“Yüz yıldır görülmemiş bir değişim yaşanıyor ve biz bunu birlikte yürütüyoruz” demişti Çin Devlet Başkanı Xi Jinping, Rusya ziyaretinin çıkış görüşmesinde Putin’e veda ederken. Aslında bu ifadenin ilk bölümü pek çok uzmanın ve politikacının uzun zamandır dile getirdiği bir gerçeklik. Merak edilen nokta ise cümlenin ikinci bölümünün gerçekleşme ihtimali. Yeni bir dünya düzeni kurulmakta, peki bu düzen kurulurken liderlik kimin veya kimlerin elinde olacak?
Almanya Şansölyesi Olaf Scholz Şubat 2022’de Bundestag’a yaptığı bir konuşma esnasında atıf yaptığı “zeitenwende” kavramını hatırlayalım. Bu, Almanya için bir milat demekti ve pasifist politikasını revize ederek askeri harcamalarını arttıran, daha güçlü ve caydırıcı bir savunma politikasının bir bakıma ilanıydı. Zeitenwende o tarihten sonra Almanya’da yılın kelimesi seçilirken esasında küresel sistemin de bir milat yaşadığını gözler önüne sermesi açısından önemli bir kavram olarak akıllara kazındı. Nitekim yalnızca Almanya değil benzer tarihlerde Japonya da savunma harcamalarını GSYİH’nın %2 sinin üstüne çıkarmak için gerekli kararları almıştı. Bir taraftan Ukrayna da diğer taraftan Asya-Pasifik’te ısınan suların tüm küresel sistemin tansiyonunu adım adım yükseltmekte olduğunun en net göstergelerinden biri olarak bu iki ülkenin değişen stratejilerini göstermek mümkündür.
Elbette geleceğe yönelik başarılı bir projeksiyon oluşturmanın anahtarı, bugünün detaylı bir analizinden geçer. Neticede sıklıkla dile getirilen “Yeni Dünya Düzeni” mevcut düzenin üstüne inşa edilen bir kavramdır. Bu doğrultuda gözlerimizi 21. Yüzyıla adını vermek konusunda güçlü ibareler barındıran Asya’nın Pasifik kıyılarına çevirmemiz gerekecektir. Yükselen Çin ile mevcut sistemde gücü pek çok parametrede elinde tutan ABD arasındaki büyük güç rekabetinin en hararetli süreçleri burada yaşanmaktadır. Halihazırda bölge, Çin yükselişi karşısında ABD’nin güçlü bir çevreleme politikasına sahne olmaktadır. Bu iki aktörün farklı dünya görüşleri dış politik stratejilerinde de kendini göstermektedir. Çin yükselişini ekonomik bir sıçramayla başlatıp farklı normatif değerlerle harmanlayarak sürdürmeyi amaçlarken, ABD’nin bu gücün önünü kesme stratejisi öncelikli olarak jeo-politik yani fiziki bir çevrelemeyi içermektedir. Bu kapsamda Japonya, Avustralya veya Filipinler gibi ABD ile sıkı ilişkiler yürüten müttefiklerle başlatılan çevreleme stratejisi temel olarak Çin’in birinci ve ikinci ada zincirine kıstırılmasını amaçlamaktadır. Bunun stratejik önemi, öncelikle ekonomik bir ejderha olan Çin’in denizlere/okyanuslara olan bağımlılığıdır. Çin’in örneğin Güney Çin Denizi’nden çıkışının engellenmesi bir anlamda nefesinin kesilmesi demektir. Bunu iyi analiz eden ABD, başta QUAD ve AUKUS olmak üzere çok taraflı anlaşmalarla dikkatleri bölgeye çekmek istemektedir.
2022 yılında Çin’in Pasifik’teki küçük ada ülkeleriyle yürüttüğü sıkı ilişki ve hatta Solomon Adasıyla masaya oturduğu güvenlik anlaşması, Çin’in söz konusu çevreleme stratejisinin tepesinden atlayarak benzer çevrelemeyi ABD’nin Pasifik kıyılarında uygulama riskini taşımaktaydı. Nitekim başta ABD olmak üzere Avustralya, Yeni Zelanda gibi ülkeler bu durum karşısında dehşete düşmüş ve ilerleyen süreçler yeniden bu ada ülkeleriyle ilişkilerini güçlendirmeye odaklanmıştır. Ancak tam burada uluslararası sistemi karakterize eden trajik bir noktadan bahsetmek gerekir. Bu küçük ada ülkeleri özellikle iklim krizi nedeniyle sular altında kalma tehlikesiyle yüzleşirken veya ekonomi, sağlık ve kalkınma anlamında ciddi sınamalara tabi olurken, doğal olarak gelişmiş ülkelerden bu konuda bir destek görmeyi beklemektedir çünkü bu konular onlar için varoluşsal bir tehdittir. Ancak bu ada ülkelerini satranç tahtasının stratejik karelerinde konuşlanmış birer piyon olarak gören gelişmiş ülkeler, buraların gelecekte potansiyel birer üs olma tehlikelerini öngörerek salt güvenlik perspektifinden yaklaşmaktadır. Bu nedenle karşılıklı anlayış pragmatik beklentilerin ötesine gidememektedir. Yani bu noktadan bakarsak Asya-Pasifikte yaşanan gelişmeler mevcut küresel sistemin prototipinden başka bir şey değildir. Diğer taraftan 2007 yılından itibaren günümüze doğru gelirsek Çin’in askeri harcamalarını arttırması, ABD’nin birincil alacaklısı olması, Japonya’yı geçerek dünyanın ikinci büyük ekonomisi olması, ABD’nin Çin tehdidi kanısında netleşmesi, Asya-Pivot politikası ve ardından başlayan ticaret savaşları, Tayvan’ın yeniden gündeme gelişi vd. tüm gelişmeler günümüzde iyice görünür hale gelen, kimi uzmanlar tarafından “Soğuk Savaş 2.0” olarak belirtilen kavramın işaretidir. Bu noktada Çin 2021 yılından itibaren Batı tarafından net biçimde uluslararası sistemi aşındıran bir ülke olarak sıfatlandırıldığı görülmektedir. Batı tarzı liberal, demokratik düzene aykırı bir ülke olarak başta ABD olmak üzere pek çok AB ülkesi tarafından sert eleştirilerin hedefi olan Çin’in elinde tuttuğu ticaret kartı ise bu ülkelerin bağımsız stratejiler yürütmesini engellemektedir. Çin’in küresel ekonominin kılcal damarlarına kadar sızmış olması, AB ülkelerinin Çin’e net çizgi çekmesine mâni olmaktadır. Pek çok AB ülkesinin aynı zamanda NATO üyesi olduğunu düşünürsek, NATO tarafından net biçimde güvenliğe yönelik tehditleri sıralanan Çin’in, sürdürülebilir refah için elzem görülmesi AB içinde ciddi bir dilemmayı ortaya çıkarmaktadır. Bunun en net kanıtını Macron’un Çin ziyaretinde görmek mümkündür. Bir taraftan parlamentosunda Tayvan’a yönelik pek çok raporu bulunan, üye ülke parlamento heyetlerinin sık sık ziyaretler düzenlediği hatta Litvanya gibi bir üyesinin Tayvan Temsiciliği’nin açılmasına izin verdiği Avrupa Birliği’nin kurucu üyesi Fransa, Xi Jinping ile gerçekleştirdiği görüşmenin ardından AB ‘nin stratejik özerkliğini koruması gerektiğini ve Tayvan üzerinden Çin-ABD arasındaki çekişmede bir taraf seçmek durumunda kalmaması gerektiğini açıkça dile getirmiştir. Bu durum aslında AB’nin içine düştüğü ikilemin en net kanıtıdır. Ancak yalnızca AB değil Türkiye de dahil olmak üzere gelecek süreçte tüm dünyanın düşeceği durumu göstermektedir. ABD-Çin arasındaki rekabet sertleştikçe dünya siyah ve beyaz olarak ayrışmaya devam edecek ve küreselleşmenin etkileri yerini taraf siyasetine bırakacaktır. Bu durumdan en fazla zarar görecek ülkeler çok taraflı dış politika yürüten ve ekonomik paydaşlarını çeşitlendiren ülkelerdir.
Sürece bölge özelinde bakarsak Çin’in genişlettiği etki alanı kendi bölgesinin ötesinde geçmiştir. Daha önceleri Çin’in Afrika’daki yatırımlarından bahsederken bugün Çin etkisindeki Latin Amerika ve Ortadoğu dan bahsetmek mümkündür. Bu kapsamda, 2022 yılının sonuna doğru gerçekleşen Çin’in Ortadoğu açılımı ve Körfez ülkelerinin Çin’e yönelik tavrı esasında pek çok şeyi gösterir niteliktedir. Suudi Arabistan tarafından karşılanan ve Katar, Filistin, Mısır liderleri dahil olmak üzere pek çok bölge lideriyle zirveler gerçekleştiren Xi Jinping’in neredeyse her liderin ağzından “Tek Çin” politikasına yönelik yüksek sesli destek duyması bölgeye yaklaşmakta olan “Çin Yüzyılı”nın meyvelerini toplamayı bekleyen Arap liderlerinin politik stratejilerinden başka bir şeyi ifade etmemektedir. Bu doğrultuda ekonomik olarak Çin’e yanaşan Körfez ülkelerinin güvenlik anlamında hala ABD’ye bağımlı olmaları ise bambaşka bir gerçekliği ortaya çıkarmaktadır. Bir benzerinin Asya-Pasifik Bölgesinde görüldüğü bu düzen yani ülkelerin ekonomik anlamda Çin’den, savunma anlamındaysa ABD’den beslendiği denge sürecinin bir benzeri de Ortadoğu’da konumlanmaktadır. Bu durum “Yeni Dünya Düzeni”nde pozisyon alan Körfez ülkelerinin görünür bir stratejisidir. Bu durum aynı zamanda uluslararası sistemin geleceğine yönelik ihtimallerden birini de sunmaktadır. Ekonomik anlamda Çin ile savunma anlamındaysa ABD ile ilişkilerini yürüten “Chinamerik” bir dünya tasviri fütüristik görünse de muhtemel gelecek kırılımlarından biridir.
Bu doğrultuda küresel sistemin geri kalanına baktığımızda, sistemin başat aktörleri olan devletlerin yönetimine her geçen gün daha güçlü liderler geçmektedir. Bu bir bakıma ufuktaki karanlığı gören toplumların karar alma mekanizması güçlü, baskın ve ülkesini kurtarma kabiliyetine sahip liderlere yöneliminden kaynaklanmaktadır. Ancak bu durum aynı zamanda sistemin esnekliğini yitirmesine ve sert reflekslerin belirmesine neden olmaktadır. Uluslararası toplum tıpkı kendinden önceki yüzyıllarda olduğu gibi 21. Yüzyılda da önemli gelişmelerin kavşağındadır. Bu noktada en önemli soru işareti ise içinde bulunduğumuz karmaşıklık çağında Yeni Dünya Düzeni yaklaşırken, “Eski Dünya”nın ülkelerinin konumlanacağı noktadır. Dengeyi bozacak aktörler ise tıpkı AB, Türkiye, Hindistan veya Rusya gibi etki çarpanı yüksek olan oyunculardır.
Yorum ekle