyunca kendi toplum yapılarına ve coğrafi bölgelere göre farklı isimler altında mahalli sultanlıklar kuran Tevârikler, 20. yüzyıla kadar bir bölünmeye ve parçalanmış halde yaşamaya zorlanmamışlardı. Osmanlıların aksine Avrupalı devletlerin bu kabilelerin yaşadığı coğrafyaya adım atmasıyla birlikte, bu parçalama ve yok etme planı hayata geçirildi.
Bahsettiğiniz üzere Tevârikler’in Sahra Transit Ticareti-Sudan Ticareti’ni de ele almak elbette gerekiyor. Ancak bahse konu olan Osmanlı’nın buradaki ticaret yollarının kontrol etmek istemesi, o bölgenin hayati can damarları konumundaki menzillerini (dinlenme istasyonları) koruyabilme ve bu sayede insanların hayatta kalabilmelerini sağlamaktı. Osmanlıların bölgedeki siyasi, askeri ve iktisadi olarak Afrika’da uyguladığı politikalarda asla sömürgeci bir tavır söz konusu olamaz.
Osmanlı bu ticaret güzergâhlarının korunmasında yerel kabilelerle ortak hareket ederek işbirliği içerisinde olmuş, kendi içlerinden belirlediği yerel kabile reislerine maaşlar bağlayarak var olan mahalli yönetim yapısnı bozmaksızın korumuş, Sahra’nın can damarları olan su kuyularının muhafazası için ciddi emek sarf etmiş, bununla da yetinmemiş Sahra ticaretinde önemli bir kalem olan tuz (memleha) ticaretini koruyabilmek için her türlü siyasi ve askeri refleksi işgalci Avrupalılara karşı göstermiştir.
Peki, Fransızlar böyle mi yapmıştır?
Hayır. Tam aksine 19. yüzyılın ortalarında Sahra transit ticareti altın çağını yaşarken, Fransızların bölgeye gelişiyle birlikte her şey alt üst olmuştur. Fizan, Murzuk ve Kavar bölgelerinin işgali için işgal siyaseti güden Fransa, ilk aşamada mahalli idareciler arasında fitne tohumları ekmiş, ticaret güzergâhlarını işgale yeltenmiş ve Sahra ticaretinde en önemli nakliye unsuru olan devlerin hayatına kastedecek bir hamle olan memlehaların işgal edilmesine yeltenmiş ve kısmen de başarılı olmuştur. “Sahra’nın tuz gözeleri” olan memlehaların büyük bir kısmı da Tevâriklerin koruması altında olduğunun altını burada çizmek de yarar var. Bunu şu şekilde ifade edeyim; şayet deve yılın belli dönemlerinde tuz yalamazsa uyuz olur ve ölürmüş. İşte Fransızlar, bu durumu çözdükten sonra esasında memlehaları işgal ile kontrol altına almak ve develerin yok olmasını sağlayarak Sahra transit ticaretini yok etme emeli gütmüşlerdi ki, bu politikaları Sahra’ya binlerce hatta yüz binlerce devenin ölümüyle sonuçlanmıştı. Bu sadece küçük bir örnek, Avrupa Sömürgeciliği özelinde Fransa’nın Afrika’da işlediği insanlık suçları, soykırımlar ve hak ihlalleri yazılmaya kalkışılsa okyanustaki su kâfi gelmez. Kısacası, Osmanlı Devleti’nin izlediği siyaset ile Fransız işgal politikaları kıyas kabul etmez. “Kıyas maa’l-fârık” hükmündedir bizim nazarımızda…
Fransızlar, mahalli kabileler arasına nifak tohumları ekerek ve merkezi yönetimi yok sayarak mahalli kabile şefleriyle imtiyaz sözleşmeleri yaparak bölgeye giriş sağlıyor
Fransızlar, Tevârikler ile temas haline nasıl geçiyor, sömürge stratejisini nasıl oluşturuyor? Afrika’nın genelinde yaptıkları gibi misyon şefleri veya seyyahlar vasıtasıyla mı temasa geçiyorlar?
Tunus, Trablusgarp ve Bingazi hattı, Afrika ve Akdeniz’i kontrol altında tutmak açısından büyük bir önem arz ediyordu ve kıtalararası ticaretin kesişim noktasıydı. Fransızlar 1830’da Cezayir’i işgal ettikten sonraki süreçte Tevâriklerin Haggar kolu ile temasa geçiyor. Kısacası Osmanlıları bölgedeki birleştirici söyleminin aksine mahalli kabileler arasına nifak tohumları ekerek ve merkezi yönetimi yok sayarak mahalli kabile şefleriyle imtiyaz sözleşmeleri yaparak bölgeye giriş sağlıyorlar. Afrika’nın genelindeki gibi öncelikle misyoner-subay-seyyah üçlemesiyle sahaya giriş yapıyorlar. Fakat bu kişilerin mürur tezkeresi (geçiş tezkeresi) ve avaid (ayakbastı parası) uygulamasına tâbi idiler. Zira o dönemde Trablusgarp, Osmanlı idari taksimatı içerisinde idi. Tâ ki Berlin Kongresi’ne kadar…
19.yüzyılda görünüşte seyahat veya keşif faaliyetlerine yönelik yapılan bu yolculukların esasında Avrupa’da önemli bir konu haline gelen antika eşya ve yazma eser toplamak yanında birçok yerde merkezden uzak Osmanlı topraklarında misyonerlik faaliyetlerinde bulunmak gibi bazı menfi çabalar içerisine girmeleri ve akabinde işgal siyaseti güttükleri aleni surette Osmanlı makamlarınca anlaşılınca, tespit edilen bu kişilerin ilgili mahalli makamlara bildirildiği ve gerekli tedbirlerin alındığı da bilinmektedir. Kısacası 19. asrın ikinci yarısından itibaren birçok Avrupa devleti, aynı gayelerle kurmuş oldukları coğrafya enstitülerinin ilmi araştırmaları ve keşifleri adına Sahra’ya gitmek istiyordu. Esasında bunlar, gelecekte muhtemel sömürge alanları olarak belirlenen coğrafyalarda ileri karakol çalışmaları yapmak ve her biri hangi devletin çatısı altındaysa onun menfaatleri doğrultusunda faaliyet göstermek amacıyla teşkil edilmişti.
Fransa, bölgeyi kolayca hâkimiyet altına alamayınca “Mahzen Teşkilatı”nı kuruyor. Bu teşkilatın stratejisi, amacı ve işleyişi nasıldı? Osmanlı Devleti sömürge faaliyetlerine karşı nasıl bir strateji geliştiriyor?
Osmanlı Devleti’nin, Fransa’nın sömürge siyaseti karşısında kayıtsız kalamamıştır ve nihayetinde kuvvet kullanarak kendi saflarına çekmeyi başardığı bazı Tevârik kabilelerini (Haggar), vergiden muaf tutmakla işe başlamıştır. İtaat altına alınan kabileler, Fransızların kontrolündeki ticaret güzergâhlarından vergi vermeksizin kaçak yollardan geçen kervanların mallarına el koymakta ve bunları ele geçiren kabileler ise yakaladıkları kaçakçı mallarından hisselerini almaktaydı. Fransızların kurduğu bu yapı “mahzen teşkilatı” olarak isimlendirilmekte ve Fransız menfaatlerine çalışarak hayatlarını idame ettiren kabilelere de “mahzen kabilesi” denmekteydi. Bu sayede Fransız ordusu, Sahra hudutlarının muhafazasını yerel kabilelere devretmekte, onların fiili olarak yönetime katılımını sağlamakta ve sömürgeleştireceği coğrafyanın korunması bağlamında kendi cephesinde olabilecek insan ve kaynak israfının önüne geçmekteydi. Kuvvetle muhtemel, Fransızlar Tevârik kabilelerine karşı ittifak arayışındaki aynı metodu, diğer rakip kabilelere de uygulamıştı. Bu süreçte Fransızlar işgale yönelik kötü emellerini her ne kadar Osmanlı idarecilerinden gizlemeye çalışsalar da başarılı olamadılar ve nitekim Tevârikler (Ezgar kolu), Osmanlı Devleti’nin hâkimiyetini kabul ederek onların karşı safındaki yerlerini aldılar. Kuzey Tevârikleri’nden Ezgarların Osmanlı Devleti’ne yakınlaşması, kendi iç kavgalarının artış gösterdiği döneme rastlarken; Haggarların yakınlaşması ise Fransızların işgal amaçlı olarak bölgeye gelmeleri ve Tevârik topraklarını geçerek Sudan’a giden yeni bir ticaret güzergâhı açmak amacıyla Albay Flatters misyonunu görevlendirmesiyle başlamıştır. Fakat Flatters Misyonu, Tevârik toprağına ayak basar basmaz bedelini canlarıyla ödemiştir. Bu mağlubiyet, Fransızların bölgedeki kabileler nezdindeki itibarını ciddi seviyede zedelemiştir. Burada biraz konudan uzaklaşıp günümüze gelirsek günümüzde Libya (eski ismiyle Trablusgarp) özelinde güneydeki kabileleri teskin eden, her zaman kuzeyde rahat eder. Tarihi kodlar bunu gösteriyor. Şuan Libya’da güneydeki kabileleri (Tevârikler ve Tibular) safına çekip kontrol eden devlette, yine bölgesel siyasette kazanan olacaktır inancındayım.
Tevârikler’in yaşadığı o coğrafyayı, Sahra’yı nasıl kaybediyoruz, Avrupalı devletler “Sahra’nın İşgali”nde hangi anlaşmaları ve planları yapılıyor? Hocam, Avrupalıların 1884 Berlin Konferansı’nda ortaya çıkardıkları “Hinterland Nazariyesi” o coğrafyayı sömürgeleşmesindeki en önemli faktör diyebilir miyiz?
1878’ten sonra sömürge politikalarını ve Osmanlı’nın toprak bütünlüğüne olan bakışını değiştiren İngiltere, Londra’da gerçekleştirilen ikili görüşmeler sonrasında akdedilen anlaşmayla Akdeniz’den Say (Nijer üzerinde)-Barroua (Çad Gölü’nün batı kıyısı) hattına kadar uzanan bölgeyi Fransız sahası olarak kabul etti. Bu anlaşmayla birlikte hinterland nazariyesini Fransa, en geniş manasıyla tefsir ederek Cezayir’in hinterlandını güneyde Nijer nehrine kadar indirdi. Bu suretle Sahra ve Sudan’a nüfuz imkânını elde ederek 1894’te Goundam, Tinbüktü ve Say şehirlerini işgal etti. Orta Afrika’dan Cezayir’e gelen ticaret kervanlarından gümrük vergilerini kaldırarak, Gat üzerinden gelen ticaret kervanlarının buraya yönelmesini amaçladı.
Fransızların “hinterland nazariyesi” söylemiyle başlattıkları yayılmacı tavrı, operasyonel eylem planı çerçevesinde işgallere dönüşmüştür. Bu yüzden Fransa ile Osmanlı Devleti arasındaki uzun soluklu mücadelenin, 19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren son derece kızıştığı görülmektedir. Görüldüğü üzere uluslararası hukuk bağlamında “hinterland nazariyesi” o coğrafyanın sömürgeleştirilmesindeki en önemli araçsallardan biridir.
Bu tarihî süreçle birlikte Osmanlı Devleti, Afrika’nın jeo-stratejik ve iktisadî önemini çok iyi bildiğinden Fizan Sancağı (Libya sınırları içerisinde) üzerinden Sahra toplumlarına karşı adil ve müşfik politikalar geliştirmiş ve Trablusgarp hinterlandı (ard ülke) içerisindeki uç sınır bölgelerini düzenli olarak genişletmiştir. Bu mücadele sürecinin kronolojisine bakılacak olursa 1830 Cezayir, 1881 Tunus, 1882 Mısır ve akabinde 1911’de Trablusgarp’ın kaybedilmesiyle birlikte Osmanlı Devleti, Sahra Kardeşliği’ni tesis ederek Senûsiler aracılığıyla bölgedeki kabileleri sömürgeci güçlere karşı teşkilatlandırma ve mücadele yolunu tercih ediyor. Bu itibarla Fihrûn ag el-Ensâr ve Kâvsan ag Muhammed gibi Tevârik kabile reislerinin desteğiyle kuzey-güney ekseninde tesis edilen ‘Sahra Kardeşliği’nin bayraktarlığını üstlenen Senûsi hareketi sayesinde Fransa’ya adeta bölgede kök söktürülüyor ve sömürgeci işgaller, yaklaşık 20 yıl geciktiriliyor. Sonuç olarak Osmanlı Devleti’nin Trablusgarp merkezli kıtanın mevcut yapısını korumaya yönelik gayretleri, işgal ve kolonizasyon sürecini geciktirmekle birlikte bunun hedefine ulaşmasını engelleyememiştir.
Osmanlı’nın Afrika’daki son tebaası “Tevârikler” diyorsunuz. Bu tanımlamayı hangi argümanlarla yaptınız? Osmanlı, Afrika’daki son tebaasına hangi emanetleri, eserleri, kültürü bıraktı?
Abdülkâdir Cami (Baykut) Bey [Fizan Mebusu], Cânet ve Tevârik işine memur iken, 30 Mayıs 1907’de Trablusgarp Vilâyeti dahilindeki Gat kazası kaymakamlığına tayin olunuyor ve Tevârik kabilelerinin ileri gelenlerine onların Türk vatandaşı olduğunu gösterir çok sayıda nüfus tezkiresi de dağıtıyor. Murzuk ile buraya on beş günlük mesafede bulunan Gat arasında deve ile posta görevini de bu kabilelere veriyor. Bu tarihi olay, Osmanlı arşiv vesikalarıyla kayıt altına alınmasından mülhem bu tanımlamayı kullanmayı tercih ettim. Osmanlı, Afrika’daki son tebaası Tevârikler’e “al bayrağımızı ve sadakat duygusunu” emanet bıraktı. Hâlihazırda yüz aklığıyla kendisinin Türk soylu olduğunu ifade eden ve Osmanlı emaneti olan al bayrağımızı muhafaza eden Tevârikler, Agades bölgesinde yaşamaktadırlar. Ayrıca Abalak bölgesinde Osmanlı mirası olan bir kütüphane bulunmaktadır. Buna ek olarak, Tevâriklerin ecdadımız Osmanlılar ile münasebetleri de başta hazine hükmündeki Osmanlı arşivindeki vesikalarda ve Osmanlı Türkçesi ile yazılmış hâtıra türü eserlerde kayıt altına alınmıştır ki keşke bölge dillerine çevirtilip ilgili bölge halklarına okutulabilmesi adına takdim edilebilse…
Libya’da yaşayan binlerce Tevârikler ailesi, kimlik numaraları olmadığı için seçimlere katılamıyor. Ayrıca çeşitli sıkıntıları da bulunuyor. Sadece Libya’da değil Nijer, Çad, Cezayir, Mali ve Burkina Faso’da da Tevârikler bulunuyor. Tevârikler’in günümüzde ne durumdalar?
Maalesef Tevârikler, kolonyal dönemde Fransa’nın karşısına dikilen ve işgal sürecini yavaşlatan en güçlü kabile olmanın bedelini ödüyor. Çalışmamda da belirttiğim üzere bahse konu sıkıntılar halen devam ediyor. Fakat gerçekleştirilen ikili görüşmeler neticesinde seçilmiş bölgesel meclisler kurularak, kuzeyde adem-i merkeziyetçi (daha özerk) bir yapının oluşturulması meseleleri halen masada ve sıcaklığını koruyor. Fakat ne yazık ki, oluşturulan yapay sınırlar içerisinde varlık mücadelesi veren bu kabileler, mevcut merkezi yönetimlerle aralarında var olan anlaşmazlıklardan ötürü, hem bölgenin hem de kıtanın genelinin siyasi istikrarını olumsuz yönde etkilemektedirler. Bu bağlamda son 50 yıldır başta Amerika Birleşik Devletleri, Fransa, Çin, Libya, Cezayir ve ilgili ülkelerin, Nijer ve Mali örneğinde olduğu gibi “tavşana kaç, tazıya tut” mantığıyla vaat ettikleri girişimlerin hiçbirisinin kalıcı barış için yeterli olmadığı ortadadır. Bu yüzden bölgedeki kabilelerin küresel güçlerin tuzağına düşerek bölgesel istikrarı bozan unsur konumda yer almamaları gerekmektedir.
Bunca yıl İslam’a bağlı olmaları, Fransız sömürgesine direnmeleri ve Osmanlı’ya sadakatlerine rağmen neden Tevârikler’e ilgisiziz, onlar hakkında yazılı araştırma ve kitap çok az. Tevârikler hakkında yeterli esere ve bilgiye sahibi olmayışımızı neye bağlıyorsunuz?
Afrika’ya ilgisizliğimiz Türk Dış Politikası’ndaki açılım süreciyle doğrudan alakası olduğu muhakkak. Zira 2000’li yıllarla birlikte ülkemiz dış politikası kendi mihverinde olgunlaşmaya başladı. Bu yönüyle devletimizin bu kabilerle temasını yumuşak güç unsurlarıyla sürdürdüğü kanaatindeyim. TİKA’nın bu konudaki katkıları yadsınamaz bir gerçeklik olarak ortada. Ayrıca bu kabilelerle doğrudan bir temas, ilgili ülkelerin merkezi hükümetlerince iç işlere müdahale olarak algılanabiliyor. Bu yüzden devletimiz temkin ve tedbir seviyesini muhafaza ederek, bu tür unsurlarla var olan etkileşimini akl-ı selim üzere yürüttüğü kanaatindeyim. Afrika politikalarımızda ne kadar güçlü olursak ve Hariciye misyonlarındaki temsilci büyükelçilerimiz yüke ne kadar omuz verirse var olan süreci o seviyede başarı ile sürdüreceğiz inancındayım. Afrika’da var olmanın beş anahtarını yeri gelmişken sözlerime son vereyim: Eğitim, Sağlık, Tarım, Enerji ve Savunma Sanayii. “Kazandırırken kazanan” Afrika politikasında bu alanlara yoğunlaşmalı ve Afrika’nın gerçek sahiplerine olan güvenimizi bu alanlardaki bölgesel yatırımlarla hissettirmeliyiz. Ölü yardımlardan uzaklaşmak zamanıdır. Afrika’da hayat var kısacası…
Büyük Sahra’daki Tevâriklerin Flatters Misyonu’nu imha etmesi sonrası imdat çığlığını ihtiva eden bu yazışma sayesinde İstanbul, kendilerine daha fazla ilgi duymaya başladığı için önem arz eden bu mektubun tercümesini[1] ele alacağız:
Sûdan’da Haggar Şeyh-i Ekber’den hâkpây-ı uyûn Ârâ-yı Hazret-i Pâdişâhî’ye (olarak) mekşûfen vürûd idüp takdim kılınan mektubun tercemesidir.
Hamd ü senâ ve duadan sonra,
Âbâ ve ecdâdımızdan ve hatta cihan cihan olalıdan berû asla işitmemiş ve vuku’ bulacağını hâtıra bile getirmemiş olduğumuz bir mesele zuhûr etmiştir. Şöyle ki;
Nasârâ kendi memleketlerine kanaat etmeyüp, memleketlerimizi istimlâk garazıyla bir musâfir Fransız askeriyle beraber bin beş yüz elli top[2] istishâb ederek Haggar arazisine geldi.
Hamdolsun, İslâm henüz bâki. Ve Haggarîler yolları muhafaza etmek hizmetinde kâim olmasından ve şark ve garb her yerden gelen Emîrü’l-Mü’minîn’in tüccarlarını muhafaza vazifesiyle mükellef bulunmasından dolayı, bunlar Nasârânın kendi topraklarından hissedâr-ı menfaat olmalarını ve arazileri içinden mürûr etmelerini tecvîz etmeyerek ve Nasârânın arazimiz ahvâlinden iktisâb-ı mâlûmât etmelerine ve bizi hâkimiyetleri altına almaya rıza göstermeyerek, Emîrü’l-Mü’minîn Efendimize bir hizmet ü muâvenet olmak üzere cihâd fî sebîlillah kıyâm ve Allah ve Peygamber’in düşmanları olan Nasârâyı katl ve idâm ettiler.
Ey Emîre’l-Mü’minîn!
Nasârâ ile muâhedeniz var ise, bunları men’ ediniz. Şayet emriniz ile gelecek olurlar ise Tevârık vahşî olduklarından ve a’dâullahın ağveri[3], Şerîat-ı mutahharada itlaflarından başka bir şey bilmediklerinden hemen katl iderler. Sizinle beraber olan asker, Haggarîlerle hemhaldir.
Ey Padişahımız! Efendimiz! Nasârânın geldiklerine rıza göstermeyiniz.
26 Rebîulevvel 1297
Yunus Heytağıl bin Beyk
[1] BOA, A.VRK.DH.TG., 1298.7.8 (24). Mütercim, arşiv belgesinin orjinalindeki dua kısmını yani giriş kısmını tercüme etmemiştir.
[2] Toptan murâd tüfenktir.
[3] Aşırı saldırgan, en cesur.
Yorum ekle