Portre

Theoria ile amel arasındaki kapanmaz ontolojik fark: Waal B. Hallaq

Siyaset teorisi ile İslam Düşüncesi arasında muğlak bir ilişki söz konusudur. Politik olanın meşruiyet zemini nedir? Hangi politik karar(lar) veya mekanizma(lar) İslamî dünya görüşünün ihtiyacı olarak ortaya çıkarılmıştır? Bunlar ve benzeri birçok soru, popüler tartışmalarda maalesef yeteri kadar gündem edilmemekte, zahiren keşfedilen analojilerle meseleye yaklaşılarak mezkûr sorunlara cevaplar üretilmektedir. Ve tabii ki de cevapların İslam Düşüncesinden mülhem olduğu iddiasını dile getirmeye gerek yok.

Halihazırda İslam’ın dünya görüşü genel olarak ‘İslam Düşüncesi’ üst başlığı altında İlahiyat öğretiminin bir alt-parçasına indirgenmiş durumda. Burada ise ağırlıklı olarak Felasife ve muarızlarına ait tarihsel malumat verilmekte, gündelik hayattan koparılmış bir fanusta, İslam düşüncesine girilmeye çalışılmaktadır. Meselenin Siyaset Felsefesi veya Siyaset Teorisi kısmı ise tam bir muamma. Zira, Siyaset Felsefesinin modern bir fenomen olduğunu hatıra getirdiğimizde ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılacaktır. Hobbes’un Leviathan’da dile getirdiği gibi Modern Siyaset Felsefesi onunla başlar.  Ardından Locke, Rousseau vb. sözleşmeci teorisyenler/filozoflarla devam eder. Modernliğin politik kurucuları olan mezkûr zevatın inşa ettikleri yapı olan Modern Devlet ve teorik/dogmatik kabulleri, felsefî temelleri maalesef yukarıda bahsi geçen akademik İslam Düşüncesi’nin kapsamına girememektedir.

Siyaset Teorisi/Felsefesi ile İslam Düşüncesinin buluşamamalarının bir diğer sebebi ise, ki bu epistemik olmaktan ziyade ontolojik olan kısma dahildir, İslam’ın vaz ettiği ve amele dönüştürdüğü pratiklerin kuramsallaştırılmadan hayata aktarılmış olmasıdır. Yani bir takım temel ilkelerin etrafında şekillenen bir siyaset anlayışının olması, İslamî dünya görüşünün modern siyaset teorisi ile mukayese edilmesini zorlaştırmaktadır. Bunları yazmaktaki maksadım neden bir İslam Siyaset Teorisinin olmadığından yakınmak ya da bir İslam Siyaset Teorisi kurmanın gerekliliğini ileri sürmek falan değil. Theoria ile amel arasındaki kapanmaz ontolojik fark hakkında konuşmayı başka bir yazıya erteleyerek, demek istediğim çağdaş dönemde İslam Düşüncesi hakkında konuşulacaksa bunu modern devleti problematize etmeden yapmanın büyük bir eksiklik olacağıdır. Vail Behçet Hallak (Wael B. Hallaq)’ın İmkânsız Devlet başlıklı metni bunu yapmaya çalıştığı için üzerinde konuşulmayı hak ediyor.

Vail B. Hallak, Filistin asıllı bir akademisyen. Akademik çalışmalarını Edward Said’in güzergahında yapan, Batı akademilerinde Doğulu biri olarak var olmanın ne anlama geldiğini yakinen bilen biri. Epistemik hegemonyanın ne olduğunu Şarkiyatçılık adlı eserinde esaslı bir şekilde ortaya seren Said gibi, o da Batı’nın inşa ettiği düşünsel kanonik yapının farklı yüzlerini ifşaya çalışıyor. İmkansız Devlet’ten sonra yazdığı Restating Orientalism : A Critique of Modern Knowledge (Oryantalizmi Yeniden Konuşmak: Modern Bilginin Eleştirisi) başlıklı eseri de bu çabanın ürünü. Bu yazıya konu olan İmkânsız Devlet, çalışmalarının Modernite-İslam mukayesesinin politik bağlamdaki en yetkin metni diyebiliriz.

Kitap, Hallak’ın Şeriat: Teori, Pratik ve Dönüşümler (Shari’a: Theory, Practice, Transformations) başlıklı kitabının devamı niteliğinde. O kitapta ağırlıklı olarak hukuk üzerinden anlatısını kurarken, doğrudan devletle ilgili kısımların zayıf ve eksik olduğunu kendisi de teslim ediyor. Bu anlamıyla, İmkânsız Devlet’te modern devlet pratiği ile İslam Şeriatının tarihteki amele dökülmüş hallerinin teorik-pratik mukayeselerini yapıyor. Temel tezi şu: Modern devlet bağlamında bir ‘İslamî Devlet’ mümkün değildir. Hatta böyle bir devlet kurma çabası, imkânsız olması bir yana başlı başına bir tutarsızlık abidesi olur.

Hallak’a göre 19. yüzyıl öncesinde (12 asır boyunca) İslam’ın ahlakî yasası olan Şeriat, örfi hukuk ya da yerel örfi pratiklerle başa çıkarak hem ümmeti hem de yönetimi düzenleyen en üst ahlakî yasal kuvvet olmuştur. Ancak 19. Yy’da Batılı kolonyalistler eliyle bu yasanın yönetici gücü parçalandı, ahlakî kuvveti de aile içine indirgenerek tamamen kimliksizleşti. Daha doğrusu ulus-devletlere meşruiyet zemininin devşirilebileceği bir alan olarak bırakıldı. Modern devletlerin elinde çok kısıtlı bir alanda kalarak, modern hukukî üretimlere meşruiyet verdirilmek için kullanıldı. Yani sadece belirli hükümleri üretebilmek için araçsallaştırıldı. Oysa hukukun mutlak kaynağı, hukuku kuran ‘ilk dogma’nın (ya da sıfır noktasının) ne olduğu konusunda modern devlet ile şeriatın ontolojik olarak taban tabana zıt kurucu noktaları vardır. Bu nedenle de modern devlet ile İslam, tabiatı gereği birbirinden farklıdır.

Günümüzde bazı devletler her ne kadar kendini ‘İslam Şeriatıyla yönetiliyor’ olarak sunsalar da, son tahlilde cari kıldıkları devlet biçimi modern devletten başkası değil. Hallak’a göre İslamcıların da modern devletle pek bir derdinin olduğu söylenemez. Mısırlı İslamcılardan getirdiği örnekle, onlara göre ‘modern devlet, şeriatın uygulanmasıyla bir çelişki arz etmez.’

Aslında merhum Mevdudi’nin tüm İslam dünyasını etkileyen politik içerikli eserlerinin (Gelin Bu Dünyayı Değiştirelim, Kur’an’a Göre Dört Terim, İslam Nizamı, İslam Anayasası vb.) modern devleti çoğu noktada verili kabul ettiğini teslim etmek gerek. Sekülerliğe/Laikliğe ve Ulusalcılığa getirdiği kritikler, bir taraftan Müslüman hassasiyetini devam ettirirken, diğer taraftan ise modern devletin ferdi ve cemiyeti tahakküm atına alan karakterini ise gündem etmemişti. Daha doğrusu Hindu baskısı altındaki Müslümanların varlıklarını devam ettirebilmelerinin yegâne yolu olarak devletin kültürel hegemonyasını İslamlaştırınca Müslüman bir neslin yetiştirilebileceğine inanmıştı. Ancak O’nun bu çabasının içinde bulunduğu sosyo-politik durum ve Hindu hegemonyasına karşı acil bir çare arayışının neticesi olduğunu unutmamak gerek. Benzer şekilde 70’lerin sonunda Afgan cihadının ve İran devriminin ortaya çıkardığı devrimci dalga, Türkiye’de de etkili olmuş, Tevhid, Hicret, Şura vb. dergilerde İslam Devleti meselesi sorunsallaştırılmıştır. Ancak o dönem için modern devlete karşı 90’ların başlarından itibaren geliştirilen yaklaşımı beklemek haksızlık olacaktır. Zira bir taraftan İslamî kimliğin netleşmesi/billurlaşması gerçekleşmemişken, diğer taraftan da henüz modernitenin tam olarak ne olduğunun bile sorulamadığı bir dönemdir 70’lerin sonu.

Buradan kalkarak İslamcıların tümden modern devleti içselleştirdiklerini söylemek biraz haksızlık olur. Zira 90’ların başlarında Türkiye’de çok fazla toplumsallaşmış olsa da Bilgi ve Hikmet çevresinin, özellikle Abdurrahman Arslan’ın ulus-devlet analizleri çerçevesindeki katkıları yadsınamaz. Aynı şekilde İsmet Özel’in eleştirilerini de buna eklemek gerek.

Post-kolonyal durumda, batı-dışı dünyada milliyetçi elitler Batıdan miras aldıkları modern devleti, onun kurumlarını, bürokrasisini ve gelecek tahayyülünü devam ettirdiler. Aslında sözde bağımsızlık öncesinde karşı oldukları ne varsa, kolonyalistlerin gitmesi sonrasında tümünü kabul edip yola devam ettiler. İslam dünyasında buna bir de hilafetin yokluğundaki politik boşluğu eklemek gerek. Böylece hem ulusların yaratımı, hem de seküler parçalı kimliklerin inşası mümkün olabilmiştir.

Wael B. Hallaq

Hallak’ın temel argümanı şu: Modern proje -tabii ki modern devlet de- bir kriz yarattı. Kapitalizm/Endüstriyalizm, Doğanın Maruz Kaldığı Yıkım ve İnsanlığın Ahlak/Anlam Yitimi. Modern öncesi durumda da insanlık bazı yıkımlarla karşı karşıya kalmış, hem doğa hem de kitlesel olarak insanlık büyük acılar çekmiştir. Fakat onların modern dönemden temel farkı şu olmuştur: ikincisinde temel aktör modern insan ve tabii ki modern devlet olmuştur. Bu üç kriz noktası tüm insanlığı etkilemekte, tüm küre bundan mustarip bir durumdadır. Bu krizden çıkışın yegâne yolu ise, Hallak’a göre, Şeriat’ın ahlaki yapısı ve ahlakla kurduğu ilişkinin yeniden üretilmesidir.

Hallak’ın bahse konu kıldığı şekliyle Şeriat, paradigmatik bir fenomen olarak vardır. Hallak, Paradigma kavramını Carl Schmitt’in ‘merkezî alan’ düşüncesinden hareketle kullanıyor. Bir alan merkezîleşirse diğer alanların problemleri merkezi alanın koşullarına bağlı olarak çözülür. Yani diğer alanlar, merkezi alana göre ikincilleşir. Modern devletin hüküm ferma olduğu dönemde teknik ilerleme merkezi alan olduğu için, ahlaki, politik, sosyal ve ekonomik durumlar ona bağlı olarak kurulur/çözülür. Paradigma içinde birbiriyle çatışan söylemler olabilir. Ama paradigma bu söylemlerin toplamının genel adı olarak vardır. Bu bağlamda Aydınlanma paradigması birbiriyle taban tabana zıt olan isimlerin toplamı olarak, Hobbes, Voltaire, Locke, Rousseau, Huma, Spinoza, Kant, Hegel, Marx, Mill vb. isimlerin toplamı olarak okunur.

Diğer taraftan Şeriat’e yapılan bu ahlakî çağrı bir nostalji değildir. Nostalji suçlamasıyla aslında yapılmak istenen, hemen karşı çıkarak şeriatı tarihe gömmek; tarihi ve geleceği de modernitenin tek hâkim olduğu bir zeminde okumaya zorlamaktır. Böylece neyin meşru olup olmadığına yine -kıymeti kendinden menkul olan- Modernite karar verecektir. Aynı zamanda bugün hala Kant, Hegel, Marx vb. isimlere referansla üretilen bilgi neden nostaljik olmuyor da şeriate çağrı nostaljik olur, sorusuna da cevap bekliyor Hallak.

İslami yönetim paradigmasının tamamlayıcı simgesi şeriattır. Şeriat, ahlakî bir hukuk tarafından asırlar boyunca temsil edildi. Aynı zamanda şeriat içinde ahlakî olan, hukukî olanın hiçbir zaman aracı olmadı. Tam tersine, hukukî olan her zaman ahlakî olanın bir aracı olarak varlık buldu. Yani şeriatın paradigmatik statüsü, hukukun araç ve teknik olduğu bir vasatta onu ahlakın emrine vermeyi gerekli kılmıştır. Bundan dolayı Şeriat temeldir; Dil, Dilbilim, Hermenötik, Mantık, Belagat, Diyalektik ve Epistemoloji gibi alanlar şeriatın kapsamında yaratıldı ve geliştirilip düzenlendi. Geleneksel çağda ahlaki terbiye, ahlaki eğitim ve evrensel ahlaki talepler merkezi alanda iken, teknik çağda teknolojik ve ekonomik ilerleme merkezi alana hâkim olmuştur.

Modern devletin kendine özgü biçimsel özellikleri, sadece onu kuran ontolojik kabulleri vermesi bağlamında çok önemli değildir. Aynı zamanda İslam’la temel çatışma alanlarına da işaret eder. Birbiriyle sıkı sıkıya bağlı olan bu özellikleri şöyle sıralamak mümkün:

  • Devlet’in kendine özgü bir tarihsel yaratım/üretim olması: Modern devlet Avrupa’nın tarihsel tecrübesinin bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Onu ortaya çıkaran süreçte vuku bulan tartışmalar, problemler ve çözümler bizatihi Avrupa’ya has oldukları için modern devletin karakteristik özelliği Avrupamerkezci olmasıdır.
  • Devlet’in Egemenlik ve Metafiziğinin olması: T. Hobbes’tan J. Bodin’e, C. Schmitt’ten Agamben’e değin, tüm siyaset felsefecilerinin mutabık kaldığı nokta modern devlet egemenliğinin bizzat tanrı egemenliğinin yerine oturmasıdır. Tanrının ölümsüzlüğü modern devlette egemenliğin ölümsüzlüğüne tekabül etmektedir. Hatta Schmitt, Siyasi İlahiyat’ta modern devletin birçok kurumunun kiliseyi/dini taklit ederek inşa edildiğini söyler.
  • Yasama, Hukuk ve Şiddet: Tekelin sadece ona ait olması. Aslında bu noktada güçler ayrılığının varlığını kritize ederken Hallak’ın argümanı, pratik hayatta ne Kıta Avrupası’nda ne de Anglo-Sakson gelenekte güçler ayrılığı ilkesinin bir denge oluşturamadığıdır. Zira yürütme çoğu zaman yasamayı da yargıyı da domine etmekte ve hukuku yaratmaktadır. Oysa İslam hukuku, nihayetinde Şari’in tek belirleyici olduğu, ulema da dahil hiçbir kesimin müdahale edemediği bir temel/mutlak ve insan müdahalesinden uzak kaynağa sahip olduğu için ‘hukukun üstünlüğü’ ilkesi gerçek pratiğini ancak İslami yönetimde bulabilir.
  • Rasyonel Bürokratik Mekanizma olması.
  • Kültürel Hegemonyanın sadece ona ait olması.

Tüm bu özelliklerin ayrıntılı bir şekilde irdelendiği kitap, okuyucuyu yeni tartışmalara, devleti yeniden düşünmeye davet ediyor.

Burada bir not düşmek gerek: Kitabın Türkçe yayımında alt başlık olarak ‘Modern Çağda Bir İslam Devleti Niçin Mümkün Değildir?’ yargı-sorusu konulmuş. Bu, yayımcı tercihinin soru sormaktan ya da bir soru üzerine düşünmeye davet etmekten fazlası olduğunu düşündürüyor. Ancak yayımcı bunu yaparken kitabın en azından önsözüne de mi bakmadı? Zira henüz kitabın ilk sayfalarında Hallak, niyetinin bu yargı olmadığını dile getiriyor (s.9-10). Hatta tam tersine modern devlet formu dışında ancak bir İslam Devleti’nin imkanını arıyor denebilir.