Portre

Bir serüven şairi: Cahit Zarifoğlu

“Dünyada bir yolcu gibi ol.”

                                                                                                        Hadis-i şerif

Son dönem Türk şiirinin ilginç simalarından biriydi Zarifoğlu.1 Temmuz 1940 tarihinde Ankara’da başladığı hayat yolculuğunu 47 yıllık bir ömürden sonra 7 Haziran l987’de İstanbul’da tamamladı ve bir değirmen misali gördüğü bu dünyadan ebedi âleme intikal etti. Ortalama insan ömrüne göre kısa fakat bereketli geçen bu süre içinde ondan geriye kendi ifadesiyle “Hakk’ın emrinde ve Rıza-yı Bari için bir amel olarak sayılması gereken” dördü şiir, biri hikaye, biri roman. biri deneme, biri günlük, biri tiyatro ve altısı çocuk hikâyesi olmak üzere on beş eser kaldı.

Şair-i maderzat

Edebiyatın değişik türlerinde eser vermiş olmasına karşın Cahit Zarifoğlu’nun öne çıkan esas kimliği elbetteki şairliği idi. Diğer eserleri de zaten bu kimliğinin farklı yansımaları, açılımları mahiyetinde sayılabilecek, bir şâir tarafından kaleme alınmış olma özelliğini hemen fark ettiren eserlerdi. Zarifoğlu’nun bütün eserleri, özellikle de şiiri yaşadığı sürece her çevre tarafından ilgiyle karşılandı. İlginç ve farklı eserler olarak değerlendirildi. Fakat muhtevası İslâmî olmakla beraber, dili ve üslûbu dolayısıyla çok geniş kitlelere ulaşamadı Zarifoğlu.  O’nun yazma serüvenini özellikle de şiir serüvenini sağlığında çok özel sayılabilecek bir okur kitlesi izleyebildi.

Zarifoğlu’nun şiiri için daha sağlığında iken “zor anlaşılır şiirler”şeklinde genel bir kanaat oluşmuştu. Nitekim, çokça şiir yazıp şiir üzerine fazlaca konuşup yazmayan Zarifoğlu, sayılı şiir söyleşilerinde öncelikle şiirinin zor anlaşılırlığı hattâ anlamsızlığı konusundaki sorularla yüz yüze geldiğinde bu hiç hoşlanmadığı sorular karşısında kendi şiirini“anlaşılmaz değil, zor şiir”şeklinde tarif ederek, böylece şiirinin temel özelliğini de kendi diliyle belirtmiş olmaktaydı. Evet,”zor şiir”di onun yazdıkları. Zor şiirlerdi ama anlaşılmaz şiirler değildi.

Bir şiir dünyasını şairinden, onun dünyaya bakışından ve yaşadığı şartlardan özellikle de kişilik özelliklerinden ayırarak anlamaya ve değerlendirmeye çalışmanın doğru bir yol olmadığı dikkate alınacak olunursa, Zarifoğlu’nun şiirine de bu özellikler çerçevesinde yaklaşmak gerekir. Bu yaklaşım bizi şu özellikleri kabule zorlar. Bunlardan ilki Zarifoğlu’nun şiirinin ne kendi geleneğimiz ne de batılı şiir akımları içinde doğrudan bir ilişki kurabileceğimiz örneklerinin olmamasıdır. Gerçekten de kimi benzer noktalar bizi onu sembolist, sürrealist çizgilerle değerlendirme gibi bir sonuca götürse bile,onun bir şiiri bizi haklı çıkarırken bir başka şiiri kesinlikle bu tesbitimizi çürütecek niteliktedir. Duyarlık olarak kendi edebî geleneğimiz içinde ruh akrabalığı kurabileceğimiz şâirler elbette vardı. Mesela bir Necip Fazıl, bir Sezai Karakoç şiiri… Ama Zarifoğlu’nun şiirinin onlarla da müşterek noktası sadece şiirin iklimi, zemini ile ilgiliydi. Tarz ve eda kesinlikle farklıydı.

Bu problem, okur için şüphesiz önemli sayılmalıydı. Hassasiyetleri itibariyle gönül bağı kurabileceğimiz bir şiiri olmasına rağmen, bu kendine özgülük bizi alışık olmadığımız bir kapının önünde bırakmaktaydı. Dolayısıyla bu şiirin dili ve üslûbu da ona göreydi. İlham sağanağı altında hemen hiç zorlanmadan yazan Zarifoğlu’nun şiirinde imaj bolluğu ve zenginliği çok belirgin bir özellik olarak hemen karşımıza çıkıveriyordu. Dilin bütün anlatım imkanları zorlanıyor, kelimeler onunla âdeta yeniden yapı, anlam, ses ve diziliş özelliği kazanıyor, alışık olduğumuz dil mantığı içinde Zarifoğlu’nun şiir dili de farklı yapısıyla okur önünde bir engel oluşturuyordu.

Yazmak ve yaşamak

Belki bunlardan daha önemlisi ise şu idi. “Tepeleme bir şâir gibi yaşarım” diyen Zarifoğlu, yazmak ve yaşamak noktasında da farklı bir kişilik ve hayat tarzı içindeydi. Şiirle iç içe olmasına, onunla dolu dolu yaşamasına rağmen, diğer insanlarla, hayatla, tabiatla ilişkisini çok farklı bir tutum içinde gerçekleştirmekteydi. Toplumun hemen her kesimiyle ilişkisi vardı. Tabiata çok düşkündü. Hayatı ince bir duyarlıkla ve dolu dolu yaşamaktaydı. Her şey, en ince ayrıntısına kadar onun ilgi ve bilgi alanı içindeydi. Özellikle de serüvenci bir ruhu vardı. O’nun otostop yoluyla Avrupa’nın pek çok şehrini gezmesi bu tipik yönünün bariz bir örneğidir. Kısacası hayatın içinde yoğun bir yaşama serüvenini sürdürmekteydi. Dışarıya ait bu ilişkinin zenginliği kuşkusuz içinde de vardı. Dolayısıyla onun şiiri içinde doğal olarak oluşan,bu havasıyla ortaya çıkan bir şiirdi ve anlattıkları kendi “ben”inin hikayesiydi. Şair bu iç kimlikle hayata çıkıyor, fizikten metafizik olana, bireyselden toplumsala, kendi ülkesinden bütün bir insan coğrafyasına, tarihe ve geleceğe koşuyordu. Varlığı âdeta hayatla ölüm adasında gidip gelmekteydi. Dolayısıyla dışardan zor anlaşılır bir serüvenin kahramanı olarak yaşıyor ve yazıyordu.

Bu noktada onun şiiri bir yolculuk şiiri olarak karşımıza çıkmaktadır. Fakat bu yolculuk o denli zengin ve şaşırtıcı kader şartlarıyla doludur ki, okur olarak şâire eşlik etmek çok güçtür. Zira, bu yolculuk kimi zaman içerden dışarı yani hayata, eşyaya ve olaylara, kimi zaman dıştan içedir. Önceden belirlenmiş şartları yoktur bu serüvenin. Dolayısıyla hep şaşırırsınız. An gelir, bir dağ başında kartallar üzerine söylediklerini çözmeye çalışırken, şair bir ışık hızıyla sizi, kartalı da içinize taşıyarak, şehrin meydanlarına indirir. Oradan sahabe çağına ulaşır, bir kutlu mağaranın önünde durursunuz. Henüz kalbiniz bu dünyanın diline aşina olmaya çalışırken, ani bir kavisle içinizin mağarasına girersiniz. Çelişkileriniz, korkularınız, vehimlerinizle yüzleşirsiniz. Oradan ölüm ötesine uzanır meleklerle yüz yüze gelirsiniz.

Bir yolculuk şairi

Şâirin yolculukları hiç bitmez. Sanki o iç beninin karanlığından çıkıp ışığa ve aydınlığa özlem çeken birinin aceleciliği içinedir. Hızla akan bir ırmağın içinde sularla denize akmanın  serüvenini yaşarsınız. Irmak hızla akar ve siz, alabora olmanın da tehlike ihtimalleriyle bir taraftan hayata tutunmaya gayret gösterirken hiç bir ayrıntı da gözden kaçırılmayacak önemiyle karşınızda görülmeyi ve kavranmayı beklemektedir. Siz, bunu bir tren yolculuğuna da benzetebilirsiniz. Netice değişmez. Hızla koşacak ama her şeyi de görüp hissedecek ve yaşayacaksınız. Bu hız, varlığı, eşyayı o denli birbirine bağlamaktadır ki, her şey önünüzde bir sır yumağına dönüşmektedir adeta… Onu çözmek ise bir gülün tomurcuk halinden yapraklarını birer birer açma halini izleme sabrına çağırır sizi.

Böylece kişilik, hayat ve şiir, tümüyle birbiriyle girift bir yapı ortaya çıkarmaktadır. Bütün bir yalın yapı içinde biz hangi gerçeği görebilip anlamaktayız ki, varlığın bunca muammasını anlayabilelim. Dolayısıyla dikkatini bu esrarlı yapıya çevirmiş bir gönlün şiirini de anlamak zor olacaktır. Çünkü, koşu düz ve yüzeyde cereyan ediyor idiyse de aslolan derinliktir. Bu ise bütün dikkatinizi, algınızı, bilincinizi üstelik birliktelik içinde ahenkli olarak çalıştırmak zorundasınızdır. Bir kuyu kazıp defineye ulaşmanın ya da bir dağa tırmanıp yıldızları oradan seyretmenin de başka yolu yoktur. Dolayısıyla Zarifoğlu’nun şiirindeki kapalılık karşımızda biraz da okurun meselesi olarak çıkmaktadır. Şairin baktığı ufukları görenlerin, dilinin şifresine aşina olanların özellikle de şiirin içinde hayatı, hayatın içinde şiiri birlikte idrâk etmek cehdini taşıyanların önünde çokta kapalı bir şiir değildir bu.

Öte yandan şair, kısa nefeslenme anları da bırakmıyor değildir. Mesela “biraz yukardan/taş et/ot mu yoksa/taşetot/alır şaşmadan/gündüzden geceye geceden gündüze/ve bütün geleceklere/çağırır şimdiden ve el koyar” gibi dizelerin şifresini çözmeye çalışırken şâir önünüze “Halk aşksızsa sokaklar banka dükkanlarıyla doludur.” ya da “Tanrım bu dağları da sen yarattın/Bana kattın/Bir bir okşadım/Sema yapan kırları”,”yasaktık intiharla/canımızın hakkı üzerine/varamazdı elimiz” gibi ve örnekleri çoğaltabileceğimiz  son derece yalın dizelerle de çıkmaktadır. Öte yandan  Zarifoğlu’nun şiiri için onun eser vermeye başladığı yıllardaki çağ ve ülke şartlarını da dikkate almak gerekecektir. Bütün dünya insanının müşterek trajik bunalımlarına ek olarak kendi toplumumuz daha bir trajik olanı yaşamaktadır. Hayatta kovulmuştur, dehşetli bir depremle sarsılmaktadır. Bütün bunlar da dikkate alındığında Zarifoğlu’nun şiiri anlaşılmak konusunda bir yürek bağını, müşterek hassasiyeti de gerekli kılmaktadır.

“Bir Yunus Emre olmak isterdim”

Zarifoğlu’nu okuyanlar, gerekli sabrı gösterip çileyi göğüsleyebilirlerse şairin açık ve aydınlık pek çok mısraının da yardımıyla giderek ışığı artan bir şiirle de karşılaşmakta gecikmeyeceklerdir. Özellikle “Menziller”le başlayan bu çizgi “Korku ve Yakarış”la devam edecek, diğer eserler de kendilerince bu girift yapının çözümünde imkan vereceklerdir. Böylece şair, kendi yazdıklarıyla kendini şerheden olmasa bile gülün açılışı örneği gibi esrarını yaprak yaprak ama yavaş yavaş açmaya çalışmaktadır. Nitekim “Eski şairliklerim gitti gözümden/Gayridir bir başka hal kuşanıyorum” ve ” bir Yunus Emre olmak isterdim” diyen şâir bu serüvenin son ufkundaki şiirlerinin de ipuçlarını vermekteydi. Özellikle tasavvufî özü yoğun son şiirleri, bu değerlerin dilini bilen okurlar için artık kapalı şiirler değildi. Çünkü ortada bir Yunus Emre örneği vardı. Herkes bu tür şiirden nasibince bir şeyler alabilir, anlayabilirdi. Yine şâirin Filistin özellikle de Afganistan konulu şiirleri anlaşılırlık imkanlarını daha da artırmış oldu.

Anlaşılma konusunda hangi özelliği ya da problemi taşırsa taşısın Zarifoğlu’nun şiiri modern Türk şiirinin önemli örnekleri olarak karşımızda durmaktadır. Birazcık gayret gösteren her okur, bu şiirin özel şartlarını da dikkate alarak belli bir bilgi ve bilinçle onlara yaklaşırsa eminim payına düşeni alacaktır. Önemli olan görmek istediğimiz nesne ya da varlığa uzaktan dürbünle değil yakından hem beden hem de gönül gözüyle bakmaktır. Bir şeyin uzağındaysak net şeyler görmemiz zordur, böyle bir bakış pozisyonunda her şey bulanık görülür. Önemli olan yaklaşım tarzımızdır. Zarifoğlu’nun şiiri bu nokta çerçevesinde de ele alınmalıdır.

Sözün bittiği yer

Gün gelir şâirler de susarlar. Kelimelerin bittiği kader saatidir bu. Artık aceleleri vardır, omuzlarındaki ağır yük, yaşamak yükü, ruhu iyice bunaltmıştır. Sefer zamanıdır.”Ve bunları elbette çabucak geçelim sevgilim”diyen Zarifoğlu’nun da sefer saati geldi, hayattan çabucak geçti ve burada fazla eğlenmedi. Çünkü o bir yolcu olduğunun bilincindeydi. ”Bu sal benim canıma yakışan bir sabaha yaklaşır”dedikten sonra da “sabah”ına ulaştı. Gecenin sonu aydınlık, hayatın sonu kapıda ölüm dursa da gerçekten ölümsüzlüktür. O, sevdiği âlem içinde ve biz ise onun şiir ırmağının çağıltılarını  duymaya devam ediyoruz. Ve hayat gibi ölüm de bir şiir, hem de şiirin sahicisidir.  Çünkü hayatın sustuğu yerde o konuşmaya başlar.