Yazarlar

Kalbin sesi

Kemal Sayar

Günümüz iş yerlerinde insan giderek daha uzun saatler çalışıyor, daha ağır işler daha uzun saatlerde yapılıyor. Bir yanılsamanın tahakkümü altındayız: Çok çalışmak bize zenginlik ve mutluluk getirecek. Hırs, tamahkarlık ve rekabet yalnızca gezegenimizi bir yok oluşa doğru götürmüyor, insanın temiz fıtratını da kirletiyor. Rekabet ve biriktirmeye dayalı kapitalist düzen insanların ‘her şeyin fiyatını bildiği ama hiçbir şeyin değerini bilmediği’ bir iklim üretiyor. Bu ekonomik çılgınlıkta tüm değerler tepetaklak edilerek yanlış doğru, soysuz soylu, korkak cesur olarak takdim edilebiliyor. İnsani değerler  yapıp ettiklerimizin nihai amaçlarını gözetmekten zuhur eder, toplu biçimde şu veya bu şekilde davranmak hem diğer insanlar, hem de doğal çevremiz için iyi olacak mıdır? Her birey ve toplum önünde sonunda bu ahlaki hesaplaşmayı yapmak durumundadır.

Max Horkheimer, Akıl Tutulması ismiyle dilimize çevrilen kitabında “Toplumsal iktidarı ele geçirmenin yolu, nesneler üzerinde iktidar kurmaktır; bugün her zamankinden daha çok böyledir bu. İnsanın eşya üzerinde iktidar kurma isteği ne kadar yoğun olursa, eşyanın onun üzerindeki tahakkümü de o kadar ağır olur ve insan da gerçek bireysel özelliklerinden o kadar uzaklaşır, zihni giderek bir biçimsel akıl otomatına dönüşür.” diyordu.

Aydınlanma Felsefesine dair, modern çağın aydınlarının ilk başta gözden kaçırdıkları tuhaf bir eğrilik vardı. Akıl çağı, insanlığın yücelişinin şafağı olarak muştulanırken, endüstri devrimi de bu yeniden doğuşun- rönesansın meşru çocuğu olarak takdis edildi.  Artık herkes için yeterince ürün bulmak mümkün olduğuna göre bu bolluk ve bereket, insanlığı kökensel kaygılarından azad edebilecekti. Ama hiç kimsenin çağın tozu dumanı arasında kestiremediği bir şey oldu.

Günther Anders, İnsanın Eskimişliği adlı eserinde “Prometheusçu utanç” ismini verdiği bir olgudan bahsediyordu; insanın kendi ürettikleri karşısındaki kifayetsizliğinden duyduğu çekingenlik, yalnızca onları üretmekten imtina edememek değil, üstüne üstlük tüm bu nesneler ‘network’ünün niteliğini tasavvur etmekte acziyete düşmesi, akıl tutulması, kör ve sağır kalması durumunu izah ederken. “Teknokrasiden anladığım, teknokratların (sanki bunlar, günümüz politikasını belirleyen bir uzmanlar grubuymuş gibi) egemenliği değil, aksine, içinde yaşadığımız ve üstümüze çökmüş dünyanın, teknikten bir dünya olduğu gerçeğidir – o kadar ki bundan böyle, tarihsel evremizde diğer şeylerin yanısıra teknoloji de var, denemez. Aksine vakıa şudur: Artık tarih, “teknoloji” denen dünya ahvalinde gerçekleşmektedir. Teknoloji, tarihin öznesi haline gelmiştir. Biz insanlaraysa sadece “tarihe iliştirilmişlik” kalmıştır.” 

Bir varoluş biçimi karşısında utanıyorsak, o bizden büyük bir şeyi temsil ettiği ve bizi gözetlemekte olduğu içindir. Endüstri devrimi ile başka bir faza taşınan kapitalizmin gerçekleştirdiği en temel değişim, insanı kendi araçlarının aracı ve ürettiği nesnelerin nesnesi haline dönüştürmek oldu.  Nesnelerin dayattığı ilişki formları aygıtlar üzerinden değil, insanlar üzerinden müşahhas hale büründü. “Herkesin herkesle savaşı”, Hobbes’un öngörüsünün aksine, sona ereceğine yeni, çok daha geniş bir topografyaya taşındı. Ürünlerimiz otonomi kazanırken, insan otomatlaştı. Aydınlanmanın başardığı zemin değişikliği, insanlığın tenzili ile sonuçlanan bir eşiğe getirip bıraktı türümüzü.

Ancak araçsal aklın gerçekleştirdiği en büyük tahribatın insan doğası üzerindeki olduğunu iddia etmek, hem yıkımın boyutlarını küçümsemek açısından tevazu göstermek, hem de insanın dünyadaki yerine dair algımız açısından kibirlenmek  manasına gelir. İnsanın doğayı boyunduruk altına alma çabaları, kapitalizm ile yeni bir momente kavuşmakla, yayılma arzumuzun sınırsızlığı karşısında tabiat – insanın ona karşı tüm sorumluluklarından boşalarak- egomuzun bir aleti derekesine alçalır. Yaratanın acı olduğu kadar adil bir mizah anlayışı var; tabiata bakış tarzımız önünde sonunda kendi türümüzü de içine alan bir projeksiyona dönüşür ve insanın insanı boyunduruk altına alması, nesnelerin tahakkümünde gerçekleşir.

Göğe şemsiye açma !

Bu durum, vahşi kapitalizmin ve çevre felaketlerinin dillere düştüğü günümüzde bir çoğumuzun artık berrak bir bakışla tespit edebildiği bir kördüğüm. “Ne yapmalı?” sorusu insanlığın bilinen tarihi boyunca tüm inançların ve felsefelerin odağında yer almıştır elbette, ‘etik- ahlak’, pratik aklın oyun bahçesiydi daima, ancak günümüzde sadece komşumuzu değil, gezegenimizi ve gelecek nesilleri de kendimiz gibi sevmemiz gereken, Bauman’ın ifadesiyle “kolları çok daha uzun” bir ahlaki sorumluluğu düşünmemiz gerekiyor. Bunu, bizim toplumumuzun modernleşme tarihinden önce düşünmüştük, dünya düşüncesine bir şeyler teklif edecek lisanda yeniden kaleme almamız gerekiyor.

Bu hassasiyeti ve sorumluluk duygusunu taşıyan düşünürlerimizden biri de hikayeci ve yazar Mustafa Kutlu. Dergah yayınlarından çıkan deneme kitabı Kalbin Sesi’nde derlediği yazıları, gökle arasına bir şemsiye açmış modern insanın had bilmezliğinin -hududullahın ihlali- bakışımlı şekilde müslüman insanların araç ve vasıtalarını ifsad ettiği ölçüde, amaç ve gayelerini de çürütüp yozlaştırdığı durumlara dikkatimizi buyur ediyor. Bir başka kutsal kitabın, Matta incilinin ifadesiyle “Hiç kimse iki efendiye kulluk edemez. Ya birinden nefret edip öbürünü sever, ya da birine bağlanıp öbürünü hor görür. Siz hem Tanrı’ya, hem de paraya kulluk edemezsiniz.” Ululadığımız tanrının zatı ve sıfatları, inancımızın şümulünü ve kulluk etme biçimlerimizi muhakkak değiştirir. Kapitalizm ahlaki değildir çünkü tapınmak için ‘paranın gücü’nden daha kötü bir tanrıyı insan istese de icat edemezdi. “Sermayesini kazanç için sürekli biriktiren ve arttıran, bunu bir ‘güç temerküzü’ kılan bu yolda hiçbir ahlaki hudut tanımayan kişi kapitalisttir. Şehirleşmiş her toplumda kapital ve kapitalist bulunur. Ama her toplum sistemi kapitalizme dönüşmez.” diyor yazar kitabında.

Buna mukabil, Kutlu’nun da ifade ettiği üzere başka şeyler mesela takva-sorumluluk- duygusu, ya da ilmin gücü tercih edilen ve övülen faydalı araçlar yaratır. Takva ve ilim sahibi insanların üstünlüklerinin kabulü ahlaki bir kökenin tasdik edilmesi anlamında insan fıtratına uygundur.

Kitabı oluşturan makaleler de bu minvalde, insan doğasına uygun müslümanca iktisat, toplumsal yaşam, eğitim, sanat, adalet kavram ve kurumlarının teşekkülü hangi ahlaki ilkeler çerçevesinde oluşturulmalıdır, insan özgürlüğünün sınırları nereye çekilmelidir, kardeşlik hukuku nasıl yorumlanmalıdır sorularına ilişkin bir muhasebe ve iç muhavereyi barındırıyor.

İnsanın içindeki, biteviye konuşan ama çoğunlukla da susmuş, uykuda bekleyen kökensel güç ve ilksel etkenleri ifade eden -arkhe- terimi, Mustafa Kutlu’nun kitabına isim olarak seçtiği “Kalbin Sesi” ifadesiyle başka bir anlama bürünüyor. “ Kalbin sesi imanın göstergesidir” diye muradını dile getiriyor yazar. Nurettin Topçu’nun düşüncesi doğrultusunda, insanın toprağa, köye hicreti, bir arkhe olarak toprağa kulak vermek imgesi, tüm kitap boyunca takip ettiğimiz bir izlek; “Toprağa dönmek demek, kanaat ekonomisi demek”.

Kutlu’nun gündeme getirdiği “kanaat ekonomisi” kavramı ise, “Ne yapmalı?” sorusuna çağımıza özgü bir cevap bulmak için düşünceye kapı aralıyor. Çünkü “Dağ ne kadar yüce olsa da bir kenarı yol olur.”

Kazazedeler Gezegeni’nde Yeni İnsan

Sorunun çetinliği karşısında birçoğumuzun gözü yılıyor, kapitalist değerler, “sürekli daha fazlasını sınırsızca istemek, talan, gösteriş, tamahkârlık, kibir ve aşırılık” sosyal dünyamızı o raddede ihata ediyor ki yeni bir aksiyolojik çözümün önerdiği kanaatkârlık, sadelik ve tevazuyu merkeze alacak bir değişim imkansızın da ötesinde görünüyor. Hristiyan inancının lanetlediği yedi ölümcül günah; Kibir, Açgözlülük, Şehvet, Öfke, Haset, Tembellik ve Oburluk çağımızın yeni erdemleri, bilhassa yeni medya teknolojilerinin rehberliğinde.

Yine de küreselleşmiş bu bir örnek dünyanın farklı yerlerinden çatlak ve cesur sesler yükseliyor. Serge Latouche, Kanaatkar Bolluk Toplumuna Doğru kitabında Marksist bakış açısının dünyanın az gelişmiş ülkelerine ekonomik büyüme üzerinden toplumsal refah vaadinden çark ederek “kanaatkâr bolluk toplumu” ve “gönüllü yetingenlik toplumu” diye nitelediği yeni bir anlayış tasavvur ediyor. Latouche, gezegenimizin doğal kaynaklarının sınırlılığı karşısında ekonomik büyümeyi ve tüketimi temel alan bir toplumsal modelin sürdürülebilirliğinin imkansızlığını belirterek küçülmenin zorunluluğu fikrini gerekçelendiriyor. Küresel yıkım noktasından hareket ederek dünyamızı bir “kazazedeler gezegeni” olarak tanımlıyor. Kapitalizmin buna cevabı ise, ilkin nükleer enerji ve sonrasında da “medeniyetimizi” başka gezegenlere, derin uzaya taşıyarak, sömürgeleştirmeye yeni bir momentum kazandırmak. İnsan, dehşet hissine kapılıyor, sorundan ziyade çözümler karşısında.

Yeni gönüllü sadelik toplumu, kanaatkar ekonomi teorisyenlerinin çıkış noktası, Peter Fisk’in de kitabına ismini veren “sürdürülebilir ilerleme” kavramı. Kavram, “Bugünün gereksinimlerini, gelecek kuşakların da kendi gereksinimlerini karşılayabilme olanağından ödünvermeksizin karşılayan kalkınma” biçiminde tanımlanıyor 1987 tarihli toplantı raporunda. Sadece iktisatçıların değil sosyolog ve çevrebilimcilerin de uzmanlığına ihtiyaç duyan bir dokusu var sorunun. Dünyanın sahip olduğu fosil yakıt ve yenilenemeyen enerji kaynaklarının tüketiminin yanı sıra çevre kirliliği, ikame edilebilirlik, teknoloji, biyoçeşitlilik, işsizlik, dayanışma, istikrar, etkinlik vs. birçok faktörün göz önünde bulundurulması gerekiyor. Siyaset felsefecisi ve liberal ekonominin son yüzyıldaki en büyük teorisyenlerinden biri, John Rawls’un adalet teorisi, sürdürülebilir kalkınma fikrine can veren zemini inşa ediyor. Bir “hakkaniyet olarak adalet” arayışındaki Rawls’un “Herkesin yarışmasına izin vermek iyi bir şeydir. Fakat yarışanlar farklı başlama noktalarından başlarsa yarış adil olmaz.” sözü, sadece sosyal eşitsizlikler değil, doğuştan gelen yetenek ve biyolojik özelliklerin bile insanı bir eşitsizliğe tabi kıldığını ifade ediyor. Toplumsal normlar öyle düzenlenmelidir ki, tekrar dünyaya gelsek hangi şartlara sahip olursak olalım bir “cehalet peçesi” takmış gibi onları şimdiden öngöremeyeceğimiz için, insanca ve hakkaniyetle yaşama imkanına sahip olalım. Buna, kuşaklar arası eşitsizlik de dahil edilmelidir. Gelecek kuşaklar, içine doğdukları zamanın ve dünyanın imkanlarından dolayı dezavantajlı duruma düşürülmeyecek şekilde gözetilmek ve kollanmak zorundadır. Endüstri devriminin getirdiği yıkım insanın dünyaya ilk zarar verişi değil, binlerce yıl önce tarım toplumuna geçtiğimizde de doğaya diz çöktürmüş olmaktan sabıkalıyız. Ama bu sefer durumu dehşetli kılan, gezegenin değil türümüzün tehlike altında olması. Gezegen bizden sonra da yoluna devam edebilecek bağışıklığa sahipken bizler, total bir yıkım sonrasında tuğla tuğla inşa ettiğimiz medeniyet ve entelektüel birikimi ikame edemeyebiliriz. İnsanlık durumlarımızın tecrübelerimize ilikli olması nedeniyle yitirdiğimiz sadece kitaplar veya sanat eserleri olmayacak.

“Sana Gül Bahçesi Vadetmedim” ama bir kalp verebilirim !

Jacques Ellul’ün son derece sezgisel öngörüsüyle aktardığı, tekniğin otonomi kazanıp, araçsal durumdan sıyrılma ve kendinde bir hakikate dönüşme eğilimi, ekonomizm ve teknolojiperestlik aklımızı ve muhayyilemizi tahrip ediyor. Andre Gorz’un kelimeleriyle “iktisadi akla” karşı çıkmadan bu yükü sırtlamak mümkün olmayacak. Nirengi noktalarımızdan birisi bu olmak zorunda. İktisadi Aklın Eleştirisi kitabında Gorz  “İktisadi akılcılaştırma sayma ve hesaplamayla başlar. İnsan faaliyetleri bu hesaba tabi olmadığı sürece iktisadi akılsallıktan yoksundurlar: Bu faaliyetler yaşamın zamanını, hareketini ve ritmini birbirine karıştırır… Sayma ve hesaplama şeyleştirici akılcılaştırmanın en mükemmel biçimidir. Ürünün, kendi olarak birimi başına çalışma miktarını ortaya çıkarır ve yaşanandan soyutlar: Beni bu çalışmanın bana sağladığı zevk veya hoşnutsuzluktan, gerektirdiği çabanın niteliğinden, üretilen şeyle duygusal ve estetik ilişkimden soyutlar.” derken, kişinin kendisi ve yakınlarının tüketimi için değil, ticari değişim amacıyla ürettiği nesnelerin ancak bu sayma ve hesaplama işlemine tabi olduğunu, iktisadi aklın ticari faaliyetlerde açığa çıktığını söylüyor. Özel ihtiyaçların sı­nırlı niteliği iktisadi akılcılaştırmayı engeller. İktisadi aklın bu sınırlı-yeterli kavramını tedavülden kaldırarak nasıl hükmünü yürüttüğünü adım adım açıklamaya devam ediyor “Oysa, yeterli kategorisi iktisadi bir kategori değildir: Kültürel veya varoluşsal bir kategoridir. Yeterli olanın yeterli olduğunu söylemek, daha fazla şeye sahip olmanın hiçbir yararı olmayacağı, daha fazlanın daha iyi olmadığı anlamına gelir… zenginlik madeni para olarak ölçülmeye başlandığında, yeterli diye bir şey asla olmaz. Toplam ne olursa olsun, her zaman daha fazla olabilir. Hesaplanabilirlik “fazla” ve “az” kategorilerini bilir, “yeterli” kategorisini bilmez… Niceliksel ölçünün ayırıcı özelliği, sınırlayıcı hiçbir ilke kabul etmemesidir. Sadece “yeterli” kategorisini bilmemekle kalmaz, aynı zamanda “fazla” kategorisini de bilmez. Uygulayımı ölçmeye yaradığı andan itibaren hiçbir nicelik fazla büyük olamaz; hiçbir iş­letmenin kazandığı para fazla olamaz, hiçbir işçi fazla üretken olamaz… Bu yüzden, iktisadi akılsallık, ilke olarak, belirli herhangi bir amacın hizmetinde asla olmadı. Onun hedefi, hesap yoluyla ölçebilece­ği türden verimliliğin azamileştirilmesidir” İktisadi akıl, “kanaati” kendi lisanına tercüme edebilecek dağarcıktan yoksundur. Ona yeni bir lisan öğretmekle bile iktisadi akla medet bağlayamayız, yapılması gereken ona Oz Büyücüsü’ndeki teneke adamın dönüşümünü bahşetmek ve bir kalp vermektir.

Latouche’un tavsiyesi ile devam edelim; “décroissance” “küçülme” kelimesiyle tercüme edilse de temelinde ekonomik büyümenin sökülmesi, giderilmesi anlamına geliyor. Sadece eylemlerimizi değil, onların amaçlarına kadar tüm yapıyı iskeletiyle birlikte soymak, sorgulamak bu anlayışın yöntemi olabilir ancak. Ta ki kökene- arkhe’ye varana kadar. Davranışlarımızın, seçimlerimizin amacı ilksel nedenlerden uzaklaştı. İffet ya da zarafet için değil moda ve kimlik edinmek için giyiniyoruz, dirim ve haz için değil merak ve gösteriş için yiyoruz, güvenlik, mahremiyet ve huzur için değil, ekonomik temsil kabiliyeti açısından seçiyoruz barındığımız evleri ve muhiti. “Ne için yeterli” sorusunun cevabını vermeden “ne kadarı yeterli” sorusu ucu açık ve sınırsız bir yayılmaya çanak tutan bir soru olmaya devam edecektir.

Bir başka yazar, E.F.Schumacher’in, insanın hemcinsleriyle, doğayla ve yaratıcının kudretiyle girdiği bu savaştan çıkması, barışı yeniden ihdas etmesi için önerdiği yöntem de aynı minvalde. Küçük Güzeldir kitabında barışa giden yolun bolluk ve kusursuz işleyen bir düzen aracılığıyla değil, yetinmeyi bilen bilge insanlar önderliğinde açılacağını söylüyor. Modern kapitalist düşünceyi Budist ekonomi bilimi çerçevesinde erozyona uğrattığı metinler, bizim de geleneğimizden aşina olduğumuz bir hikmete atıfta bulunuyor.

İktisatçılar, bir tür metafizik körlük içindedirler; ekonominin mutlak ve değişmez doğrulardan oluştuğunu sanırlar. Yerçekimi yasası kadar evrensel bir düzeneğin uzmanı sayarlar kendilerini. Oysa, yeryüzünün farklı coğrafyalarında ve zamanın farklı duraklarında çok başka tarzda iktisadi modeller uygulanmıştır, halen uygulanma imkanını haizdirler. Hintli felsefeci ve iktisatçı J.C. Kumarappa “Çalışmanın doğası gereğince anlaşıldığı ve uygulandığı zaman, gıda bedeni nasıl besliyorsa, emek de insanın daha yüksek düzeydeki yetilerini öyle besleyecek, gücünün elverdiği en iyi ürünü vermeye zorlayacaktır. Özgür iradesini doğru yola yöneltecek ve içindeki hayvani güdüleri ilerici bir yolda disiplin altına alacaktır. İnsanın değer önceliklerini ortaya koyması ve kişiliğini geliştirmesi için eşsiz bir zemin oluşturacaktır.”sözleriyle geleneksel dünyanın çalışma etiği anlayışını ifade ediyor. Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde Tanpınar’ın “ İş insanı temizliyor, güzelleştiriyor, kendisi yapıyor, etrafıyla arasında bir yığın münasebet kuruyordu. Fakat iş aynı zamanda insanı zaptediyordu. Ne kadar abes ve mânasız olursa olsun bir işin mesuliyetini alan ve benimseyen adam, ister istemez onun dairesinden çıkmıyor, onun mahpusu oluyordu.” sözleri de hem aynı hakikate hem de bir başka terbiye dairesine işaret eder.

Schumacher, Budist ekonomi kavrayışından örnekler vererek modern iktisatçının bakış açısıyla şu şekilde kıyaslıyor “O yaşam dü­zeyini yıllık tüketim miktarlarıyla ölçmeye alışkındır; daha çok tüketen insanın, az tüketenden «daha iyi durumda» olduğunu varsayar. Budist iktisatçı bu yaklaşımı akla aşırı derecede aykırı bulacaktır; tü­ketim yalnızca insanın rahatı ve mutluluğu için bir araçsa, o zaman amaç en az tüketimle en çok rahat ve mutluluğu sağlamak olmalıdır… Mal edinimi ve tüketimi bir amaca ulaşmak için araçlardır; Budist ekonomi bilimi de belirli amaçlara en az araçla ulaşmanın sistemli incelenmesidir. Öte yandan, modern ekonomi, tüketimi tüm ekonomik faaliyetin tek amaç ve gayesi olarak görür, üretim faktörleri olan toprak, emek
ve sermayeyi bunun araçları olarak ele alır.”
Bir ülkedeki ulaşım sisteminin taşıdığı adam ve yük miktarındaki artışı gösteren istatistiği kalkınmanın delili olarak kabul eden modern iktisatçının tersine, Budist iktisatçı aynı istatistikleri tüketimde bir yozlaşmanın alameti olarak değerlendirecektir.

Geleneksel kadim dünyada ölmüş olanlar kadar sonraki nesillerle de birlikte yaşanırdı bilinç düzeyinde. Bizim inancımızdaki sadaka-i cariye pratiği bile bu derin duyumun meyvesidir. Yapıldıktan sonra devam eden hayırlı işler, Müslüman kişinin ölümünden sonra dahi, eseri sürdükçe onun sevap hanesine yazılmaya devam eder.

Schumacher’in de, Latouche’un küçülme tavsiyesine katıldığını görmek mümkün “Yepyeni bir düşünce sistemine gereksinim vardır; öyle bir sistem ki insanları temel alsın, malları değil; mallar nasılsa kendi başlarının çaresine bakarlar! ‘Kitle üretimi yerine kitle için üretim’ sö­züyle özetlenebilecek bir sistem olmalıdır… İnsanlar da ancak küçük, kavranabilir gruplar içinde
kendilerini bulabilirler. Bu bakımdan, birçok küçük ölçekli birimle iş­leyebildiği belirli bir yapı çerçevesi içinde düşünebilmeliyiz. Ekonomik düşünce bunu kavrayamıyorsa bir işe yaramaz. O uçsuz bucaksız soyutlamalarından; ulusal gelir, büyüme hızı, sermaye/hâsıla oranı, girdi-çıktı analizi, işgücü hareketliliği, sermaye birikiminden öteye gidemezse; bunları aşıp da yoksulluk, hayalkırıklığı, yabancılaşma, umutsuzluk, çöküntü, suçluluk, gerçeklerden kaçma, gerginlik, kalabalık, çirkinlik ve ruhsal ölüm gibi insan gerçekleriyle temas edemezse, o zaman ekonomi bilimini çöpe atıp yeni baştan başlayalım.”

Anka ruhuyla Kaf dağına talip ol

“Teknolojik gelişmeyi yeniden insanın gerçek gereksinimlerine yönelterek insanın gerçek boyutlarına indirmenin olanaklı olduğuna hiç kuşkum yok. İnsan küçüktür, ve bu nedenle küçük güzeldir. Devlik hayranlığı kendi kendini tahribe yönelmektir.”

Modern insanın kolay kolay sindiremeyeceği bir tavsiye bu. Başkaları kadar varlıklı olmadığımız takdirde mutluluk arayışımızda geriye düşmemizin mukadder olduğunu var sayıyoruz. Bu kanaat getirme, yetinme tavsiyelerinin hep de güç ve para sahibi insanların ağzından sadır olduğunu gördükçe şüphemiz yoğunlaşıyor. Üstelik haklılık payımızın da olduğu aşikar. Ancak daha derinde başka bir kavrayışa sahip olmakla kanaatteki vaadi görebilmemiz mümkün. “Cife-i dünya değil kerkes gibi matlubumuz/ Bir bölük Ankâlarız kaf-ı kanaat bekleriz.”diyordu Fuzuli. Dünya adlı çöplükte eşelenen kargalar gibi değildir arzuladığımız; bizler Anka yaratılışıyla, kanaat denilen Kaf dağına talibiz. Kanaat etmek, eksikliğimizin öte dünyada telafi edilmesini ummak değildir; bilakis dünyanın tüm varının ve yoğunun bizim gönlümüze kifayet etmeyeceğini bilmektir. O, hiç de bir daralmayı ifade etmez, tam aksine bir yayılmadır, azı istememektir. Ve her zaman, hep, azdır. Kanaat sahibi insan, en tepede ve yolun en sonunda durup ardına bakan kişidir. Bu sebeple, aslında tüm elimizdekiler daima yeteri kadar mikdarıncadır. “Kim ki mâlikdir kanâat kenz-i lâ-yefnâsına/ Eylemez minnet cihânın hüsrev ü dârâsına” Kanaat gibi tükenmez bir hazineye sahip olan kişinin muktedirlere de eyvallahı olmayacaktır; kanaat hasleti, kişinin özgürleşebilmesinin bir enstrümanıdır.

Lao tzu: ‘yeteri kadarına sahip olduğunu bilenler zengindir‘ diyordu. Bilgeliğin yolunu takip eden herkes gibi Thoreau da çağdaşlarına ‘yeteri kadarına’ sahip olduklarını ve bunu bilmedikleri için fakir olduklarını söyleyip durmuştu. Başka zamanların, başka coğrafyaların arifleri de insanın edinme sevdasını, gözü dönmüşlüğünü, tamahkarlığını eleştirdiler. Samuel Alexander, Thoreau’nun alternatif iktisat düşüncesini irdelediği Yeteri Kadarsa Çoktur kitabında, düşünürün hep daha fazlasını istememiz gerekliliği çığırtkanlığı yapan piyasa ahlakına  “yeteri kadarsa çoktur” diyerek, basit bir yaşamın bizi daha mutlu kılabileceği düşüncesini hatırlatıyor. Thoreau hem şiir gibi bir yaşam sürmenin hem de hayatta kalmanın yolunu aramıştı. Ve iyi şairlerin bildiği bir sır vardır; en iyi şiirler kelime atılarak kurulur.

Elbette ki tufeylîler gibi el açıp başkalarına muhtaç şekilde yaşamanın tavsiye edilecek bir tarafı ve hikmetle de bir alakası yoktur. Bu, insanı özgürleştirmek bir yana, namerde muhtaç eder. İnsan, fakrında dahi haysiyetini muhafaza edebilecek şekilde emek harcamak mecburiyetindedir. Temel ihtiyaçlarımız kadar kendimizi gerçekleştirme ihtiyaçlarımızın da karşılanması insanlığımızı korumak için elzem. İnsan, hayvanlar gibi yaşamakla doğal yaşamaz; insan gibi yaşamak zorunda.

Mustafa Kutlu, toplumun ve ekonominin insanileştirilmesi, insan boyutlarına çekilmesi teklifini içimizden biri gibi kendi efkarınca söyleyip yazıyor. Toplumsal yapılanmanın unsurlarının ahlak ile alakasını, Kınalızâde’nin Ahlâk-ı Âlâî’sinden bir alıntı ile ‘Adalet Dairesi’ formülünü zikrederek izah ediyor. Bu formül Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig’inde, İbn-i Haldun’un Mukaddime’sinde, Nizamülmülk’ün Siyasetname’sinde ve daha birçok düşünce ve devlet adamının eserlerinde adâlet yer almaktadır;

  1. Adldir mucib-i salâh-ı cihan (Dünyanın düzenini, kurtuluşunu ve saadetini sağlayan adâlettir.)
    2. Cihan bir bağdır dîvarı devlet ( Dünya bir bahçedir, duvarı ise devlet)
    3. Devletin nâzımı şeriattır (Devletin nizamını kuran Allah kanunudur yani hukuk)
    4. Şeriate olamaz hiç hâris illa mülk (Allah kanunu ancak saltanat ile korunur yani siyasi otorite)
    5. Mülk zabt eylemez illa leşker (Otorite,ancak ordu ile zaptedilir)
    6. Leşkeri cem edemez illa mal (Ordu, ancak mal ile ayakta kalır yani iktisat)
    7. Malı cem eyleyen raiyettir (Malı toplayan halktır)
    8. Raiyeti kul eder padişah-ı âleme adl (Halkı idare altına ancak Cihan Padişah’ının adâleti alır.)

Sonsuz bir genişlemeye doğru

Sistemlerin revizyonu üzerine konuşmak güzel ve ufuk açıcı bir tefekkür sahası olsa da, toplumsal olguların değişmesi kuramcıların cetveline gelir bir mesele değil. Mustafa Özel’in kitapta yer bulan sözleriyle “ Kanaat ekonomisi Don Kişotça bir ifadedir. Don Kişot son dört asrın en sempatik adalet nöbetçisidir. Dünya edebiyatının en ciddi ve en mahzun kahramanı. İlkeli yaşamak, daha doğrusu Kitaba göre yaşamak istiyor. Yoz bir çağın suratına “kitabi hakikati” haykırıyor. Komik gözükmesi bu yüzden! Kanaat ekonomisinin ön şartı, kanaatkar toplumdur.” Toplumsal bir dönüşüm gerçekleşmedikçe, kanaat sahibi insanlar komik, meczup ve kaybedenler olarak etiketlenecektir toplum nazarında. Ancak yine de bu dönüşüm, tepeden emrivaki ile gerçekleştirilmesi mümkün olmayan türden. Tarih bize gösterdi ki, dayatmacı ideolojiler, kitlelerin elinde sadece içeriklerinden boşalmakla kalmıyor, tarihin bir noktasında kendi gölgelerinin ufunetince boğuluyor. Sahih niyetlerin ancak mutedil alışkanlıklarla kalıcı olarak ete kemiğe bürünmesi mümkün, tıpkı salih ameller gibi. Kutlu “ Ahlaki yolculuğun her kademede aradığı kemal ve saadet iki yolla; ilim ve amelle olur, onlarla elde edilir. Hem bilmeli hem yapmalı/ eylemeli. Yapmak/ eylemek de bir bilmektir ancak yapmaktan müstakil olarak bilmek diye tek başına anlamlı ve amele de kaynaklık eden ayrı bir bahis vardır. Anlama/ anlayış ahlakın bir kademesidir; bir rivayete göre anlayış (fehm, fıkh) ilimle amel arasında, bir diğer rivayete göre ikisinin de üstünde ve fakat onların muhassalasıdır. Türkçede anlama değilse de anlayış (anlayışlı olmak) zaten bilmeden ziyade ahlak sahibi olmaya işaret eder.” diyerek dönüştürücü bilginin niteliğine dair geleneğimizin epistemolojik nazarını serdediyor.

Devam ile Nurettin Topçu’nun Türkiye’nin Maarif Davası adlı eserinden aktardığı bölüm, yine bu bilme biçimini yöntemin temeli olarak işaret ediyor “ Mektepte alınan ders ya bir tasavvurdur, hayale mal eder; ya bir hünerdir, ele mal edilir; ya da bir aşktır kalbe doldurulur. Bunlardan biri halinde benliğimize girmeyip sade hafızada, şuurun dışında asılı bir küfe yük halinde duran bilgiler faydasız ve manasızdır… İyi üstad, dışımızda yaşananı içimizde hayat yapabilen muallimdir.”

Bilmenin öneminin farkında bir yazar Kutlu, Elmalılı Hamdi Yazır’ın  “Gerçekte bir şeyi bilmek onu, ölçü ve sınırıyla seçmek demektir” sözü doğrultusunda, insanın ihlal etmekten sakınması gereken ölçü ve sınır bilgisini- hududullah- olarak belirliyor. İnsan, bu sınırı tüm seçimlerinde gözeterek ona kanaat ederek kendi miyarını gerçekleştirebilecek bir varlık.

Mal ve dünya tutkusunun kalpten silinmesi ile kazanılan ahlaki erdeme kanaat denir.” şeklinde tanımlıyor bu temel kavramı. Bir alçalış ve büzülmeyi değil, sonsuz bir genişlemeyi ifade ediyor bu haliyle kanaat.

Kitapta defalarca karşımıza çıkan “Ne yapmalı?” sorusunu, şu şekilde cevaplıyor Mustafa Kutlu; “Bize düşen şudur: Sun’i ve sanal dünyadan uzaklaşıp, toprağa doğru yola çıkmak. Kalbin sesi ile toprağın türküsü sanayi- endüstri- görüntü ve kibrin getirdiği refah ile zenginliğin boş olduğunu ihtar ediyor.” “Az konuşup, az uyuyup, az yiyerek kanaat toplumunu kuralım. Yaşama zevkini bırakıp, yaşatma aşkına gönül verelim.” “Rızkı veren Cenab-ı Hak. Alete değil ayete inanın.”

Yine onun sözleriyle tamamlayalım: ‘Söz bitmez. Her zaman söylenecek yeni bir söz vardır.’ Yitirmiş olduğumuzu bize hatırlattığın için, diline, gönlüne bereket Mustafa Kutlu.