“Çoban diyerek bizi aşağılamaya çalışıyorlar. Biz sürü yöneticisiyiz, ben bu işin sertifikasını aldım. Çoban dedin mi, kimse çobana kız vermek istemiyor. Arkadaşlarım bu yüzden evlenemedi.”
Sırtında abası, elinde sertifikası ile kamera karşısında isyan eden Kütahyalı genç; uzun uzun çoban ile sürü yöneticisi arasındaki farkı anlatıyor, aldıkları eğitimin öneminden bahsediyordu. Ona göre herkes çoban olabilirdi fakat sürü yöneticisi olmak beceri işiydi ve sertifika gerektirirdi.
Bu olaydan birkaç gün sonra çalıştığım ajansı arayan biri, yayına geçtiğimiz son haberi okumamı istiyordu. Her okuyuşumda hatayı fark edip etmediğimi sordu. Bir, iki üç… derken bir hata bulamadığımı anlayınca hiddetle “Gardiyan ne demek?” diye bağırdı. Telefonu kapatmadan önce bizi mahkemeye vermekle tehdit ediyordu. Size gardiyan dense hoşunuza gider mi diye, sordu. Konuşma bittiğinde aklımda: “Gardiyan değil, ceza infaz memuru diyeceksiniz.” cümlesi kalmıştı.
Kirletmeye nereden başladık bilmiyorum ama fark ettiğim ilk kelime sakattı. Çocukluğumda bir engeli olanlara sakat deniyordu. Muhabirliğimin ilk yıllarında, gazeteci bir büyüğüm, haberde sakat kelimesini kullandığım için beni uyarmış, özürlü yazmam gerektiğini anlatmıştı.
Meslek hayatımın uzun sürmesinden mi, kelimeyi çabuk kirletişimizden mi midir bilmem ama daha aynı ajanstayken özürlünün hoş kaçmayacağı ve engelli yazmam gerektiği söylendi. Şimdilerde “engelli”nin kırıcılığından ve onlara, özel bireyler dememizden bahsediliyor.
Batı’dan aldığımız bu anlayışın en bilindik örneği “siyahi”. Amerika, henüz insanlığından emin olmadığı “siyahlar”ına önce negro sonra black ardından Afro-Amerikan dedi. Bir tür politik doğruculuk olan bu tavır bize de sirayet etmeye başladı. Sonra çocukluğumun çöpçüsü, temizlik işçisi; çobanı, sürü yöneticisi; kapıcısı, apartman görevlisi; gardiyanı, ceza infaz memuru; tezgâhtarı da satış elemanı oldu.
Görevleri, renkleri, itibarları aynı olsa da yeni isimleri vardı artık. Tıpkı edebiyatımızdaki güzel adlandırmada olduğu gibi. Halk arasında da var olan bu “güzel adlandırma”dan dolayı ölüme son yolculuk, vereme ince hastalık, cine üç harfli diyoruz. Çünkü kötü kelimeyi kullanmak onu çağırmak demektir. Bu yüzden eski Türklerde börü ürkütücü olduğu için adı anılmaz; onun yerine, zararsız olduğu için kurt (meyve kurdu) derlerdi.
Şimdilerde, “sakat, özürlü” kelimelerini evlerden ırak tutmak için daha güzel isimlerle çağırıyoruz onları. Böylece hem kötüyü/çirkini uzakta tutuyor hem de o “kirli” isimlerden kurtulmalarını sağlıyoruz.
İnsan kendinden aşağıda gördüğüne dil uzatmaktan imtina etmiyor. Bu yüzden karşısındakini özrüyle, mesleğiyle, ırkıyla, rengiyle aşağılıyor ve sonra dönüp özür diler gibi pirüpak kelimeler icat ediyor.
Tüm bu olanlar konusunda bir kanaat belirtmek, bunun yanlış ya da doğru olduğunu söylemek istemiyorum. Sadece kapıcı, sakat, gardiyan kelimelerinin “kirli” olmasına anlam veremiyorum. Çünkü biliyorum ki yarın “Okumayıp da apartman görevlisi mi olacaksın?” diye sorulduğunda, bir acının müsebbibi “ceza infaz memuru” gösterildiğinde, bir çocuğa “engelli gibi davranma” dendiğinde yine başa döneceğiz. Tıpkı Amerika’da olduğu gibi, adları değişse de değerleri hep aynı kalan siyahiler gibi…
Geçenlerde dinlediğim bir tarihçi, durumu değiştirmeden kelimeleri değiştirmenin bir sihir olduğunu söylüyor ve ekliyordu: “Sadece kelimeleri düzelterek sorunları çözemezsiniz.”
Bu güzel yazıyı 2022’de Haksöz’ün haber vermesi ile okumak varmış…
Var olasın güzel insan.
“Kelimeleri kirlettiğimizde yine başa döneceğiz.
Tıpkı Amerika’da olduğu gibi, adları değişse de değerleri hep aynı kalan siyahiler gibi… “