Portre

Sezai Karakoç niçin büyüktür?

İnsanın yapmadığını söylemesi, yapmış, yapıyormuş gibi davranması, konu ile ilgili olarak başkalarına akıl vermeye kalkması nefse hoş gelen şeylerden biridir. Bunun için Kur’an’da müminlere sorulan çok mühim sorulardan  biri de şudur: “Niçin yapmadıklarınızı, yapıyormuş/yapacakmış gibi söylüyorsunuz..Bu Allah indinde hiç te hoş olmayan bir durumdur. ( Saf,61/2-3 )

Büyük ve meşhur insanlar vefat edince eli kalem tutanlar hemen silahına sarılır ve “atmaya” başlarlar. Onu överek aslında kendilerini övmenin yolunu ararlar. Onun faziletlerini dolaylı olarak kendine mal etmeye çalışırlar. Onun yakınında olduğunu ima ederek  kendine “koltuk” hazırlarlar. Süslü püslü cümlelerle onun tilmizi olduğunu, rahle-i tedrisinden feyz aldığını, sohbetlerinin takipçisi olduğunu ve adam olduğunu göstermenin derdine düşerler.

Halbuki bizim esas vazifemiz büyüklerin “büyük” davranışlarından ibret alıp benzerlerini hatta daha iyilerini yapmaktır, yapabilmektir. Yani “hayırda yarışmak”tır .. Methiye veya mersiye yazmak değil.

Mesela Sezai Bey’in bendenize göre “büyük”lüğünü gösteren muhteşem tavırlarından biri Türkiye Cumhuriyeti’nin büyük kültür ödülünü alması dolayısıyla, kendileri için takdir edilen meblağı – teşekkürle kültür faaliyetlerinde kullanılmak istirhamıyla – tekrar devlete iade etmesidir. Bu, kapitalizme teslim olmuş, paraya kul, şöhrete köle olmuş olan bir dünyada yedi milyar için verilen saf altın değerinde büyük bir derstir. Fakat bu dersi arif ve zâhit olanların yani hakikati kavrayan kâmil insanların dışında kimse veremez. O, bu parayı alıp Diriliş dergisini daha iyi şartlarda çıkarmayı, Diriliş Yayınları’na cansuyu vermeyi, Diriliş Partisi’ne  destek  olmayı düşünemez miydi.  Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin Maliye bölümünden mezun olmuş olan bir insan olarak. Ama düşünmedi. Aklından bile geçirmedi. Çünkü o  “hakikî” ödülün kimden, nereden ve ne zaman geleceğini iyi bildiği için bu sanal ödülü, sanal parayı, basit kağıt parçalarını soğuk bir şaka gibi karşıladı. Bunun “sahte” olduğunu gönül gözüyle gördü bildi ve hepimize okumamız gereken mühim bir ders verdi.

Bunu nasıl yapabildi?

Çünkü kalbi mutmaindi.

Şimdi şöyle bir soru sorabilirsiniz: O bu dersi kimden almıştı? Çok isim varsa da şimdilik bir tanesini – tahmin ederek- söyleyeyim:

Mehmet Akif’ten.

Hani, Ankara’nın soğuğunda palto alacak parası olmadığı halde İstiklâl Marşı için takdir edilen meblağı almayan TBMM Burdur mebusu. Onun için, hakkında müstakil kitabı olan üç kişiden biridir Mehmet Akif Ersoy.

Diğer ikisi de derviştir: Yunus Emre ve  Mevlânâ.

Şimdi onun, Muhyiddin İbn Arabî gibi 16 Kasımda “Şehzadebaşında gün doğmadan” âlem-i cemâle intikalinden sonra almamız gereken derse gelelim:

Beş paralık ödüller için beş takla atan, ödül beklentisi ve dedikodularıyla güzelim ömrünü heba eden, telif ücretleri için çatır çatır mücadele veren bizler, onun ruhunun şâd olmasını istiyorsak dersimizi alalım, okumaya başlayalım ve  çağdaş “put”lara kafa tutarak  kendi gönül kozamızı örmek için yollara düşelim.

İnsan-ı kâmillerin yoluna.

Kendilerine nimet verilenlerin yoluna.

Gerisi aktörlükten ibaret…

Gerisi laf u güzaf.

Üfûlüne Tarih

Dünya sürgünü sonlandı Karakoç’um

Dirilişe hazır şimdi Karakoç’um

Hamse-i âl-i abayla tarih düştü:

“ŞAİRİM MERHUM SEZAİ KARAKOÇ’UM”   1443

Etiket /