Yazarlar

Turuncuya boyanan teyemmüm toprağı: Ruanda’da Bayram

Yine saçma bir koşturmacanın içindeydim. Anlamıyorum bu hayatı, neden anlamlandırmıyor kendisini! Neyse, o kadar çok eksiğim vardı ki her an geri dönebilecek durumdaydım. Eşimin üstün gayreti, yol arkadaşlarıma olan güvenim ile son bir nefes ile bismillah diyerek attım kendimi havalimanına… Yol uzun. En az 6,5 saat… Nerden baksan bayağı bir zaman ediyor. Ben film tarafından […]

Yine saçma bir koşturmacanın içindeydim. Anlamıyorum bu hayatı, neden anlamlandırmıyor kendisini! Neyse, o kadar çok eksiğim vardı ki her an geri dönebilecek durumdaydım. Eşimin üstün gayreti, yol arkadaşlarıma olan güvenim ile son bir nefes ile bismillah diyerek attım kendimi havalimanına…

Yol uzun. En az 6,5 saat… Nerden baksan bayağı bir zaman ediyor. Ben film tarafından baktım olaya. 3 film birden yapabilirdim. 2,1 film oldu… Hiç fena sayılmaz…

Bir yola çıkmanın en iyi tercihlerinden İHH ile çıktık yola. Yılların tecrübesiyle eşsiz bir güngörmüşlüğün kapısını aralıyoruz…

Gideceğimiz yer, dünyanın birçok yerinde gidilmemesi gereken noktalardan biri olarak mimlenmiş. En başta Afrika. Safarisi dışında ne kıymeti var ki! Sonra fakir mi fakir. Kişi başına düşmesi gereken milli gelir kimsenin başına gelmiyor. Öyle bir yer. Sonra burası Ruanda. Yakın tarihin en trajik soykırımlarından biri yaşanmış. 1994’te sadece 100 günde 1 milyon insan katledilmiş. Bunu yapan da sokaktaki insan. Siviller, sivilleri katletmiş. Anlaşılır gibi değil. Mi, acaba?

Bir saniye. Bu soykırım meselesini kısaca geçecektim fakat şu an anladım ki bunu yaparsam büyük bir eksik ile yolu tamamlamış olacağım.

Ruanda Orta Afrika’da bir ülke. Elbette 19. Yüzyıl’dan beri sömürge. Bağımsızlığını kazandığı dönem, sonrasında sömürge etkisinin devam etmesi falan, o kadar tanıdık bir hikaye ki, geçiyorum. Buradaki sömürge zihniyetinin en ciddi etkisi ‘etnik’ algıda olmuş. Esasında birbirinden hiç farkı olmayan ve antropolojik olarak da ayrılamayan insanlar, “muhterem” Belçikalı sömürgeciler ve sonrasında Fransız yoldaşları tarafından iki etnik grupta addedilmiş. Bir kısmı Hutu, diğerleri ise Tutsi…

Toplumun ayrılmayan bu kesimleri birbirinden öylesine ayrılıyor ki, 23 sene evvel tam manasıyla bir soykırım yaşanıyor. Sömürge sırası ve sonrasında toplum mühendisliğini ve elbette zenginlikleri çalmayı en iyi şekilde başaran Avrupalılar, kardeşin kardeşi ‘doğraması’nın yolunu açmış. Yolunu açmış diyorum, zira kabahati sadece emperyalist sömürgeci ahlaksızlığa yüklersek, belki kabullenmesi biraz zor olacak ama, eksik hatta yanlış olacak. Sonuçta insanlar söz konusu ve herkesin kendi iradesi var…

Palalarla birbirlerini öldüren insanlar…

Soykırım ile alakalı başka şey söylemiyorum. Bugüne dönelim. Zira Ruanda öyle bir halde ki, bugünden gerisine bakamıyorsunuz.

Garip bir teenni var bu ülkede. İnsanlarda olağan bir sükunet. Sanki soykırım sonrası kendine gelen toplum, turuncu toprağı ile teyemmüm etmiş ve hep abdestli geziyor.

Kimse kaba olmaz mı bir ülkede? Yok, göremedik. Sigara içene rastlamadık. Sokağa çöp atanı parmakla gösteriyorlar (soykırım sonrası toplumun geneline yayılan cinayetlerin mesullerinin büyük kısmına temizlik işi ceza olarak verilmiş ama sadece bununla açıklanamaz).

Şehir merkezinde de köylerde de insanlarda gizli bir suçluluk duygusuyla gizlenmek zorunda kalan acılar iç içe geçmiş. Ülke nüfusunun 10’da 1’inin 100 günde katledildiği bir ortamdan, unutulması gereken geçmişin sesini duymazdan gelme zaruretine gelinmiş.

Belki de duymazlık ya da zaruret yoktur. Belki Ruanda bu demek. Teenni ve teyemmüm ve boncuk gözlü kara çocukların çekingen tebessümündeki terennüm…

Evet, o çocuklar… Afrika’nın kara çocukları…

Hadi ama… Ben de mi! Kara çocuk edebiyatı mı!

Değil! Emin olun edebiyat değil… Bu çocuklar başka bir dünyanın temsilcisi. Hepsi maslahatgüzar. İlişkiler hep büyükelçilik seviyesinde. Koyu tenin arasından ışıldayan gözlerdeki mana parlaklığını başka nasıl ifade edeyim arkadaş! Edebiyat değil diyorum. Bu çocuklar, bu dünyadan değil. Ya da biz bu dünyaya öylesine kendimizi kaptırmışız ki, biz bu dünyadan değiliz…

Bir saniye, edebiyat mı demiştik…

Şöyle ki…

İnsan, dünyanın neresinde olursa olsun, dünyanın orasında olmalı. Neresi bilmiyorum. Bilmek mümkün mü, bilemiyorum…

Yeryüzünün bize mescid olması, gökyüzünde abdest almamızı gerektirmiyor elbet. Fekat, evet fekat bazı coğrafyalar gökkubbenin vekili. Çıkamadığında inmelisin. Galiba buna teyemmüm deniyor.

Ruanda, teyemmümün ülkesi olsa gerek. Su az. Müslüman da… Fekat insan çok. Tam da yaşadığımız zamanda. Geçmişe saplanmamış. Kabahatinin farkında.

Uzun ağaçların arasında bir türlü bitmek bilmeyen patika yolları turuncuya boyayan teyemmüm toprağının ülkesi…

İnsana topraktan geldiğini hissettiren coğrafyanın ilkesi…

Yeşil, evet. Ekvator hizasında. Yani yılın tamamında bahar. Yağış eksik olmuyor bazı dönemler.

Ve burası Afrika…

Toprak sahada aynı anda top koşturmayı başaran 5 farklı müsabakanın mensubu 100’den fazla çocuk…

Afrikalı çocuk, dünya için bir hukuk…

Teyemmümden önce, terennümden sonra ve hep teenniyle…

Dedim ya, saçma bir koşturmacadan çıkıp geldim buraya. O yorucu ve boğucu koşturmacanın katmerli zamanlarına döneceğim.

Heybemde hep bir şeyler eksik oldu. Her şeye hazırlıksızdım hayatta. Ve her şey beni her şeye hazırladı.

Büyüyorum. Ölmek de deniyor buna. Ya da ölümü yaşatmak…

Şu an bile bir yazıyı yetiştirme, diğerini yarına erteleme peşindeyim. O kadar çok eksiğim var ki, bu fazlalıkla Afrika’nın abdestine halel getiriyor muyum, bilemiyorum…

O halde tamamlıyorum…

Hayatımın en güzel fotoğraflarından biri şu yukarda sizi selamlayan fotoğraf… Bu çocukların gözlerine iyi bakın. Ve benim bakışıma kattıklarına…

Bu teyemmüm hiç bozulmasın diye suya tövbe edebilirim. Allah affetsin…

 

RUANDA / Az ışıklı bir otel odası