“Ortaçağın karanlık gecesinde muhteşem ve münzevi bir yıldız; ne öncüsü var ne devamcısı”
Cemil Meriç
Savaşlara şahit olur, bozgunları yaşar, facialarla sarsılır. Bazen devletin en etkin yöneticisidir, bazen kendisine bir sığınak bulma imkânından yoksundur. Sultanın yanı başında da, bulunduğu ülkeyi devasa ordularıyla tehdit eden Timur ile görüşme halinde tasavvur etmek de mümkün O’nu. Bedevilerin arasında dolaşan da, kaleye sığınıp kendini ilme veren de O’dur. Denebilir ki, içindeki zelzeleyi coğrafyasının çalkantılarıyla, coğrafyadaki inişleri çıkışları iç buhranlarıyla dengeler. Onu bir abide haline getiren ise, çağıyla hesaplaşması ve çağlarla hesaplaşarak ortaya koyduğu özgün teorileri…
İbn-i Haldun… 27 Mayıs 1332 tarihinde Tunus’ta dünyaya gelir, Asıl adı Abdurrahman, babasının adı Muhammed. Dedesi Haldun’a atfen İbn-i Haldun, yani “Haldun’un oğlu” olarak tanınmıştır. Aslen Hadramut’tan göçerek Endülüs’ün Sevil şehrine yerleşen köklü ve soylu bir aileye mensuptur. Aidiyeti eğitim hayatını da belirler. İlk eğitim aldığı okul, Zeytuniye medresesidir. Babası Muhammed bilinen bir âlimdir. Onun bu vasfı İbn-i Haldun’un dönemin seçkin âlimlerinden eğitim almasına imkân sağlar. Fıkıh, Kur’an-ı Kerim, Matematik, Mantık, Kelam, Felsefe, şiir ve edebiyat eğitim aldığı belli başlı alanlardır.
Yirmi yaşına geldiğinde Tunus Sultanı Ebu İshak’ın kâtipliğine getirilir. Bu hayatının dönüm noktası, popüler söylemle ifade edersek kırılma noktasıdır. İbn-i Haldun için artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Çalkantılı siyasi hayatın orta yerinde bulur kendini. Bu görevi, Biskra, Fas, Gırnata, Bicaye, Tlemsen gibi merkezlerdeki benzer görevler takip edecektir.
Fas’ta görev yaparken Bilim Meclisi’ne kabul edilir. Görevi sırasında siyasi nedenlerle hapsedilir. İki yıl mahpus hayatı yaşar. İbn-i Haldun, Ebu Salim’in yönetime geçmesiyle önce “Sır kâtibi”, ardından cezaların uygulandığı Divan-ı Mezalim’in başına getirilir. Fakat İbn-i Haldun, bu görevlerde uzun süre kalmayacaktır. 1362’de Endülüs’ün yolunu tutacak, Gırnata Emiri Ebu Abdullah Muhammed’in hizmetine girecektir. Gırnata elçisi olarak Castilla’da çalışacak, daha sonra ise Afrika’ya dönerek Bicaye’de başvezirlik makamına getirilecektir.
Neden Persona Non Grata İlan Edildi?
İbn-i Haldun, yönetim değişikliği üzerine çok sevdiği başvezirlik makamını terk ederek kabileler arasında dolaşmaya başlar. Bedevi yaşam tarzını inceler. Siyasi çalkantılar nedeniyle bir kez daha Endülüs’e dönmek zorunda kaldığında tarih 1374’tür. Ancak ikinci kez geldiği Endülüs’ten, daha önce üstlendiği siyasi görevler nedeniyle “istenmeyen adam” olarak damgalanır ve sınır dışı edilir. Bir kez daha menzili Kuzey Afrika’dır. Bir kez daha büyük çaresizlik içindedir İbn-i Haldun… Fakat kabilelere ilişkin derin bilgisi, bugün Cezayir sınırları içinde kalan Tlemsen’de Sultan Ebu Hammu’nun danışmanı olmasına imkân verir. Sultanla kabileler arasındaki bağlantıyı sağlama görevini yerine getirir.
Siyasi bir aktör olan İbn-i Haldun yorgundur. Siyasi çalkantılardan usanmıştır. Sultandan izin alarak İbn Selame kalesine sığınır, kendini tümüyle ilme verir. Mukaddime de burada vücuda gelir. Mukaddime’yi giriş kitabı olarak kabul ettiği El-İlber adlı 7 ciltlik tarih kitabını bu dönemde yazar.
Bu arada Cezayir’den Tunus’a, oradan da Mısır’a geçer. Kahire’de önce müderris vasfıyla kabul görür, kısa bir süre sonra Başkadılık görevini üstlenir. Kadılık görevindeki adaleti gözetmesi ve bu uğurda sergilediği cesaretli tutumu nedeniyle beş kez görevden alınıp yeniden atanır.
Başkadılık görevi sırasında uzun süre ayrı kaldığı ailesini de yanına aldırmak ister. Ne var ki, Tunus Sultanından izin çıkmaz. Bunun üzerine Mısır Sultanı bizzat devreye girer, izin engeli aşılır. Ancak aile üyelerini Kahire’ye getiren gemi kasırgaya yakalanır ve batar. Ailesini kaybetmenin üzüntüsüyle İbn-i Haldun ağır bir depresyon geçirir. Git gide çalışamaz duruma gelir. Ve Başkadılık görevini bırakır.
Arada Hicaz, Kudüs ve Suriye’yi ziyaret eder. Mısır Sultanı adına Suriye’nin üzerine yürüyen Timur’la görüşür. Uzun görüşmeler sırasında devlet yönetimi ve kendisinin “Umran” adını verdiği medeniyetlerin doğuşu, gelişimi ve çöküşüne ilişkin fikirlerini anlatır. İbn-i Haldun’dan çok etkilenen Timur, onu danışmanları arasına almak ister. İbn-i Haldun ise bu teklifi reddeder, Kahire’ye döner ve 1406 yılında burada ebedi âleme göçer.
İslam Düşünce Dünyasında Nasıl Deha Olunur?
İbn-ı Haldun çok yönlü bir düşünürdür. Sosyoloji, tarih felsefesi ve siyaset biliminin kurucusu, İktisat biliminin öncüsü olarak kabul edilir. Yetkin olduğu diğer alanlar ise felsefe, mantık ve edebiyat.
Kimi, onu, İslam düşünce dünyasının parlayan son yıldızı olarak över. Kimine göre ise, o İslam düşüncesinin eşsiz bir dehasıdır.
İbn-i Haldun’un düşünce dünyasında, toplumlar iki kategoriye ayrılır. Ayırımı göçebe topluluklar ve yerleşik topluluklar şeklinde yapar. Bunu belirleyen temel unsur ise, toplulukların geçimlerini nasıl sağladıklarıdır.
Peki, buraya nereden varmıştır? Bu soruya cevap vermeden önce bir noktanın altını çizmek gerekir. Onun düşüncesinde herhangi bir boşluk yoktur. Bir yargıda bulunuyorsa o yargının altı doludur.
Şimdi soruya dönelim. Topluluklara ilişkin çıkarımlarda bulunurken en temele iner. Temel nedir? Toplulukların ilk hali. İnsanlar buluşup gruplar haline geldiğinde göçebe durumundaydılar. Dolayısıyla her toplum başlangıçta göçebe durumundadır. Bu safhada geçim kaynağı hayvancılık ve çiftçiliktir. Çiftçilikle uğraşanlar fazla uzak yerlere gidemez, belli bir çevrede dönüp dolaşmak zorunda kalırlar. Ancak hayvancılık yapanlar her yere gidebilirler, onlar için bir sınır yoktur. Bu tür kabilelerin bir diğer özelliği ise ihtiyaca göre üretim yapmalarıdır. İhtiyaca göre üretim aynı zamanda çeşitliliğin ve lüksün olmadığı, dolayısıyla israftan uzak bir hayat biçimini mümkün kılar.
Bir Devlet Nasıl Çöker?
Göçebe toplumların bir başka özelliği de, üyelerin birbiriyle olan güçlü bağlarıdır. Dayanışma duygusunun güçlü olmasıdır. Bu aslında bir zorunluluktur. Tehlikelere birlikte karşı koyacak, tehditleri yine birlikte savuracaklardır. Dolayısıyla kabile üyeleri, dışa karşı kendini koruma ve ihtiyaçlarını karşılamak için dayanışma duygusuna sahip olmak dışında bir seçeneğe sahip değillerdir. İbn-i Haldun, kırsalda hayat süren ve göçebe dediğimiz halkları bedavet kavramıyla tanımlar.
Göçebeliğin sonrası ise yerleşik hayata geçiştir. Yani şehirleşmedir. Şehirlerde yerleşik olarak yaşayan halklar için uygun gördüğü kavram ise hazeri’dir. Hazeriler, belli bir refaha ve rahata kavuşmuş, belli mesleklerde uzmanlaşmış halklardır. Mimari, zanaat ve sanatla uğraşırlar.
Halkların öncesinde başka bir evre olmalı? Daha doğru ifadeyle neden insanlar bir araya gelir? İnsanları bir araya getiren ve bir arada tutan nasıl bir çekim gücünden bahsedilebilir? İbn-i Haldun, halkları bir arada tutan nedeni asabiyet kavramıyla açıklar. Asabiyeti ise nesep ve sebep diye ikiye ayırır. Nesep asabiyeti kan bağına dayanır. Sebep asabiyetinde ise halkı bir arada tutan bir gerekçe/mefkûre/ vardır ve insanlar bu gerekçenin etrafında birleşmişlerdir.
Halkların devlet haline gelebilmeleri ancak asabiyetle mümkündür. İster nesep isterse sebep nedenli olsun asabiyet olmadan devletleşme mümkün değildir. Çünkü asabiyet sahibi olmayan toplumlar, en ufak bir engel karşısında dağılmakla yüz yüze kalırlar. Ancak devletin kurulmasıyla birlikte er veya geç asabiyet bozulur. Ya asabiyet bağı olan aileler arasında dayanışma duygusu zayıflar, iç çekişmeler boy gösterir, ya da insanları bir araya getiren ve bir arada tutan sebep ortadan kalkar. Asabiyetin bozulması devletin dağılacağının da ilk habercisidir.
Devleti “insanlar için zaruri bir sosyal kurum” olarak niteler İbn-i Haldun. Devletin temel unsurları ise güç, kuvvet ve otoritedir. Yani egemen vasfıdır.
İbn-i Haldun, Umran adı verdiği teorisinde devleti, insana benzetir. Halklar da devletler de, insanlar gibi doğar, gelişir ve ölürler.
Gerçekten, Coğrafya Kader midir?
İbn-i Haldun’a kadar tarih, hikâye veya masal anlatmaktan ibaret bir alandır. Ona göre tarihi olayların doğuşu ve gelişmesine etki eden sebepler belirlenmelidir. Bu nedenle de iki yöntemi merkeze alır. Gerçeğe aykırı hikâyeleri ayıklamak ve doğru olanları belirlemek için tarihi kaynakları eleştirerek işe başlar. Ancak asıl üzerinde durulması gereken tarihi olaylar arasındaki sebep sonuç ilişkisidir. İbn-i Haldun’a göre, benzer olayları benzer sebepleri, benzer sebepler ise benzer olayları ortaya çıkarır. Tarihin yararı, geçmişte yaşanan olaylardan hareketle bugüne yön vermektir. “Geçmişler geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzer” tespitiyle bu gerçeğe vurgu yapar.
Tarihin görünen tarafından ziyade görünmeyen yönüyle ilgilidir, İbn-i Haldun. Ona göre, tarih sosyal hayattan doğar. Tarihin varlığı sosyal hayatın var olmasına bağlıdır. Tarihçi önce Umran ilmine başvurmalı, sosyal hayatın zaman içinde ürettiği somut ve soyut tüm değerleri öğrenmelidir. Umranın varlığı da sosyal hayatla mümkün. Asabiyet olmadan sosyal hayattan söz edilemez. Bütün bu halkaların temelinde ise insan vardır. İnsan olmadan hiçbir şey olmaz çünkü. İngiliz tarih felsefecisi Toynbee, İbn-i Haldun’un tarih anlayışı karşısında hayrete düşer, hayranlığını “Mukaddime’deki tarih felsefesi, nevinin en büyük eseri. Şimdiye kadar hiçbir ülkede, hiçbir çağda, hiçbir insan zekâsı böyle bir eser yaratmamıştır” ifadeleriyle dile getirir
15. yüzyılın başında Kahire’de vefat ettiğinde zengin düşüncelerinin ışıltısına da gölge düşüyordu. Yeniden parıldaması için bir asrın geçmesi gerekecekti. Osmanlı’da 16. yüzyıldan itibaren Taşköprülüzade, Kâtip Çelebi ve Naima, İbn-i Haldun ile haşır neşir olacak, ne var ki bu tanışma, ilmi geleneğe dönüşmeyecekti. İçine doğduğu coğrafya İbn-i Haldun’u teorilerini ilmi açıdan acı da olsa doğrular: Coğrafya kaderdir.
Emeğinize sağlık Adnan Karakaş beyefendi, çok güzel bir yazı olmuş..