Yazarlar

Mavi Bozkır

Tren Anadolu bozkırları içinde yol alıyordu. Yaşım şu an küçük kızımın yaşından da küçük. Pal Sokağı Çocukları’nı daha bir iki yıl önce okumuşum. Ne Macaristan’ı biliyorum ne de Türkiye’nin diğer yerlerini. Van’a gidiyoruz. Altı kişilik bir aile olarak. Her yolculuk bir hikayedir ve Boşnakların dediği gibi “Yolculuğa başlamanın en zor kısmı kapının eşiğidir.” 

Bunlar hep anı işte. Yaş ilerleyince ağızda gevelediğimiz teselli ikramiyeleri. Ne şarkı bilirim ne türkü. Bozkır ne onu da bilmem. Tren öğretti. Sonraları her trene bindiğimde bu trenden bir hisse almaya çalıştım. Bazen binenler çoğalıyor trene, o zaman aile salonu olan kompartıman kendine çeki düzen veriyor. Duyduğum her şeyi zihnime sabitliyorum. Hikaye dinlemek hoş geliyor, tıpkı film izlemek gibi. Uzaklardan gelen bir adamın hikayesi. Sene 89. Jivkov Türkleri pek sevmiyor. Aslında Türkleri değil Türklüğü sevmiyor diyebiliriz. Çünkü kendinize Türk isimleri vermezseniz pekala anlaşabiliyorsunuz. Bir yere kadar hoşgörüsü var sosyalist rejimin. Sovyetlerin peyklerinden Bulgarya Türklerini muhacerata tabi tutarken anavatan kollarını açıp onları buyur ediyordu. Kompartımana girenler de işte onlardı. Eski vatan topraklarından kim gelirse gelsin burası onların eviydi, hep böyle olmuştu hep böyle olacak. Kompartımana girenlerden birinin adı İbrahim Gürses’ti. İbrahim Tatlıses ve Müslüm Gürses’in karışımı bir isim. Bilinçli olarak bu ismi seçmiş çünkü Sofya Radyosu sanatçılarındanmış. Bize şarkı söylemedi çünkü evinden koparılmış ve bozkırın ortasında bir trendeydi. Trende müzik yoktu. Müzik yoksa sessizlik vardır. Yolculuk devam etti, Van Gölü bile bana mavi bir bozkır olarak geldi. Yerinden koparılmış bir ses,  türküsünden ayrılmış bir ozan ne kadar mutlu olursa İbrahim Gürses de o kadar mutluydu. Aşık Veysel’i King Gizzard diye bir Avustralyalı grubun içinde buldu kızım. Yaşlı olduğum için buna cık cık etmem lazım ama etmeyeceğim. Öğrenmenin yaşı yok, ondan çok şey öğrendiğimi inkar edecek de değilim. Aşık Veysel’le karşılaşmadık pek tabii trende ama sanki istasyonların birinde görmüştüm. Muş ovası olabilir. Bir bugünden bir dünden söz etmek yaşı ileri olmanın şanındandır. Ne diyordum? Yıllar geçti aradan ve şiirle tanıştım.

Trenin ortasında bir bozkır

Gerçek şu ki şiir şairler veya şair olmak isteyenler dışında kimsenin ilgisini çekmese de herkes ilgisini çekiyor gibi yapar. Goethe şair mesela, iki satır okuyuver desek ondan kem küm eder çoğu kişi. Ne gam. Hayat bu işte. Hepimiz bir ucundan yaşayıp gidiyoruz. Geçen senelerde Bulgaristan’a gittim. Karayolu ile yaptığımız bir yolculuktu. 89’da gelenlerin geçtiği kapıdan girdik. Yolumuz Varna’yaydı. Tersine bir bozkırın ortasındaydık. Nazım Hikmet buraya kaçmış Türkiye’den. Sovyetlere geçmek için. Oğluna yazdığı şiir mektup var. Bor Oteli diye. Ama ben burada başka bir şairin peşindeyim: Şekspir. 

Derler ki İngiltere yok olsa onu İngilizce ile yeniden kurarsınız, İngilizce yok olsa onu Şekspir ile yeniden kurarsınız. Haklı adamlar. Peki Şekspir yok olsa onu neyle kurarsınız? Bu sorunun sevabı dostlarıyla olur. “Hiçbir şey dikkat çekme arzusu kadar sıradan değildir” diye ona atfedilen bir söz var. Diğer yanda ise becerikli bir Avonlu tacir. Kelimeleri parayla buluşturmak onu var etmiş. Bu sayede özgürlüğünü kazanmış ve hatırı sayılır bir ünü de. Paris’e gittiğimizde kızımın ilk görmek istediği yer Shakepeare&Company kitapçısı olmuştu. Adamlar para basıyorlar adeta Notre Dame Katedralinin karşısındaki dükkanda. Şekspir parayı seviyor, para da onu. Anadolu bozkırları içinde farklı yerlerde makamları olan Yunus Emre öyle değil mesela. Onu ancak 200 TL’lik banknotun arkasında görüyoruz. 

Varna’da bir kitapçı arıyorum. Paris’tekine benzer. İsmi Shakespeare&Friends… Eski bir binanın içinde eski bir kitapçı. Yaşlı bir kadın içeride. Kedisi var yanında. İçeride bir odada yaşadığını fark ediyorum. Yalnız birine benziyor. Yıllar önce Amerika’dan gelmiş ve Varna’da yaşamaya başlamış. Yalnızlığını Şekspir’le paylaşıyor. 

Yanımda arkadaşlarım bizi buraya niye getirdin der gibi tuhaf tuhaf bakıyorlar. Gerçek şu ki ne Goethe’nin öldüğü yatağı görmeye Weimar’a ne Şekspir’in köyü Avon’a neden gittiğime ne de bozkırın ortasında yol alan trene neden bindiğime dair tatmin edici açıklamam yok. Hayatımın özeti de bu sanırım: Görsem iyi olur. Gönülçelen bir istek bu. Sözlerin mıknatıs gibi çekmesi de diyebiliriz. 

Eve döndüm ve başımdan geçenleri anlattım.

 Güzel yolculukların evi yoktur 

Bulgaristan 1984 romanının ülke haliydi adeta. Geçmişi geçememiş geleceğini görememiş. Belki bu yüzden İbrahim Gürses’i uzaklaştırmak istedi. Güzel yolculuklar eve dönünce tamamlanmış olmaz. Aksine yolculuk o zaman başlıyor bile diyebiliriz. Battuta yazmasaydı gezmiş olur muydu? Beynimizin içine nakşettiğimiz hafızalar yaşamaya devam etmeyecek olsa yolculuk yorgunluktan başka ne işe yarardı. Başımızdan geçenleri anlattıkça yeniden yaşamış oluruz a dostlar. Mazur görün yaşı ilerleyenleri, ayakla gidilemeyen yere dille ulaşmaya çalışıyorlar. 

Aslında ne kadar da benziyor diye başladıysa söze bir aydınlanma yaşıyor demektir büyük kızım. Küçük kızım onu şüpheci gözlerle süzer, hanım da aslında bütün bunların divan edebiyatçıları tarafından zaten anlatıldığını dile getirir. Bu çember hepimizin sınırlarını belirler ve eve döndüğümüzde hepimiz aynı yolculuğa çıkmış oluruz. 

Dünyanın gidilmesi güzel olan başka bir yerine seyahat planı ve büyük ölçüde hayata geçmeyecek detaylar. Gündelik hayatın bozkırlarının içindeki gölgelikler bunlar. Kocaman bir bozkırın ortasında bir ağaç yeşerir, yanında da su vardır. İşte şarkılar, türküler ve kitaplar hepsi biraz böyle. Bir bardak su içilir ama bir denizin içinden bir yudum alınmaz. Tuzlu su ve mavi bozkır, deniz biraz böyle işte. 

Varna’da deniz kenarında az ileride Türkiye varken seslenmesi bir şairin ulaşamaması, diğer yandan Deliorman’ın bağrından çıkan müstesna bir güzelin toprağından yolunması. Hatıralardan bazıları bize usulca emanet edilmiş şiir tohumlarıdır. 

Ara ara dönüp bakıyorum eskiden karşılaştığım insanlara. Varna’daki Şekspir kitapçısı ne yapıyor, İbrahim Gürses yaşıyor mudur diye… Mutlulukla ifade etmeliyim ki tren yolculuğumuzda tanıştığımız İbrahim Gürses hala hayatta. Deliorman’da doğduğu topraklarda ezan okuyor. Şekspir, temsillerde yaşıyor ve bize göz kırpıyor. Şolohov Mavi Bozkır kitabında “İnsanın sırtındaki torbasında çavdar ekmeği ve elinde değnek varsa yürümek güç değil” diyor. Çavdar yine çavdar. Deniz yine deniz, bozkır yine bozkır… 

Salinger İbrahim Gürses ile tanışmalı

Bu defa yine bir trenin içinde gidiyoruz. Kompartıman yine aynı kompartıman, İbrahim Gürses derlediği kara kaşlı Hatice’yi söylüyor. Sofya radyosu değil mi diyor Salinger’ın kahramanı Holden, “Pek severim dinlemeyi…” King Gizzard yeni şarkıları için aradığı ilhamı bulmuş gibi, Şekspir bundan bir tiyatro çıkarmanın peşinde… Son durak neresi diye soruyor büyük kızım kondüktöre. İstifini bozmadan Mavi Bozkır diyor. Yüzümüze baktığı yok. Ezelden ebede giden hayat treninde hepimiz kendi mavi bozkırlarımızın içinde kıvranmaya devam ediyoruz.  Birbirimizin hayatlarından aldıklarımızla benzersiz sandığımız hayat koltuğunda soluklanıyoruz. 

O sırada bir yabancı yanaşıyor kompartımana. Gözüm bir yerden ısırıyor. Şifresini söylüyor: Hayat diyor geriye bakarak anlaşılır ileriye doğru yaşanır. 

Bir sen eksiktin Kierkegaard diyorum. 

Sen geldin hikaye tamamlandı işte. 

Şolohov çavdar ekmeğinden bir parça koparıp Holden’e veriyor. 

Salinger göz ucuyla onaylıyor. 

Hepimiz eksiğiz ve hayat bu, tastamam.

Etiket /