Tam 82 sene… Akif’ten sonra… İstiklale giden satırların, kürsülerin ve ruhun adamı aramızdan ayrılalı 82 sene oldu…
PAYİTAHT’TA BAŞLAYAN BİR HİKAYE…
İstiklal şarimiz Mehmet Akif, 1873’te Osmanlı Devleti Payitaht’ında Buharalı anne ve Kosovalı babanın çocuğu olarak dünyaya gelir. Fatih semtinde dünyaya gelen Mehmet Akif, tam bir İstanbul beyfendisi olarak yetişir.
Babası, devrin ünlü alimlerinden Mehmet Tahir Efendi’dir. Mehmet Akif’in çocukluğu hem devletin hergün yenisi eklenen acılarını tadarak hem de babasının vatanına hayırlı evlat olsun diye verdiği hususi terbiye eğitimiyle geçer. Annesi, Emine Şerife Hatun ise besmelesiz yere basmazdı.
“Geleceği şekillendirecekler; ilme basıp Allah’a yükselenlerdir.” (Fatih Medresesi’nde eğitim alırken Fâtih Camii’nin oluşturduğu dağ gibi yüksek kütleye bakarak yazmıştır)
Ailesi Mehmet Akif’in her alanda iyi eğitim görmesi için çabalar. Mehmet Akif, medresede dini ilimleri tahsil ederken bir yandan da edebiyat, musiki ve yabancı dil dersleri alır. Şairlik yeteneğinin de pırıltıları küçük yaşlardan itibaren kendisini gösterir.
Daha küçük yaşlarında büyük düşünür ve şair olacağını yazdıklarıyla ortaya koyan Mehmet Akif, dönemin en iyi okullarından olan Mülkiye İdaresi’ne kaydolur.
1888’de babası Mehmet Tahir Efendi’nin vefatı, bir sonraki yıl da evlerinin yanması üzerine Mehmet Akif’in hayatı alt üst olur. Bir an önce para kazanıp ailesinin geçimini sağlamak için yola koyulur. Okuduğu Mülkiye İdares’nden ayrılıp Ziraat ve Baytar Mektebi’ne girer. Omuzlarındaki yükün ağırlığı ne kadar fazla olsa da mektebi birincilikle bitirir. Daha sonra memleketin çeşitli yerlerinde çalışır. Fakat zor günler geçiren ve ümidini yitirmiş milletini uyandıracak bir şeyler yapmak ister. Milleti uyandırmanın en net yolunun edebiyat olduğunu düşünür.
Sahipsiz olan memleketin batması haktır;
Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır.
İSLAM’IN VE MÜSLÜMANLARIN MÜDAFASI İÇİN…
Sadece sanatsal anlamda mükemmel eserler ortaya koymayı düşünmemiştir. Aynı zamanda devrinin trajik şartları dolayısıyla sanatı halkın uyandırılması için bir vasıta olarak görmüştür. Fikirlerini sanatsal olarak tebliğ etmiştir.
Osmanlı Devleti’nin son yılları İslam aleminin en zor yıllarındandır. İslam alemi bir yanda cephede kaybetmektedir, diğer yanda da Batılıların Müslümanlara yönelik çirkin propagandaları ve saldırılarına maruz kalmaktadır. Batıda bizim değerlerimizi karalamaya yönelik makaleler yazılmakta, Müslüman alemi tüm dünyaya farklı bir şekilde yansıtılmaya çalışılmaktadır.
Yürüyor dine beş on maskara, alkışlanıyor,
Şimdiki nesil bunu vicdan hürriyeti sanıyor!
İSTİKLAL SAVAŞI’NDA AKTİF ROL ALDI
Edebi yeteneği ve hitabet gücüyle tanınan Mehmet Akif, din alimi olarak da milletinin yanında yer almıştır. Batılıların Müslümanlara yönelik çirkin propagandalarına karşı İstanbul’da bir heyet kurulur. Bu heyette pek çok alim yer alır. Bu heyetteki baş katip ise Mehmet Akif’dir. Aynı zamanda yurdun çeşitli yerlerindeki camilerde halka vaaz etmekte memleket meseleleri hakkında milletini aydınlatmaya çalışmaktadır. Kürsüdeki şair, Kur’an’dan ilhamla söylediği şiirleri, memleket meseleleri hakkındaki net izahlarıyla aydınların ve halkın yakından tanıdığı, inandığı bir insan olarak en önemli şahsiyetlerden biri olur.
O dönem Eşref Edip’in çıkardığı Sebilürreşad dergisi kritik rol oynar. Akif de başyazardır. Cephede ‘resmî yayın organı’ gibi dağıtılır. Milli Mücadele ruhunun istikrarında ciddi etki gösterir.
Ey yolcu, uyan! Yoksa çıkarsın ki sabaha:
Bir kupkuru çöl var; ne ışık var, ne de vaha!
Mehmet Akif, Kurtuluş Savaşı yıllarında çok aktiftir. Ankara, Balıkesir ve Osmanlı Devleti’nin diğer şehirlerindeki camilerde halka seslenmektedir. Nerede problemli bir durum varsa Mehmet Akif oraya koşar.
Kurtuluş Savaşı mücadelesi devam etmektedir. Bu mücadelenin ruhunu yansıtarak ümit ve cesaret aşılayacak bir marşa ihtiyaç duyulmaktadır. Bu marş, milletin ruhunu harekete geçirmelidir. Her anlamda tükenmiş milleti yeniden diriltecek, moral sağlayacak bir marş olmalıdır.
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak.
İSTİKLAL MARŞI’NIN YAZILMASI
Kurtuluş Savaşı’nın milli ruh içerisinde kazanılmasını sağlamak ve milleti yeniden diriltmek için güfte yarışması düzenlenir ve para ödülü koyulur. Yiyecek ekmek bulamayan milletine yazacağı şiir karşılığı para alma fikri Mehmet Akif’e ağır gelmektedir. Ömrünü milletinin istiklaline adamış olan Mehmet Akif’in maddiyatla ilişkisi hiçbir zaman olmamıştır. Sadece ömrünü sürdüreceği miktar ona yeterlidir. O yüzden yarışmaya katılmaz. Mehmet Akif, Maarif Vekili Hamdullah Suphi Bey’in kendisine yazdığı 5 Şubat 1921 tarihli davet mektubundan sonra fikrini değiştirerek Ankara’daki Taceddin Dergahı’ndaki odasında, Türk Ordusuna hitap ettiği şiiri kaleme alır ve bakanlığa teslim eder. Ön elemeyi geçen şiirler ve Mehmet Akif’in şiiri 12 Mart 1921’de Meclis oturumunda tartışmaya açılır. Mehmet Âkif’in şiiri meclis kürsüsünde Hamdullah Suphi Bey tarafından okunur. Milletvekilleri büyük heyacana kapılır ve diğer şiirlerin okunmasına gerek görülmez. Mehmet Akif’in şiiri, 12 Mart 1921 günü milli marş olarak kabul edilir. Kazandığı beş yüz liralık ödülü yoksul kadın ve çocuklar için kurulan Darülmesai’ye bağışlar. Daha da önemlisi, “Bu şiir milletimin” diyerek Safahat’a almaz.
Milletin yaşadıklarına ve arzu ettiklerine tercüman olan bu şiir Meclis’te oy birliğiyle kabul edilir. Mehmet Akif’in şiiri cephelerde ve devletin her yanında okunarak yeni bir uyanış dalgası uyandırır. Çünkü o sadece bir şiir değildir, bir milletin imanının ve azminin ilanıdır.
İstiklal şiiri, neredeyse her şiiri bir ayet veya hadise dayanarak yazdığı ilk destan değildir. Çanakkale Şehitleri için kaleme aldığı mısralarda da aynı duygu kendini gösterir.
“Bu, taşındır” diyerek Kâ’be’yi diksem başına;
Rûhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;
Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ namıyle,
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle;
İSTİKLAL ŞAİRİ NEDEN VATANINDAN UZAĞA GİDER?
Kalemiyle milletinin duygularına tercüman olan Mehmet Akif, Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasının ardından siyasi çekişmelerin ortasında kalır. Vatan topraklarında geçimini sürdüremez hale gelir, Mısır’a gider. Ama bu gidişinde vatanına hiçbir küskünlüğü yoktur. El-Ezher’de Türkçe dersi verir. Ne kendi diline ne de vatanına sırtını dönmemiştir. Mısır’da öğretmenlik yaparak ailesinin geçimini sağlamaya çalışır. Aynı zamanda Kur’an mealini de tamamlamaya çalışmaktadır. Fakat ülkesinden gelen haberler mealinin din dışı uygulamalarda kullanılacağı ihtimalini ortaya çıkarır. Ezanın Türkçe’ye çevrildiği dönemde “Camilerde Kur’an’ı Kerim orijinal şekliyle okunulmayacak, onun yerine meali okunacak” söylentileri ortaya çıkar. Bunun Üzerine Mehmet Akif, “Ben bunun vebalini kaldırarmam” diyerek mealini yarım bırakır ve yakılmasını ister.
“VATANIMDA ÖLEYİM”
Hayatı zorluklar içerisinde geçen Mehmet Akif, Mısır’da hastalanır. Son nefesini vermek üzere olduğunu anlayan Mehmet Akif, “Bari vatanımda öleyim” diyerek ülkeye geri döner. 27 Aralık 1936’da, 63 yaşında Beyoğlu’ndaki Mısır Aparmanı’nda vefat eder. Cenazesi, hiçbir şeye sarılı olmayan çıplak tabutla Beyazıt Camii’ne getirilir. Oradaki esnaflar dükkanlarındaki bayrakları getirerek Akif’in tabutunun üzerine örter. Cenazesi hiçbir arabaya konulmadan omuzlarda Edirnekapı’daki Ebedi İstirahatgahına getirilir. Ve buraya defnedilir.
Ömrü çile ve mücadele ile geçen İstiklal Şairimiz, vatan özlemiyle geçen ömrünün son seneleriyle hüzünlü bir veda bırakır.
Yorum ekle