“Maarif Nezareti her yıl birçok öğrenciyi memleket hesabına Avrupa ülkelerine göndermektedir. Bu öğrencilerden kaç tanesi Arap diye araştırmaya kalktığımda bir tane bile bulamadım. Sanki Maarif için bizden vergi alınmıyor! Burada Kerek mebusu Tevfik (el Mecali) Efendi sözümü kesip, “Hepimiz kardeş değil miyiz? Türklerle Araplar arasında niye ayrım yapıyorsunuz” dedi. Ben de “Kavuk sallamayı bırakın da doğru hareket edin. Evet, hepimiz iyi günde kötü günde, yabancılar önünde kardeşiz. Fakat muhterem efendim biliniz ki kardeşler kendi aralarında hesaplaşırlar. Hiçbiri diğerinin hakkının yenmesini kabul etmez” diye cevap verdim. [1]
İç savaş yangını ile geçen yıllar
Eminim ki, İkinci Meşrutiyet yıllarında Beyrut Şehreminiliği yapmış, 1914-1918 yılları arasında da Meclis-i Mebusan’da Beyrut Mebusu görevinde bulunmuş olan Selim Ali Selam’ın bahsettiği kardeşlik, 1. Dünya Savaşı’yla birlikte bölgenin Fransız İdaresi’ne verilmesi, aslında Bilad-ı Şam içerisinde yer alan Lübnan’ın kimliksiz-kişiliksiz bir devlet haline getirilmesi ve en sonunda da 1975’te başlayıp tam 15 yıl süren iç savaşta yüz binlerce Lübnanlı’nın hayatını kaybederek Beyrut’un tanınmaz hale getirilmesiyle birlikte büyük bir yara aldı. 1990’dan sonra Beyrut’a dönen Lübnanlılar için tantanasız bir hayat sürmenin ön koşulu “kardeşlik” değil, sevmese bile “ötekine” saygı duymaktı. Zoraki bir saygı.
Buenos Aires, İsrail, Abbas Musavi ve Beyrut’un kuzeyi
İç savaş sürecinde Beyrut’tan mülteci olarak kaçan çok sayıda Şii Lübnanlı, bizzat Savama eliyle ajanlaştırıldı. 1992’de Arjantin’in başkenti Buenos Aires’teki İsrail Büyükelçiliği ile 1994’teki Yahudi Toplum Merkezi’ne düzenlenen bombalı saldırılar bu ajanlaştırılmış Lübnanlılar tarafından gerçekleştirildi. Görünen amaç, İsrail’in öldürdüğü Hizbullah komutanı Abbas el Musavi’nin intikamını almaktı. Ya da bombayı bırakanlar öyle olduğunu zannediyordu. Onlar, belki de, Arjantin’in İran’ın nükleer geliştirme çalışmalarında hayati öneme sahip olan nükleer hammadde kargolarını göndermeyi durdurduğunu ve Savama’nın bunun intikamını Lübnan’a 13 bin km uzaklıktaki Buenos Aires’te aldığını hiç öğrenemeyecekti.
İran’dan aldığı destekle İsrail sınırında güçlenen Hizbullah, silahlarını ve militanlarını çoğaltsa da bol ışıltılı, çılgın gece hayatının yaşandığı şehrin kuzey batısına neredeyse hiç uğramadı. Bu zoraki saygı sürecine uydular ve bu sessizlikte Beyrut kendini yeni baştan kurdu.
1 ton bombayla suikast
Ta ki 2005 yılında Lübnan’ın Sünni Başbakanı Refik Hariri Beyrut şehir merkezinde 1 ton bombayla havaya uçurulana kadar. Ülkedeki Suriye askeri varlığına karşı olan Hariri’nin ortadan kaldırılmasının ardından Hizbullah’ın yol arkadaşı Suriye rejimi, 15 yıldır ülkede tuttuğu askerleri tek tek Şam’a geri çağırmak zorunda kaldı. Nisan 2005’e gelindiğinde artık Lübnan’da Suriye askeri varlığı kalmamıştı. Ancak Hizbullah daha derinden ipleri yavaş yavaş ele almaya başlamış, bölgeyi İran lehine (daha doğrusu İran adına) çekip çevirmeye girişmişti.
Sinyora kimin için ağladı, Hizbullah kimle ne için savaştı?
2006’da tüm dünya canlı yayınlarda bir katliama tanık oldu. İsrail, Hizbullah İsrail kasabalarına saldırmış, bir zırhlı araçtaki 8 İsrail askerini öldürerek 2’sini esir almıştı. İsrail’in bu eyleme tepkisi yine elbette İsrail tarzında oldu. Sivil yerleşim yerleri hedef alındı ve Hizbullah’ın kalesi olan mahalleler adeta yerle bir edildi. Bu saldırılarda ölenler çoğunlukla sivillerdi. İsrail’in Lübnan’ın bir kentine saldırması, Lübnan siyasetine nasıl etki etmişti peki? Dönemin Lübnan Cumhurbaşkanı Fuad Sinyora kimi zaman kameralar karşısında ağlayarak, iki taraf arasında ateşkes ilan edilmesini istemişti. Bombalanan başka bir ülke toprağıymış gibi…
Suriye’de iç savaşın alevlenmesiyle birlikte Hizbullah’ın bölgede oynadığı rol de çeşitlendi. 2013 yılında, Suriyeli muhalifler, ülkenin sınır kasabası olan Kusayr’ı ele geçirdiğinde bunu bir “ölüm-kalım” mücadelesi olarak gören Hizbullah ilçeyi muhaliflerden almak için bir savaş başlattı. Savaş Hizbullah’ın lehine sonuçlandı ve kasaba düştü. Hizbullah, ele geçirdiği bu kasabadan geçerek Şam ve Halep’e geldi. Lazkiye kırsalında muhaliflerle savaşanlar da işte bu militanlardı. Şu anda Suriye’deki cephelerin büyük kısmında Lübnanlı Hizbullah militanları aktif görev alıyor.
Hizbullah, Suudi Arabistan ile İran arasında bir vekalet savaşının yaşandığı Yemen’de de boş durmadı. Hükümete karşı isyan başlatan Şii Husilerin askeri eğitimlerine katıldı ve onları cesaretlendirdi.
Pamuk ipliğinde siyaset
En son bilinen siyasi kriz ise Cumhurbaşkanlığı seçiminde kendini gösterdi. Tam 2 yıl 5 ay boyunca Cumhurbaşkanı seçemeyen Lübnan siyaseti en sonunda Cumhurbaşkanı’nı seçebilmişti. Lübnan’ın Maruni siyasilerinden Mişel Avn, siyasi mutabakat sonucu Cumhurbaşkanı seçilebildi. Müstakbel Hareketi’nin lideri olan Saad Hariri, Avn’a desteğini ondan kendisini Başbakan olarak atama sözü almasının ardından gösterdi. Her ne kadar başka ülkelerde İran adına askeri operasyonlara katılsa da Lübnan siyasetinde temsil edilen bir siyasi partinin de sahibi olan Hizbullah, mustafi Başbakan Saad Hariri’nin hükümetinin de küçük ortağı oldu. Hizbullah kabineye iki üye gönderdi. Hariri, tüm bu seçim maratonunu ikinci vatandaşlığı bulunan Suudi Arabistan’daki Riyad’dan kontrol etmiş ve çok büyük bir ihtimalle Riyad’ın da onayıyla Hizbullah’la kısa süreli bir mutabakata girişmişti.
Bu sürecin ardından, Hizbullah ile Lübnan’ın resmi güvenlik güçleri Arsal bölgesini 5 yıldır kontrol altında tutan DEAŞ militanlarına yönelik bir operasyon başlattı. Lübnan güçleri her ne kadar çok şiddetli bir operasyon yürütse de, silah namlusuyla istediği sonucu alamadı. DEAŞ militanları Arsal’dan ancak bir anlaşmayla çıkarılabildi. Hizbullah ise Suriye’deki savaştan dolayı militanlarının önemli bir kısmını kaybetti, oldukça yorgun düştü, kan kaybetti.
İran’ın girdiği her yerde kaos var
IKBY referandumu, Kerkük’teki statükonun İran lehine değişmesi ve yeni kurgulanan enerji denklemiyle birlikte, bölgede kurulan neredeyse tüm oyunların bir yansımasının görüldüğü Lübnan’da yeni bir kriz başladı. (Her ne kadar medyada, Lübnan’ın bir savaş atmosferi içine girdiği yazılıp çizilse de ülkede durum şimdilik sakin. En azından halkta bir panik havası yok)
2 Kasım günü Başbakan Saad Hariri günlük devlet işlemlerini sürdürürken Riyad’dan bir telefon aldı. Telefonun diğer ucundaki ses Hariri’ye, Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın kendisiyle görüşmek istediğini söyleyerek Riyad’a gelmesini istedi. Hariri’yi taşıyan uçak 3 Kasım günü Riyad’daki Kral Halid Uluslararası Havalimanı’na indi. Ancak iddiaya göre bir Başbakan’a layık karşılama töreni yapılmamıştı. Üstelik polis uçaktan inen Hariri’yi hemen ablukaya almıştı. Hariri Riyad’a gittiği günün ertesinde, Suudi Arabistan merkezli El Arabiya’nın dünyaya duyurduğu bir yayınla istifa ettiğini söyledi. İstifa konuşması daha önce hiç kullanmadığı bir retorikle hazırlanmıştı. “İran’ın girdiği her yerde kaos var” diyen Hariri, tıpkı babası gibi öldürüleceğinden korktuğunu ve kendisine yönelik bir suikast hazırlığı yapıldığını da iddia etti.
Suudi Arabistan tam olarak ne yapmak istiyor?
Herkesin üzerinde mutabık kaldığı husus şu: Hariri, Selman’ın baskısıyla istifa etti. İstifa etmek zorunda bırakıldı ve sadece söyleneni yaptı.
Hariri ailesinin (dünyanın başka yerlerinde olduğu gibi) vatandaşlık bağıyla da bağlı olduğu Suudi Arabistan’da ticari işletmeleri var. Kısa süre önce kapanan Oger isimli şirket bizzat Kraliyet tarafından fonlandı. 2015 yılında Prens Selman’ın ipleri ele almaya başladığı günlerde görevden alınan Suudi Arabistan Kraliyet Mahkemesi Başkanı (ki bu makam kraliyet ailesinden olmayanların gelebileceği en üst makamlardan biri) Halid el Tuvaicri’nin Oger’e yasadışı yollarla 9 milyar dolar ödeme yaptığı ortaya çıktı.
Prens Selman’ın muhtemel rakiplerini tasfiye etmek için başlattığı “Yolsuzluk Operasyonunun” bir ucu aslında net kanıtlara rağmen istifa eden Hariri’ye dokunmadı. O’nun görevi başkaydı ve istifasını açıklayarak bu görevi hakkıyla yerine getirdi.
Bölgede yeni bir krizin kapısını aralayan bu durumu en hafif zararla atlatmaya çalışan Lübnan siyaseti yeni bir manevra belirledi. Lübnan Cumhurbaşkanı Avn, Hariri ülkeye gelene kadar istifasını kabul etmeyeceğini açıkladı. Hizbullah Lideri Hasan Nasrallah da Hariri’ye yapılanları Lübnan halkının aşağılanması olarak gördüğünü söyledi.
Şimdi Hariri’nin (ailesini Riyad’da rehin bırakarak) Beyrut’a dönmesi, istifa formalitelerini yerine getirip bir Avrupa şehrine, muhtemelen Paris’e giderek kendine yeni bir hayat kurması bekleniyor. Yanında, babasının ikinci eşi olan ve siyasette en büyük destekçileri arasında bulunan üvey annesi Nazik Hariri’yi de götürmesi istenebilir.
Ancak kurulan planın ikinci halkası o zaman işlenecek.
Yasemin, ekmek, ateş, duman ve yüzbinlerce mülteci: Beyrut
Suudiler’in Hizbullah’ı suçlayacak tüm argümanları ortaya döküp bu hareketi kriminalize etmeye çabalaması ve en sonunda İran’ı Lübnan’a çekip savaşın yönünü değiştirmeye çalışması şimdilik en güçlü ihtimal olarak değerlendiriliyor. O zaman, hemen kapı komşusu İsrail’in dışında Lübnan’ın iç dinamiklerinin de hareketlenmesi beklenebilir. Kamplarda yaşayarak fraksiyonlara ayrılmış, kimi Hamas’ın, kimi El Fetih’in, kimi El Fetih’in Dahlan kolunun, kimi FHKC’nin ve alt fraksiyonlarının güdümüne girmiş örgütlerin militanları, makineli silahlarıyla Beyrut caddelerinde boy gösterisi yaparsa hiç kimse şaşırmayacaktır.
Zira, Lübnan’ın tarihini bilenler şaşırmanın ne kadar da komik olduğunu da biliyor.
Ama her şeye rağmen, Lübnan’ın efsane ismi Feyruz’un çok güzel yorumladığı gibi; “Halkın ruhundan yapılmış bir şarap” olan, “anavatanından bir ekmek ve yasemin esintisi Beyrut, ateş ve dumanın tadından” ne zaman kurtulacak?
O sözleri şimdi Hamra’yı adımlayan, Korniş’te gezintiye çıkan, Biblos’ta Fenikelilerin izini süren, Harisa’ya çıkıp Meryem’in koruduğu Beyrut’a her defasında aynı göz ışıltısıyla bakan gençler de mırıldanıyor şimdi.
Hem de bu sözleri bir dua niyetine söyleyerek: “Külden bir zafer Beyrut’un olsun.”
Kimin zaferi?
Yorum ekle