Portre

“Nefs-i emare”den “nefs-i safiyyeye” doğru, sosyal yaşamın mimarı: Yunus Emre

Yunus Emre, daha çok Divan’ındaki şiirleriyle tanınır ve bilinir. Bu şiirler, şüphesiz ki şiiriyet noktasında ve taşıdıkları duygu ve düşünce bağlamında son derece önemli metinlerdir ve Yunus’un şairlik gücü en çok bunlarda görülür. Fakat onun Risalet’ün-Nushiyye isimli bir eseri daha vardır. Bu eser, pek çok nüshada Divan’la aynı cilt içinde yer almasına rağmen bugüne kadar […]

Yunus Emre, daha çok Divan’ındaki şiirleriyle tanınır ve bilinir. Bu şiirler, şüphesiz ki şiiriyet noktasında ve taşıdıkları duygu ve düşünce bağlamında son derece önemli metinlerdir ve Yunus’un şairlik gücü en çok bunlarda görülür. Fakat onun Risalet’ün-Nushiyye isimli bir eseri daha vardır. Bu eser, pek çok nüshada Divan’la aynı cilt içinde yer almasına rağmen bugüne kadar üzerinde yeterince durulmamıştır. Bunun en önemli sebebi, bu iki eser arasındaki kimi farklılıklardır. Yunus Emre, Divan’ındaki şiirlerinde daha çok ferdi duyuşlarını dile getirdiği için lirizmin doruğuna yükselmiştir. Bu eserinde ise “bilgelik” ön planda olduğu için didaktizm ağır basmaktadır. İşte, en başta bu durum, Yunus’un bu eserinin ikinci planda kalmasına sebep olmuştur. Fakat diğer yandan bu eser, biraz sonra belirtmeye çalışacağımız özelliklerinden dolayı en az Divan’ı kadar önemsenmesi, okunup anlaşılması gereken bir kitap niteliği taşımaktadır.

Mütefekkir Yunus

Risalatü’n-Nushiyye için söylenecek ilk söz, bu eserin bir düşünce/fikir eseri olduğunu belirtmektir. Bu durum, şu açıdan önemlidir: Yunus Emre, genellikle “mektep medrese görmemiş ümmî bir şair”, “garip bir derviş” olarak değerlendirilir. Ümmîlik, dervişlik elbette olumsuz nitelemeler değildir; fakat bunlar Yunus gerçekliğini bize bütünüyle yansıtmaz. Yunus Emre, hem medrese hem dergâh tahsili görmüş, esaslı bir kültüre sahip, Kur’an, Sünnet, tasavvuf ve diğer ilimler konusunda kendini yetiştirmiş bir şairdir. Tasavvuf dünyasındaki yeri de dervişlikten öte mürşitlik makamıdır. O, gerek dervişlere, gerekse diğer insanlara  bir rehber  olmuştur. İşte bu eserle Yunus Emre’nin sade, kendi halinde, münzevi ve ümmi bir derviş değil ilim anlamında da eğitim görmüş, çağının bilgilerine vakıf dolayısıyla tefekkür ve bilgi anlamında da bir mürşit vasfı taşıdığını görmüş oluyoruz.

Eserin bir başka özelliği ise; “akıl ve bilgi” kavramına verdiği önemdir. Zira; tasavvuf anlayışı hep sevgiye dayalı, gönlü önceleyen aklı ise dışarıda bırakan bir anlayış olarak görülür. Yunus Emre, bu eserdeki yaklaşımıyla akla ve bilgiye de en az sevgi kadar önem vermektedir. Onun, insanı bir bütün olarak kavrayışıyla insanın hem kalbi hem zihni önemsemiş; böylece akılla sevgi, duygularla fikirler bir senteze ulaştırılmıştır.

Bu eser hakkında söylenecek bir söz de şudur: Yunus Emre Divanı’ndaki şiirlerin ne kadarının ona ait olduğu, ne zaman tanzim edildiği gibi konularda çok kesin bilgilere sahip değiliz. Oysa Risalet-ün-Nushiyye, böyle değildir. Bu eser, Yunus’a aitliğini ve yazılış tarihini kesin olarak bildiğimiz bir eserdir. Bunu eserin son tarafındaki bir beyitten anlıyoruz. Bu beyitte Yunus Emre eserini 1308’de yani vefatından on iki yıl önce telif ettiğini söylemektedir. Bu da onun olgunluk yani mürşidlik dönemine ait olduğunu gösterir. İşte, sadece bu yönü bile bu eseri önemli kılmaya yeter. Zira artık karşımızda arayışları bitmiş, sorularının cevabını bulmuş, bulduğu doğruları insanlarla paylaşmak isteyen bir bilge Yunus vardır.

“Din nasihattır”

Burada “Din, nasihattır” hadisinin Yunus’a bu yolda bir eser yazdırdığını da söylemek gerekir. Zira, hemen bütün mutasavvıflar, bu yolda örnek ve önder bildikleri Hz. Peygamber’in bu sözünü kendileri için yerine getirilmesi gereken bir vazife olarak telakki etmişlerdir. Edebiyatımızda gerek Yunus’un gerekse diğer mutasavvıfların bu tarz eserleri yazmalarını başka türlü açıklamak mümkün değildir.  Bilindiği gibi bu tarz eserlerin ilk örneği Feridüddin Attar’ın Pend-nâme adlı eseridir. Keza Mevlâna’da, Sa’di’de de bu tür nasihatnameler mevcuttur. Fakat, Yunus Emre, bu tür eserleri okumuş bile olsa onlardan ilham alma yoluna gitmemiş, tamamen Anadolu insanın diliyle yine bu coğrafyanın motif ve unsurlarını kullanarak eserini yazmıştır. Böylece bu eser, 11. Asırda Yusuf Has Hacib’in yine alegorik tarzda kaleme aldığı Kutadgu Bilig isimli eserinden sonra Anadolu sahasındaki benzer tarzda yazılan ilk eser olmuştur. Divan edebiyatının bu dönemde yeni yeni teşekkül etmeye başlandığı düşünülecek olunursa eserin bu anlamdaki önemi daha iyi anlaşılır. Yani, Yunus Emre, Divan’daki şiirleriyle nasıl bir gelenek kurmuşsa nasihat muhtevalı bu eseriyle de bir gelenek kurmuş, öncülüğünü bu noktada da göstermiştir.

Sosyal bir eser

Eserin bir başka özelliği ise bize Yunus’un sosyal tarafını göstermesidir. Çünkü Yunus;  sadece nefsinin kurtuluşu için mücadele etmemiş, kendiyle birlikte cemiyetinin hatta bütün insanlığın kurtuluşu için mücadele etmiştir. Biz, bu yüzden onun Vahdet-i vücut(birlik) fikrini aynı zamanda “sosyal birlik” olarak da okunabileceğini düşünmekteyiz. Böylesi insanlar, bu dünyadan giderlerken geride kalanlara kendi tecrübelerini ve bilgilerini hem bir nasihat hem de bir vasiyet olarak aktarırlar. Bu durumu anlamak için devrin sosyal yapısı dikkate alınmalıdır. Meseleye böyle bakıldığında o dönemde yıkılan bir devlet ve toplum yapısından sonra yeni bir yapının inşa sürecine girildiği görülür. Eserde ilk bakışta insanın kendini inşa olayı asıl olay niteliğini taşır. Bu süreçte; düşman kuvvetler, bunlar arasındaki mücadelenin savaş sahneleri biçiminde canlandırılması, askeri terimlerin kullanılması, o çağın olumsuz tablosunu doğuran kibir, ihtiras, dedikodu gibi toplumsal birlik için tehdit oluşturan unsurların ele alınması, hatta dağ, ova, il(şehir) gibi coğrafi terimlerden söz edilmesi bu tespitlerimiz doğrulamaktadır. Yani, eserin kişi, olay ve ana fikir örgüsü vardır.

Yunus, işte bu ana örgü çerçevesinde olayları hikâye ederken bir kaygının insanıdır. Meselesi insandır. Fakat; sadece ferdin kurtuluşunu esas almaz. Toplumsal bir niyeti ve kaygısı da vardır. Zira; insan(lar)ın inşası, aynı zamanda toplumun da inşası anlamına gelir. Dolayısıyla ilk bakışta tasavvufi olgunlaşma yolundaki “nefs-i emare”den “nefs-i safiyyeye” doğru bir yolculuğun hikâyesi olan bu eseri, toplumun da aynı şekildeki bir yolculuğu olarak okumak gerekir. Bu durumu Yunus’un bir sosyal düzen fikrinin mimarı olduğu şeklinde de ifade edebiliriz. Sertliğe, kabalığa, dünyevi ihtiraslarla savaşmaya, vurmaya, öldürmeye, yakıp yıkmaya muhalif bir söylemdir bu. Bu olumsuzluklar karşısında insanlığa teklif edilen ise yerleşik bir hayat içinde barışçı, üretken, herkese faydalı bir il, şehir hayatıdır. Bunun için de ateşin ve havanın bize bulaştırdığı kibir, haset, dedikodu gibi olumsuzluklardan uzaklaşmak ve toprak ve suyun kazandırdığı sabır, kanaat, sevgi gibi niteliklerle donanmaktır.

Bir medeniyet projesi

Yunus Emre, eserinde bize aynı zamanda bir medeniyet projesi sunmaktadır. Buna göre, artık göç ve savaş süreci bitmiştir. Öyleyse vatan edindiğimiz Anadolu’da yerleşik hayata geçerek, kazancı savaşla değil üreterek, çalışarak sağlama yoluna girilmelidir. Şehir insanı olunacaksa değerli/önemli olan maddi güç değil bilgi ve sevgidir. Göçebeliğin ve savaşların bizi dışa çeviren etkisinden sıyrılıp dikkatimiz içe çevirmeliyiz. Savaş, kişinin çevresiyle de ilgilidir ama öncelikle kendi iç beniyle ilgilidir. İnsan, iç beniyle olan savaşı kazanırsa çevresiyle olanı da kazanır. Bu bakımdan her zaman iç ben’e dönmek, onun üzerinde düşünmek, onun problemlerini çözmek gerekir.

Yunus, bize bu problemleri çözme konusunda bir yol haritası çizerken bizi önce Hz. Âdem’in yaratılışından hareketle fıtratla ve Yaratıcı ile yüzleştirme yolunu izlemektedir. Şunu biliyoruz ki bu eserde de dile getirilen bütün olumsuz huylarımız, söz ve davranışlarımız fıtrat değerlerinden uzaklaşmamızın ve yaratılış gayemize uygun bir hayat sürmememizdendir. Bu bakımdan Yunus’un yaptığı bizim önce kendimizi, yaratıcıyı tanımamız, insan olarak yaratılma anlamını kavramamızdır. Bu da kendimizi tanımakla ve sorgulamakla olabilecek bir durumdur.

Yunus, işte bu dikkati ve söylemiyle de Batı’nın asırlar sonrasında ulaştığı psikolojik realiteleri çağlar öncesinden bize haber vermiştir. Batı medeniyeti, bize ne yazık ki insan olma gerçeğimizi unutturmuş bir medeniyettir.  Son asırlarda insanlığın çağı zulüm, adaletsizlik çağı haline getirmesi bu yüzdendir. Bu durum, hepimizi felakete sürüklemektedir. Yunus’un çağında da bu zulüm Haçlı ve Moğollar tarafından işlenmekte ve insanlık bu yüzden mutsuz olmaktaydı. Yunus’un bu şartlar karşısında aklı, sevgiyi, bilgiyi temel alan bu projesi Anadolu’da yeni bir hayatı müjdelemiş ve bu hayat kurulabilmişti.

Bir yol haritası

Eserin bir başka özelliği de alegorik bir tarzda bir destan formunda telif edilmiş, soyut kavramlar somutlaştırılarak anlatan bir tahkiye eseri oluşudur. Konunun daha iyi anlaşılması için de zıtlıklardan fazlasıyla yararlanılmıştır. Buna göre eserin aynı zamanda bölümlerini de oluşturan kahramanları vardır. Bunlar, varlığımızı oluşturan dört unsurdan bize geçen “açgözlülük-kanaat”, “kibir-tevazu”, “cimrilik-cömertlik”, “öfke-sabır”, “kin-sevgi” gibi huylardır. Kitabın ana konusu işte bu kahramanlar arasında geçen olaylardır. Mesela, kişi nefs sultanın buyruğuna uyarak tamahkâr/açgözlü olur. Sonuçta bu kötü huyun zararlarıyla karşı karşıya gelir. Bunlardan kurtulabilmek için can’a başvurur. O da onu akıl sultanına gönderir. İşte bu aşamadan sonra akıl, açgözlülük askerlerinin karşısına kanaatin askerlerini gönderir. Yapılan savaşta tamah yenilgiye uğratılır ve kişi bu kötü huydan kurtularak olgunlaşma sürecine girer.

Bu noktada şunu da söylemek gerekir. İnsan azgınlaştıran, hatalara sürükleyen büyüklenme, açgözlülük, cimrilik gibi olumsuz özellikler, sadece bir insanın, bir çağın bir cemiyetin problemi değildir. İnsan, her çağda aynı yaratılış özelliklerine sahiptir. Olumlu ve olumsuz vasıfları her zaman için söz konusudur. Dolayısıyla yaşadığımız ya da bizden sonraki nesillerin yaşayacakları asırlarda da insanoğlu aynı durumlarla ve problemlerle karşı karşıya gelecektir. İşte bu yüzden bu eseri, bütün çağlarda bütün insanlar için bir yol haritası, bir kurtuluş reçetesi olarak görmek gerekir ki bizce eseri asıl değerli ve önemli kılan, ondaki bu evrensel taraftır. Zira, Yunus Emre, birinci aşamada “erdemli insan(bireysel)”, ikinci aşamada “Erdemli toplum(sosyal)”, üçüncü aşamada “Erdemli insanlık(evrensel)” şeklinde formüle edebileceğimiz bir süreçten söz etmektedir. İşte onu dünden bugüne getiren de hem ferdi hem toplumsal hem de evrensel olan bu niteliğidir.

Eserin konusu

Eserin giriş bölümünde insanın yaratılışına temas edilmektedir. Buna göre insan, suret ve can (beden ve ruh) olarak öncelikle iki gerçekliğe sahiptir. Yaratılış süreci ise şöyle olmuştur:  Padişah (Allah),  toprak, su, hava ve ateşe emretmiş, onları bir araya gelmesiyle insanın suretini yaratmış ve bu ilk insana da Âdem adını vermiştir. Hz. Âdem de bu yaratılışa teşekkürle karşılık vermiş ve kendisi gibi daha nice insan yaratması konusunda niyazda bulunmuştur.

Eserde daha sonra yaratılışın sağlandığı dört unsura, onlardan insana geçen huylara temas edilir. Toprak, su, hava ve ateş, bu dört unsur, insanda birbirine zıt huylar doğurmuştur. Buna göre, toprakla insana sabır, tevekkül, yücelik; su ile temizlik, cömertlik, iyilik…gibi güzel huylar; buna karşılık yel ile yalan, iki yüzlülük, acelecilik, ateş ile kibir, şehvet, açgözlülük ve çekememezlik gibi çirkin huylar geçmiştir. Dolayısıyla insanın varlığında hem olumlu hem de olumsuz davranışlara sebep olacak huylar birlikte bulunmaktadır.

İnsana bir de can verilmiştir ki, insanı insan yapan asıl zenginliği budur. Zira can, insanın iyi özelliklerini geliştirebilmesi, kötü özelliklerine karşı koyabilmesini sağlar. Can’la bize insan olmanın şerefi, çokluktan birliğe ulaşma gücü, utanma ve edeplilik özellikleri geçmiştir. Dahası kullarına karşı merhametli olan Allah, insana bir de aklı ve bilgi öğrenme kabiliyetini vermiştir. Böylece insan neyin doğru olup olmadığını bilebilecek özellikte yaratılmıştır.

Durum böyledir ama; meselenin bir de öteki yüzü vardır. O da şudur: İnsan bedeni bir ülke, kalbi ise başşehirdir. Ülkenin sultanın elbette başşehirdeki yani gönüldeki tahtta oturması, emir ve yasaklarını oradan bildirmesi gerekecektir. İşte insanın trajedisi, imtihanı, mücadelesi kısacası yaratılma sebebi buradan başlamaktadır. İçimizdeki iyililik ve kötülüğe sevk eden huylar, kalbe hâkim olabilmek için kıyasıya bir mücadele içindedirler. Bu mücadelenin başında ise biri “Rahmani” diğeri “Şeytani” iki sultan bulunmaktadır. Bunların ikisinin de çocukları ve askerleri vardır. İşte kitabın asıl bölümünde zıt kuvvetler arasındaki bu savaş anlatılır. Mesela önce sahneye önce tamah (açgözlülük) çıkar. Açgözlülük, insanı muhteris haline getirmiş, bencilleştirmiştir. Bu durum, insanı perişan hale getirdiği için işin sonunda insan, aklın kapısını çalarak ondan yardım ister. Akıl da, bu durum karşısında zehrin panzehiri olacak iyi huyu yani kanaatkârlığı çağırır. Tamah, kanaatin askerlerini görünce, onlarla savaşmaya bile cesaret edemeden her şeyini bırakıp kaçar, gider. Böylece gönül ülkesi tamah askerlerinden temizlenmiş olur. Tahta kanaat çıkınca da insanlar huzur ve güvenlik içinde yaşamaya başlarlar. Kitabın ilerleyen bölümlerinde ise bu savaş,  kibir (büyülenme) ile tevazu (alçak gönüllük) arasında cereyan eder.  Bir sonraki bölümde ise öfke ile sabrın mücadelesi yer alır. Cimrilik ile cömertliğin mücadelesinde de benzer sonuçlar ortaya çıkar. Sonuçta aklın yardımıyla savaşı kazanan cömertlik olur. Son bölümde de gıybetle doğruluğun mücadelesine tanık oluruz. Bu savaşta da kazanan doğruluk olur.

İnsan bu mücadeleyi yürütürken iki değerle daha donatıldığı için aslında avantajlı konumdadır. Bu değerlerden biri akıl diğeri de iman ve bilgidir. Yunus Emre’ye göre akıl, Allah’ın “kadem” sıfatındandır. O’nun ezeli oluşunun ışığındandır. Böylece akıl, bizim yol göstericimiz, kılavuzumuz ve rehberimizdir. Kısacası akıl, Tanrı nurudur. Bize mürşitlik yapar. İnsan bu ışıkla yolunu aydınlatmalıdır. Yunus Emre, böyle nitelediği akla üçe ayırır. Bunlardan “akl-ı maaş”, dünya hayatını, “akl-ı maad”, ahret hayatını düzenler. “Akl-ı külli” ise Allah’ın yüce hikmetlerini kavratır.

Bilgiye gelince, o da Allah’ın “Âlim” sıfatındandır. İlim, zahiri ve kalbi niteliğiyle sufinin hakikati kavramada en iyi yardımcısıdır. Hz. Ali’nin “Bilgi, Allah’ın en büyük perdesidir.” Mealindeki sözü bu meseleyi izah bağlamında biz yol gösterebilir. Daha da önemlisi tasavvuf, Allah’ı bilmek olarak özetlenebileceğinden bilgi en büyük değere dönüşür. Sufi, önce zahiri bilgilenmeden geçer. Bu safhayı daha sonra kalbi bilgi (marifet) takip eder. Çünkü bu iki bilgi birbirinin tamamlayıcısıdır.

İman da üç kısımdır. “İlme’l-yakin” kesin olarak kazanılmış bilgiyi ifade eder. Bulunduğu yer ise akıldır. “Ayne’l yakin” olan iman, gönülde bulunur ve gerçekleri kendi gözüyle görüp anlamayı sağlar. Üçüncüsü ise “Hakka’l-yakin” olan imandır ki o da gerçekliğinde asla şüphe olmayan bilgi olup yeri can’dır. İşte insan, bu donanımıyla hem kendiyle hesaplaşmaya hem dünya ve ahret ilerini düzenlemeye muktedir olur. Sonuçta insan, hangi kuvvetin teb’ası olmuş, gönül evini kime teslim etmişse ona göre muamele görür. Yeri cennet yahut cehennem olur. Bu anlatımda aşk, devre dışı bırakılmış değildir. O da biz lütfedilen bir başka değerimizdir. Çünkü ilahi sırlara eriştiren yol, gönülden geçer. Bu aşamada akıl, yerini aşka bırakır. Aşk, ebedi sırların kavranmasında aklın en büyük yardımcısı olur. Böylece bütün Tanrısal nimetler yani akıl, aşk, iman ve bilgi, hepsi kendi özelliklerine göre bizim kendimizi, yaratıcıyı tanımamızda bu bilgi çerçevesinde hayatımızı tanzim etmede hepsi birer imkâna dönüşürler.

Risalet’ün Nushiyye bugüne ne söyler?

Klasikler, zamanlarını aşan eserlerdir. Risalet’ün-Nushiye de böyle bir eser. Bize çağlar öncesinden sesleniyor gibi olsa da ezeli problemlerimize temas ettiği için güncelliğini ve önemini bize göre hâlâ koruyor. Zira bugün de dün olduğu gibi çatışmalar çağındayız. Bilgi ve varlık meselesi insanlığın en önemli sorunu olmaya devam ediyor. İçimizde hâkimiyet kuran kötü huyların dışımızdaki tezahürleri hayatı cehenneme çeviriyor.  Hayatımız, bizden bir anlam bekliyor. İşte böylesi şartlarda bize rehber olarak aklı, imanı, bilgiyi, sevgiyi gösteren şahsi iç çatışmalarımızı ve sorunlarımızı çözmeden dışımızdaki olumsuzluklarla baş edemeyeceğimizi söyleyen bu eser, sadece yazıldığı dönemin sorunlarına değil bugünün sorunlarına da çözümler öneriyor. Hepimizin varlığımızın anlamını keşfederek sevgi, kardeşlik, müsamaha, emek, gayret, sabır gibi değerlerin hakim olduğu bir fert ve toplum yapısı kurmamız konusunda bize yol göstericilik yapıyor.  Bu yüzden Yunus Emre, bizim çağdaşımız bir bilge olarak da okunmalı, tarih ve zaman fikrine meydan okuyan bir düşüncenin insanı olarak bugünün tefekkür hayatına katılmalıdır. Bu sebeple onun bu eserinde anlatmaya çalıştığı insan ve hayat projesini bu topraklarda tekrar filizlendirmek gerek. Felsefelerin iflas ettiği, izm’ler çağının bittiği bu dönemde yeniden metafizikle bağını hiçbir zaman koparmamış kadim düşünce geleneğine ve onun büyük isimlerinden biri olan Yunus Emre’ye aklımızı da gönlümüzü de açmanın zamanı çoktan gelmiş demektir.