Türkiye’de son üç yıl seçimlerle geçti; ondan önce ise 15 Temmuz darbe girişimi, yerel ve genel seçimler, 17 ve 25 Aralık darbe girişimleri, Gezi olayları vs. gibi olaylar vardı. Yani, bir türbülanstan ötekine, bir darbeden diğerine, bir seçimden başka bir seçime derken bugünlere geldik. Ulaştığımız bu noktada, mevzuata göre önümüzdeki 4-5 yıl seçim olmayacak. İşte, tam çalışma zamanı! İktidarı ve muhalefetiyle, genciyle yaşlısıyla, kadınıyla erkeğiyle bir seferberlik halinde çalışıp alın ve akıl teri dökerek büyük bir restorasyon sürecine girebilir; takip eden yıllar itibarıyla da geç kalmakta olduğumuz bilişim devrimini gerçekleştirebiliriz.
Nereden başlamalı?
Yukarıda da ifade edildiği üzere bu yıllar içinde, ülkenin ihtiyaç duyduğu pek çok restorasyon yapılabilir. Bu bağlamda, 12 restorasyon ve 1 devrim öneriyorum. Bu restorasyonların 1. grubunu oluşturan 8 tanesini iktidar ve muhalefet ayrımı olmaksızın herkes kendince yapmalıdır. 2. grubu oluşturan 4 tanesi, vazife olarak hükümetindir ve elbette hepimizin desteğiyle ama hükümetçe gerçekleştirilmelidir. Sonuncusu olan bilişim devrimi ise herkesin işidir ve hiç kimse dışarıda kalmaksızın vatandaşı, muhalefeti ve hükümeti el ele olmak ve emek vermek zorundadır. Bunlar neler mi, hep beraber aşağıda madde madde görelim:
İktidar-muhalefet birlikte yapmamız gereken restorasyonlar
Siyasal akıl restorasyonu
İşe akıldan başlamak lazım, akleden kalbe varmak için. Akıl tümel bir varlıktır. Evrensel olanı/tümel olanı, tümü, bütünü idrak eder. Bütünü ihata edebilen bir varlık, bütünün bir parçası üzerinden çalıştırılmamalıdır. Ama görüyoruz ki, Türkiye’de varlık bir parçasına, siyasal olana; akıl da bir parçasına, siyasal akla indirgenmiştir ve maalesef siyasal akıl da felsefî derinliklerin ve yüksek geleneklerin beslediği büyük siyasetten soyutlanıp gündelik siyasetin ‘kişi-olay deli gömleği’ içine sokulmuştur. Bu, tek kelimeyle felakettir. Bir an önce bundan kurtulmak zorundayız. Varlık kendi bütünlüğüne, akıl kendi tümelliğine, siyaset de varlık-akıl-hayat bütünlüğü içinde kendi seviyesine yükseltgenmek zorundadır.
Doğrusu, Türkiye olarak orta akıl tuzağına yakalandık. (Bu bizi, aynı zamanda, ekonomide orta gelir tuzağında tutmaktadır.) Orta akıl tuzağından kurtulmak, bizi diğer orta seviye tuzaklarından da kurtaracaktır. Bu, ancak ve ancak, akla gereken özgürlüğü vermekle, bir başka deyişle, aklın önünden çekilmekle olur. Akıl, siyaseti kendi büyük ve derin felsefi temelleri üzerine oturtacak ve çıkış yolu için ilk adımı atmış olacağız.
Kurumsal restorasyon
Darbeci gelenek 2007’de ülkemizde yeniden harekete geçmiş, özellikle bindirilmiş kıtalarla yapılmış ve darbecileri hükümete müdahaleye çağıran siyasi mitinglerinden güç almış, seçilmiş meşru hükümetin seçilmiş başbakanın kendisini veya hükümetin belirleyeceği birini cumhurbaşkanı adayı olarak öne çıkarmasını -alışık oldukları biçimde- bir muhtıra ile durdurmaya çalışmış; fakat buna karşılık hiç alışık olmadıkları bir şekilde, Cumhuriyet darbe tarihinde ilk defa hükümetçe darbecilere sert bir biçimde hadleri bildirilmiş ve hükümet, üzerine bir de, Cumhurbaşkanını halkın seçmesi yoluna gitmiştir.
Bu süreçten tam on yıl sonra, Türkiye 2017’de Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine geçmiştir. Bu sistem, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi adını taşımaktadır ama elbette siyaset bilimi kitaplarında başkanlık sistemi bölümünde yer alacaktır. Bu, açıktır ki, Türk tipi başkanlık sistemidir. Buna başkalarının başka isimler aramasına veya yakıştırmak istemesine gerek yoktur. Türkler yapar. Başkalarından yardım almalarına da gerek yoktur. Bu tartışmalar bitmiştir; şimdi gereğini yapmak lazımdır.
Geldiğimiz noktada, bu sistemin gerektirdiği kurumsal yenilenmelerin hayata geçirilmesi gecikmektedir. Bir şair ve mütefekkirimizin dediği gibi, ‘yavaş yavaş acele etmeliyiz.’ Gezi sürecinden 15 Temmuz darbe sürecine ve yaşadığımız diğer türbülanslar dikkate alındığında bu gecikmeler anlayışla karşılanmalıdır ancak unutmamamız gerekir ki, tüm bu sorunları bu sistemi oturtarak aşabiliriz. O yüzden bir an önce sistemin oturmasını sağlayacak kurumsal değişimler bir an önce hayata geçirilmelidir. Bunun için öncelikle şu basit sorunun sorulup cevaplanmasına cüret etmek gerekir: Bu kurum gerçekten gerekli mi? Çok açık söylemek gerekirse, bazı kurumlar ve makamlar bu yüzyılın ihtiyacı değil, tipik geri kalmışlık nişaneleri; irticanın somut halleri. Bir analoji yaparak şunu açıkça şöyle sorgulayalım: Bu devlet bir özel şirket olsaydı; ‘neler eksik, neler fazla’ derdik! Daha verimli bir çalışma için hükümetin her kesimden siyasetçilerden, bürokratlardan, üniversitelerden, medyadan ve gönüllü halktan vb. katılımcılarla komisyonlar kurup bu geçiş/dönüşüm sürecinin çalışmalarını bir an önce yapmalıdır. Geç kalıyoruz.
İnsan kıymetleri restorasyonu
Her yeni sistem, yeni bir ekosistemle ve o ekosistemi besleyen alt ekosistemlerle varolabilir. Bunlardan belki en önemlisi, kendisiyle uyumlu ve kendisini yaşatacak bir insan kıymetleri ekosistemidir (insan kıymetleri diyoruz, insan kaynakları değil; çünkü insan bir kıymettir, kaynak değil). Gerek siyasette ve gerek bürokraside sistemin/sürecin ve zamanın gerisinde kalanlar, zamanın ruhundan bihaber olanlar ayıklanmak zorundadır. Eski kişilerle yeni yolda yürünemez; çünkü bu neviden insanlar bizzat kendi kişisel kültürlerine dönüşmüştür. Artık onlar kurumsal kültür olarak dayattıkları ezberleriyle hareket ederler ve yeni oluşacak olan kurumsal kültüre direnç gösterirler. Bu direnç, böylesi bir geçiş sürecinde fiyatına/bedeline katlanılabilecek bir şey değildir.
Herkesle her şey yapılmaz. Geride kalan geride kalmıştır. Yeni gün için, yeni şeyleri, yeni insanlar söylemelidir. ‘Al birini vur ötekine’ türü insan kıymetleri rejimi uygulaması yapılmamalıdır. İnsanların midesini bulandıran isimlerin zihinleri de bulandırdığı bilinmelidir; bu tür şahıslar hiç bir şey yapmazsa maneviyatı, morali-motivasyonu çökertirler. İnsan kıymetleri değişim politikasının ön şartı, değişimi eskilerle yapmamak, yani önce değiştiricileri değiştirmektir. Bir başka ifadeyle, önce değişimi yapacak olanların değiştirilmiş olması gerekir. Statükonun müsebbipleriyle değişim olamaz.
Diğer taraftan, sadakati olmayan ehliyet ile ehliyeti olmayan sadakat aynı şeydir; bu iki türden aynı derecede uzak durulmalıdır. Laf yapanlarla iş yapanlar ayrıştırılmalı ve zamanın Oblomovları kenara konulmalıdır. Unutulmamalıdır ki; Oblomovluk sadece eski Rusya’ya ait bir hastalık değildir.
Bilgi üretimi ve yönetimi restorasyonu
Türkiye’de bilgi kaynaklarının tekleşmesi gibi bir sorun yaşamaktayız. Halbuki; bilgi, varlığın çoğulcu tabiatının zorunlu bir sonucu olarak, çoğulcu bir yapıya sahiptir. Fakat, zaman içerisinde tepe yöneticilerinin böyle bir sorunu oluşur. Belki de, tepe yöneticilerini bekleyen en büyük tuzaklardan/tehlikelerden biri budur. Bu sorun bizi bir zaman sonra kendi yankı odamızda konuşma durumuna sokar. Belki, bazılarımız o odadadır; belki de bazılarımız bizzat o odadır! Bilgi kaynaklarının tekleşmesi yeni bilgi üretimini ve onun etkin yönetimini engeller. Hatta, yöneticiler bir zaman sonra tekil bilgi(sizlik) konformizminin dayanılmaz keyfini yaşamaya başlarlar. Ama er ya da geç bilgi; veri, malumat, ilim, irfan ve hikmet seviyelerinde intikamını, yöneticileri yerinden ederek alır. İlim cehaletin, marifet gafletin, hikmet dalaletin zıttıdır. Eğer, kendisine set çekilirse, bilgi, mertebeleriyle birlikte zıttına inkılap eder. Tarihte bilginin bu konuda şaka yaptığı hiç görülmemiştir.
Siyasal-psikolojik restorasyon
Hakikat sonrası (post-truth) çağda yaşıyoruz diye mi hepimiz hakikatin postunu yere serdik? Öyle ki; günümüzde doğru ve yanlış, hak ve batıl, her şeyin değeri siyasete hizmet etme derecesine göre belirleniyor. Bu, her şeyin tersine döndüğü anlamına gelir. Şunu zihnimize kazımamız gerekir ki, hakikat siyasete değil, siyaset hakikate hizmet eder. Mesele siyaset değil, hakikattir. Peşinde olmamız gereken siyaset değil, hakikattir. Hatta, iddiasında bulunduğumuz medeniyet de önemini hakikate hizmetinden alır. Siyaset ve medeniyet hakikate tabi olmaları ölçüsünde kıymetlidirler. Ama biz, siyaset için hakikati görmezden geliyoruz. Siyaset için yalan söylüyoruz. Siyaset için yanlışı doğrunun, batılı hakkın yahut şerri hayrın yerine ikame ediyoruz.
Her soruya siyasi ve ideolojik tutumuzun ne olduğuna göre cevap veriyoruz. Her tavrımız siyasetteki yerimize/yanımıza göre şekilleniyor. Bunu yapan siyasetçiler olunca maalesef etkisi çok daha yıkıcı oluyor. Hatta, kimliğimizin hakikati bile siyasete kurban ediliyor. Bu bizi siyasal-psikolojik açıdan bitiriyor. Beyinlerimiz siyasi kavgaların, atışmaların, tartışmaların meydan savaşı yerine döndü. Bir muhabbet konusu, bir müzakere konusu bile kısa zamanda münakaşaya dönüşebiliyor. Mesela; kişi bir siyasi parti kuracak, işe kendisinin seçmene ne diyeceği ile değil, ‘ağzımı açarsam şantajı’ ile başlıyor; bir siyasi lider bir salon dolusu takipçisine bütün dünyanın bildiği bir konuda apaçık yalan söylüyor, o salonda hiç kimse ‘bu dediğiniz gerçek değil’ demiyor. Siyaset bu olmasa gerektir. Siyaset çok şey demektir ama her şey demek değildir; bunu bilelim. Bana keyif veren siyaset istiyorum, psikolojimi bozan siyaset istemiyorum diyebilmeliyiz; bu kadar basit. Siyasetin psikolojisi psikolojimizi bozuyor. Buna müsaade etmemeliyiz.
Toplumsal-psikolojik restorasyon
Bir sonraki cümleyi argo yazmama izin veriniz: Toplum olarak “kafayı yemek üzereyiz”! Kadından çocuğa, ormandan madene, tohumdan füzeye hiç bir şeyi makuliyet çizgileri içerisinde konuşamıyoruz; konuşamıyoruz, kavga ediyoruz. Suçlama olarak alınmasın ama bunda siyasetin mevcut halinin ve siyasetçilerin payı büyük. O kısmına yukarıda temas etmiştik. Bize, topluma gelince; siyaset bizi geriyor; aileler içinde husumete yol açıyor; kırgınlıklar, küskünlükler ailede, komşular ve akrabalar arasında huzur bırakmıyor. Bu yol doğru bir yol değil. Beni babama, çocuğumu bana düşman eden siyaset istemiyorum. Bir siyasetçinin dediği gibi, seçmeni şizofreniye götürüyor siyaset. Toplumsal bir şizofreni hali var. Kardeş kardeşten, ebeveyn evlattan şüphe eder veya hazzetmez oldu. Siyaset toplumda ayrıştırıcı bir rol oynamaya başladı. Bu belki eskiden de vardı, hatta 12 Eylül 1980 öncesi binlerce siyasi cinayeti hatırlarsak, daha kötüsü de vardı ama sanırım biz ona da, buna da mecbur ve müstahak değiliz. Siyasi ayrışma toplumsal düzeyde –belli bir miktarda olmak kaydıyla- belki anlaşılabilir bir şeydir ama aile düzeyinde bunu anlamak mümkün değildir. Toplumsal psikolojimiz hiç iyi değil. Bize bir psikolojik restorasyon/rehabilitasyon lazım.
Siyasal iletişim restorasyonu
Siyasal iletişim dili ejderha diline dönüştü. Yakıyor; her dokunduğu şeyi ateşe boğuyor. Tehdit, tedhiş ve hakaretten ibaret bir dil. O dili düzeltmeye ahdeden de, kadim Çin meselinde olduğu gibi, bir zaman sonra aynı dili temellük ediyor. Daha kötüsü, sosyal medyanın yavaş yavaş kurulmakta olan hakimiyeti neticesinde, ülkenin siyasal iletişim aklı, dili ve üslubu trol seviyesine –seviyesizliğine- düştü/mahkum oldu. Bu bir faciadır.
Dünyanın başına trollükten daha kötü çok az şey gelmiştir. Ayrıca, trollüğün kurumsallaşması diye de bir sorun ortaya çıkmıştır. Siyasal akıl, siyasal iletişimi bu çukurdan çıkarmalıdır; aksi taktirde bu çukur, siyaseti de kendi derekesine çekecektir. Siyasal iletişim dilinin besleneceği temel alan, troller değil, büyük siyasetin dayandığı derin felsefi gelenekler olmalıdır.
Siyasal iletişimcilik büyük bir hızla Göbelsçiliğe dönüşmektedir. Siyasetin olduğu/olması gerektiği gibi, siyasal iletişimin de bir ahlakı olmalıdır. Birbirini aşağıya çeken iletişim usul, üslup, ürün, çıktı ve ben daha çarpıcısını yapacağım derken daha kötüsünü yapmak ne siyasete, ne siyasetçiye, ne siyasal iletişime ve ne de ülkeye bir şey kazandırabilir.
Medya etiği restorasyonu
Türkiye’de medya hiç de ismini aldığı kavramla mütenasip bir olgu değil. ‘Haberlere medya’ olması gerekirken, ideolojilere -deli gömleklerine- medya oluyor; yalana, gerçek dışılığa, gerçekten kopukluğa medya oluyor. Habere gelince, bazen doğru haberden çok yalan haber görüyoruz. Bir olay haber yapılacaksa, bunun 5N1K’sı ile bir tane doğru hali vardır –elbette, yorumlar farklı olabilir-. Onun dışında bu habere dair gerçeklik ya, ya da şeklinde; a-çarpıtılıyor, b-perdeleniyor, c-eksiltiliyor, d-tersyüz ediliyor, e-yok sayılıyor. Eğri oturalım, doğru yazalım: Medya bu mudur veya buysa, biz buna müstahak mıyız? Medya-finansman işine girmiyorum. Finansman mevzuu ne olursa olsun, en azından, bir haber medyada yer aldıysa, nasıl yorumlayacaksak yorumlayalım; evet, meselenin gerçekliği budur, doğru haber budur, diyemez miyiz? Ahlakı ve etiği bir kenara koymuş olan bir medyanın ülkeye ve insanlığa ne hayrı dokunur; böyle bir medya neye hizmet eder?
Diğer taraftan, gelişen yapay zeka ile elimizdeki her akıllı cihaz bir medya aracına dönüşecekken konvansiyonel medyanın doğru habercilik ve etik değerler bağlamında sosyal medyaya şimdiden örneklik teşkil etmesi gerekmez mi? Artık her birey bir gazeteciye dönüşürken, medya etiği ve meslek (gazetecilik) ahlakı olmadan gerçekte neye dönüşmektedir? Bu soruların çok hayatî olduğunu düşünüyorum. İstikbalde demokrasi diyeceğimiz şeyin diji-demokrasi mi yoksa diji-tokrasi mi olacağı bu soruların cevaplarına bağlıdır.
Hükümetin yapması gereken restorasyonlar
Hukuk restorasyonu
‘Adalet hukukun idesidir.’ Hukuk felsefecileri böyle derler. Katılmamak mümkün değil. Fakat, nerede bu ide? Eflatun giderken onu da yanında mı götürdü! Öncelikle; yeni kurulan Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin gerektirdiği anayasa, ona bağlı kanunlar ve onların altında yönetmelikler, normalar hiyerarşisi temelinde, baştan aşağı yeniden yazılmak zorunda. Cumhur bunu bekliyor. Elbette; bir iki yılda bunca şey yapılıp bitirilemez; elbette ki, FETÖ’nün açtığı yara, verdiği zarar korkunçtur, lakin yeni hükümet sistemi eski bağları ve eski yükleriyle yürüyemez. İkinci olarak, mevcut haliyle adaletin işleyişini de değerlendirmek ve bir yapıcı özeleştiriye tabi tutmak zorundayız.
Yargı reformunu heyecanla karşıladık ve halk olarak gereğini bekliyoruz. Meselâ; bu memlekette mevcut hükümetin en büyük yüz aklarından biri olarak 28 Şubat darbesi ve darbecileri mahkum edildi ama niçin 28 Şubat mahkemelerinin mahkum ettiği insanlar hala hapiste veya o meşum dönemden kalma başörtülü hanımların mağduriyeti neden hala devam ediyor; insanlar yıllarca mahkemeye çıkarılmadan –içeride veya dışarıda- niçin bekletiliyor; mahkemece suçsuz olduğu sabit olan insanlar neden geri işe alınmıyor; bir mahkeme neden iş işten geçtikten sonra neticeleniyor; gizli tanık-gizli sanık gibi istisna olması gereken yahut tutukluluk gibi istisna olması gereken uygulamalar nasıl oluyor da normalleşiyor; sanal alanın hukuksuzluğu neden dağ gibi önümüzde duruyor; neye dayanarak filancayı, yargı suçlu bulmadan vicdanımızda ve dilimizde suçlu kabul edip en ağırından mahkum ediyoruz vs?
İ. Kant, ‘başkasının hakkını savunmaktan daha kutsal bir şey yoktur’ der. Toplumsal olanın idesi olacak bir söz! Yani, başkasının hakkı toplumun idesidir! Bunları neden sayıyorum? Çünkü, görülüyor ki, hukuk devleti demek, hukukun üstünlüğü demek, insan hak ve hürriyetleri demek yetmiyor. (Tabii ki; hukuk devleti olmak gerekiyor ama ondan önce hukuk toplumu olmak lazım. Konunun bu kısmı hükümeti değil, toplumu ilgilendirmektedir.) Meselenin cemiyete bakan kısmı burası, fakat hazır yeni bir hükümet sistemi kurmuşken, işin devlete bakan yüzünü de artık bir an önce tamamlamak gerekir; bu bir tarihi fırsattır.
Eğitim restorasyonu
Son zamanlarda Türk eğitim sisteminin masonik bir zihniyete teslim edilmeye çalışıldığını düşünüyorum. Bunun için, çok sinsi bir şekilde de İslamcılar kullanılıyor. İslamcılar bunun ne kadar farkında bilmiyorum. Eğitimde bir şeyler yapalım diyen hükümet bir kısım değişikliklere gitti ve gerçekten de bir şeyler değişiyor. Ama değişim hangi yönde ve hükümet bunun farkında mı, bunu da bilmiyorum. Her ne olursa olsun, vaktiyle eğitim-öğretim kurumları kurmuş, eğitim konusunda araştırmalar yönetmiş, hocalık yapmış biri olarak eğitime dair söyleyeceğim şey şudur: Bu eğitim sistemi milli desen milli değil, evrensel desen evrensel değil, ikisinin makul bir karışımı desen hiç değil. Çok pragmatik iki soru ve iki cevap: Bu eğitim sistemi ve yöneticileri ile bilişim devrimi yapabilir miyiz? Hayır! Bu eğitim sisteminden bir Fatih çıkar mı? Hayır! Peki, biz ne yapıyoruz!
Ekonomik restorasyon
Her ekonomi meselesi gündeme geldiğinde şunu dedik: İnsan aklı neoliberalizmde dondurulamaz! İnsan ve aklı, tarihin belli bir döneminde, belli bir coğrafyasında ortaya konulmuş bir ideolojiden daha büyüktür. Bizi hiç kimse neoliberalizme, kapitalizme mahkum edemez. Bunu kabul edemeyiz. Nitekim, neoliberalizm doğup büyüdüğü kendi ülkelerinde tıkandı, daha gitmiyor. İçinden yetişen uzmanlar, onun yerine ‘progresive capitalism’ kavramını ve sistemini öneriyorlar. Bu da bir başka yanılsama. Yukarıdaki ilk bölümde bahsettiğimiz orta gelir tuzağına yakalanmışlığımızın sebebi budur. Bağımlılık esasına müstenit neoliberal politikalarla, kapitalist kalkınma çabalarıyla bu tuzaktan kurtulamayız.
Türkiye, halihazırda, geçmiş yılların neoliberalizm putlarına dokunmamasının menfi sonuçlarını yaşamaktadır. Çıkış olarak, neoliberalizm dışı bir restorasyon sürecine mutlak derecede ihtiyaç vardır. İşe köleleşmiş zihinsel kalıpları yıkarak şuradan başlamak gerekir: Başka bir yol vardır. Batı’dan başka bir dünya, Batı aklından başka bir akıl, Batı aklının ürettiği ekonomi biliminden başka bir ekonomi bilimi vardır. Batı mutlak değildir, Batı evrensel değildir. Aslında, Batı bir sapmadır.
Finansal restorasyon
Yukarıda, vaktiyle neoliberalizm putlarına dokunamamanın olumsuz sonuçlarını yaşamakta olduğumuzu söyledik. Bu putlardan uzakta olanları Dünya Bankası, İMF, uluslararası derecelendirme kuruluşları, bir kısım fonlar ve bazı uluslararası bankalar; yakındakiler ise bunların yerli acenteleri ve ülkelerin faizden, dövizden, fiyat istikrarından/enflasyondan vb. sorumlu olan merkez bankalarıdır. Bu yazı çerçevesinde sadece yakındakileri ele alacağım; şimdilik uzaktakilerin birer ahtapotluk merkezi olduğunu söylemekle iktifa edelim.
Merkez bankaları gerçekte kendi ülkelerine mi, yoksa küresel ağa mı hizmet etmektedirler, bu sorgulanmalıdır. Finansal restorasyonun en can alıcı nokralarından biri budur. Merkez bankaları araç bağımsızlığı da dahil olmak üzere yeniden ele alınmak zorundadır. Hesabını seçilmiş siyasilerin verdiği en kritik bazı kararları merkez bankaları almakta ama kendileri hiç hesap vermemektedirler. Bu, hiç kimseye tuhaf gelmiyor mu?
Ekonomi ve finans dendiğinde hemen demokrasi, hukukun üstünlüğü, hukuk devleti, insan hakları, neoliberalizmin serbest piyasa kriterleri gibi şeyler sıralanmaktadır. Bunlar olmazsa ülkeye yabancı yatırımcı gelmez, yabancı yatırımcı –ve de turist- gelmezse ülke kalkınamaz, büyüyemez, ilerleyemez deniliyor. Peki, birisi bana ihracatının dörtte üçü yabancı şirketlerin ürettiklerine, yani yabancı yatırıma dayanan ve artık dünyanın 1. büyük ekonomisi konumuna yaklaşmış olan Çin’de bunlardan hangisinin mevcut olduğunu söyleyebilir mi? Hayır, söyleyemez, çünkü yoktur. Bu, yukarıda sayılan unsurları reddedelim demek değil. Kapitalizm demokrasiye, hukukun üstünlüğüne, hukuk devletine, insan haklarına, serbest piyasaya, çevreci ekosisteme bakmaz; paraya bakar; neoliberalizm de -bir kısım kabul edilebilir felsefi yaklaşımlar üzerinden- bunu meşrulaştırır. Olan biten bundan ibarettir. Dünyadaki meri işleyiş, neoliberalizmin ve kapitalizmin yalan, simülasyon, yanılsama ve aldatmaca üzerinden yürüdüğünü gösteriyor.
Peki, nasıl oluyor? Basit: neoliberalizm ve kapitalizmin puta, kutsala, tabuya dönüşmüş. Dokunamıyorsun. İçerideki neoliberalizm ve kapitalizm müminleri kutsallarına saldırdığınızı söyleyerek üzerinize çullanıyor. Siyaseti esir alıyorlar, siyasetçiyi bağlıyorlar, tüm çıkış yollarını tıkıyorlar, zihinleri iğdiş ediyorlar. Kapitalizm budur, neoliberalizm budur. Ez cümle: Neoliberalizm ve kapitalizmi aşacak bir şey yapmak lazım; iktisadi olarak, mali olarak. Ama buna önce cesaret etmek lazım.
Sonuç: Ülke olarak yapmamız gereken bilişim devrimi
Türkiye sanayi devrimini kaçırmış bir ülkedir. Bu, iyi mi oldu, kötü mü, tartışılabilir ama bilişim devrimi önümüze serilmiş duruyor. Bunu kaçırmamamız gerekiyor. Elbette, sanayileşme konusunda olduğu gibi, bilişimin eleştirebileceğimiz, olumsuz bulacağımız yanları var ama sanırım negatif taraflarını asgariye indirerek, farklı semantik yüklemeler ve içeriklerle bu devrimi gerçekleştirmek zorundayız. Dürüst olmak gerekirse, sürecin on beş-yirmi yıl gerisinden gitmekteyiz. Ama, bir ciddi sıçramayla yakalayabileceğimiz bir mesafe var aramızda. Bunu yapmak zorundayız.
Bilgi –enformasyon- bilişim teknolojisine yüklü hale geldiği için, eğer yapamazsak, eğitim-öğretimden iletişime, gündelik hayatın işleyişinden milli güvenliğe kadar pek çok sahada yapanların etkisi, kontrolü ve yönetimi altına gireceğiz. Kendimizi kandırmaya gerek yok, halihazırda, kısmen o durumdayız ve en geç yirmi yıl sonra süreç geri dönülemez hale gelebilir ve sanayi konusunda düştüğümüz halden çok daha beter bir hale düşebiliriz. Yani, yukarıda sayılan restorasyon alanlarında çalışırken, yaptıklarımızın anlamlı olabilmesi için bilişim devriminin gerçekleşmesi gerekmektedir. Yoksa, havanda su dövmüş oluruz. Bilişim devrimi gelecekte hukukun, ahlakın, dinin, eğitimin, siyasetin, psikolojinin vb. ne varsa hepsini ve/veya hepsinin yorumlarını değiştirecek. Bu durumda önümüzdeki on yıllarda ya başkalarının kendilerine göre yaptıklarına maruz kalacağız ya da biz kendimize göre olanı yapmış olacağız. Tercih bizim!
Güzel yazı