Oral Sander ‘Siyasi Tarih’ kitabında, tarihin yaygın tanımından bahsederken onu ‘sonra ne oldu, sonra kim geldi?’ diye anlatır. Evet tarih kabaca böyle tanımlanıyor ama her şey bu kadar basit midir? Siyasi tarihimize ve özellikle Tanzimat’tan bu güne kadar yaşananlara baktığımızda konunun hiç de öyle ‘sonra ne oldu sonra kim geldi?’ basitliğinde olmadığı görülür. Bizim tarihimiz entrikalar tarihidir, bizim tarihimiz siyasi oyunlar tarihidir, bizim tarihimiz mağlubiyetler, geri çekilmeler, toprak kaybetmeler tarihidir.
Tarihimizde yol alırken çok kahraman görürüz elbette ama bu ülkenin “haini”, için de topraklarımız münbittir. Ne kahramanlarımız biter ne de “hainlerimiz”. Bu da bizim ülkemizin serencamıdır işte.
Neyse ey kıymetli okur, biz konumuza dönelim.
Amiral geminin batıkları
Hürriyet gazetesi malum bu ülkenin “amiral gemisidir” ya da gemisiydi desek daha doğru olur. Neden bu tanımı kullandıklarını gazetenin siyaset ve toplum üzerindeki etkisini bilenler bilir. Gazete genel olarak hafta içi siyaseti, hafta sonu toplumu etkiler ve dönüştürür ya da dönüştürürdü desek daha doğru olacak. Bunu duyduğunuzda gazetenin haberleriyle bu dönüşümü yaptığını düşüneceksinizdir doğal olarak.
Gazetenin bir dönem İcra Kurul Başkanı Vuslat Doğan Sabancı da öyle düşünecek olmalı ki, ‘Yazarların Kaleminden o Manşetlerin Öyküsü’ kitabının önsözünü yazarken bu gazetecilik faaliyetinden bahsediyor.
Şöyle diyor mesela;
“Elinizde tuttuğunuz kitap Türkiye’de gündemi değiştiren, etkileyen, Hürriyet manşetlerinin öykülerinden oluşuyor. Haberin öyküsü mü olur demeyin. Kuşkusuz olur.
Haberin oluşum sancılarını, muhabirin heyecanını, Yazı İşleri’nin gururunu gazeteyi aldığınızda pek hissetmezsiniz. Bir günün manşeti aslında gazetenin kolektif heyecanının, enerjisinin kağıda dökülmüş halidir.”
Ne kadar güzel değil mi?
Bu kadar etkili bir gazete olmak işte bu heyecan ve sancıdan geçiyor ve bu şekilde de “amiral gemi” oluyorsunuz.
Oysa Vuslat Doğan Sabancı kitabı okusaydı (burada okumadığını iddia ediyorum A.B.) o gururla anlattığı gazetesinin nelere imza attığını görecek, belki çok şaşıracak, belki de bazı sayfalarında yazılanlardan utanç duyacaktı. Şahsen ben okuduğumda bunca yıllık gazetecilik tecrübemle bile küçük dilimi yuttum şaşkınlıktan. Neler olmuş neler. O manşetlerden bazıları nasıl atılmış. Vuslat hanım okusaydı, mesela Tansu Çiller’in DYP ve doğal olarak da Başbakanlık koltuğuna oturması için gazetenin sahibi Sedat Simavi’nin nasıl devreye girdiğini, Türkiye’yi 28 Şubat sürecine götüren askerlerle hangi düzeyde temaslar kurulduğunu, onlardan hükümet karşıtı açıklamalar yapmalarının nasıl istendiğini, ‘411 el kaosa kalktı’ manşetiyle nelerin hedeflendiğini görebilirdi.
(Bununla birlikte kitap bir çok dönemle ilgili kritik bilgiler vermesi açısından oldukça faydalı. Tarihi bir değeri olduğu muhakkak)
Şimdi gelelim konumuza.
Kıymetli okur; sana bu kitaptaki çok önemli bir manşeti ve hikayesini anlatacağım.
Bunu okuduğunda tarihin sadece ‘sonra ne oldu, sonra kim geldi?’ olmadığını göreceksin. Ülkenin sahibi olduğunu düşünen birilerinin gazetecilik kisvesi altında neler yaptıklarını net olarak göreceksin.
Gazeteci dediğin hükümeti yıkamıyorsa, en azından hükümet kurar !
Yıl 1991.
Turgut Özal Cumhurbaşkanı, Süleyman Demirel DYP, Erdal İnönü SHP Genel Başkanı. Özallı yıllar 1983’ten beri yani yaklaşık 9 yıldır devam ediyor.
20 Ekim 1991’de yapılan genel seçimlerde ANAP (Anavatan Partisi) yıllar sonra ilk kez ikinci parti oluyor. Türkiye’de denklem değişiyor. Bu seçim sonuçları Özal’dan ve iktidarından nefret edenlere umut oluyor. Artık ondan kurtulduklarını düşünüyorlar ama gel gör ki, hiç bir parti tek başına iktidar olacak çoğunlukta değil. Mecburen koalisyon kurulacak. Peki ama nasıl? Seçimin galibi Demirel partilerden biri ya da birkaçıyla ortak hükümeti kurmalı. Eğer SHP ile kurarsa iki partili iktidar olacak ama bu sağlanamazsa Demirel’in ANAP ve Refah Partisi ile merkez sağ bir koalisyon kurma durumu var.
Gelin bundan sonrasını Emin Çölaşan’dan dinleyelim.
“20 ekim 1991 tarihinde genel seçim yapıldı. Seçim sonuçlarına göre milletvekili tablosu şöyleydi. DYP 178, ANAP 115, SHP 88, Refah 62, DSP 7
Toplam 450
Bu tabloya göre ANAP’ı ülke yönetiminden uzaklaştırmak mümkündü. DYP ile SHP’nin milletvekili toplamı 266 oluyordu. Ama bunları bir araya getirmek mümkün olur muydu?
Rahmetli Uğur Mumcu benim 1950’li yıllardan mahalle arkadaşımdı. Bahçelievler semtinde oturuyorduk. Uğur o sırada Cumhuriyet gazetesi yazarı ben Hürriyet’te yazıyorum.
İkimizde ANAP iktidarına ve Özal hanedanına karşıyız. Sert yazılar yazıyoruz eleştiriyoruz.
Uğurla konuştuk. DYP ile SHP’yi bir araya nasıl getirmeli? Onların hükümet kurmasını nasıl sağlamalı?
O sırada DYP’nin ikinci adamı Hüsamettin Cindoruk. Benim halamın oğlu. Nitekim seçim sonrası Meclis Başkanı oldu.
Uğur’la birlikte taktik hazırlamaya koyulduk. Önce ben Hüsamettin Abi’yle görüşüp zemin yoklaması yapacağım. Acaba Demirel böyle bir girişim için ne der?
Konuştum Hüsamettin Abi hadiseye sıcak baktı.
SHP’nin ikinci adamı ise Hikmet Çetin. Acaba o kesim bu işe ne diyecekti?
Cindoruk ve Çetin aynı zamanda Ankara Atatürk Lisesi’nden arkadaş.
Peki ne yapalım? bunları nasıl buluşturalım?
Bir yere yemeğe götürsek…
Dışarıda görüşsek hemen duyulur, ayıp olur (kime acaba? A.B.)
O halde bizim eve davet edelim ikisini. Eşli veya eşsiz bir çay içmeye çağıralım.
O gece bizim eve Güldal-Uğur mumcu çifti erkenden geldiler. Uğur’la son taktik ayarlamaları yaptık. İki partinin de ikinci adamlarına, birlikte koalisyon hükümeti kurmaları için telkinde bulunacak, hatta baskı yapacaktık.
Aksi takdirde kurulacak hükümetini içinde bunlardan biri belki olacak, ancak yanlarına ANAP ve RP’yi almak zorunda kalacaklardı.
Biraz sonra Dilek-Hüsamettin Cindoruk çifti geldiler. Hemen ardından da İnci-Hikmet Çetin çifti.
Konuklar önemliydi. Eşim Tansel Çölaşan iyi hazırlık yapmıştı. Pastalar, tuzlular geldi, çaylar içildi.
Bir süre sonra Uğur’la ikimiz beyleri küçük salonun ayrı bir köşesine çağırdık.
“Hanımlar kusura bakmayın, biz biraz öbür tarafa geçelim de memleketi kurtaralım”
Davetin amacını hanımlar dahil herkes bildiği için kimse itiraz etmedi.
Erkekler yemek masasına geçtik ve “resmi açılışı” Uğur Mumcu yaptı.
“Artık iki parti arasındaki bu uyuşmazlığa son verelim. Rakamlar ortada. İki parti hükümet kursun, ANAP olayını bitirelim. Zaten bunlar iktidara alıştı. Muhalefet olurlarla biterler” (Yazarların Kaleminden Manşetlerin Öyküsü. Sayfa 129-130-131)
Evet kıymetli okur!
Okuduklarına inanamadın değil mi?
İki gazeteci, bir seçimin ardından şahsen tanıdıkları iki siyasi ile bir araya geliyor ve istedikleri hükümeti kuruyorlar.
Bu, okullarda öğretilen gazetecilik değil. Buna başka bir isim bulmak gerekiyor.
Şunu söylersek yanılmış sayılmayız.
Evet, Hürriyet gazetesi Türk medyasının “amiral gemisiydi”. Ama bu amiraller gemiyi öyle hoyratça kullandılar ki sadece kendileri batmadı aynı zamanda Türk medyasını da batırdılar.
Bugün Türkiye’de bir kutuplaşmadan bahsediliyorsa, Özal’a bile tahammül edemeyip onu alaşağı etmek için bulundukları köşelerini, askeri bir mevzi gibi kullanan bu pespaye kişiler nedeniyledir.
Unutma bizi ey halkım !
Türkiye’de gerçek gazeteciler bir elin parmağını bile geçmezler.
Emin Çölaşan gibi Uğur Mumcu (toprağı bol olsun) gibi kişiler gazeteci değildir.
Bu mesleği kendi dünya görüşlerine, ideolojilerine göre kullanan, ona alet eden siyasilerdir.
Emin Çölaşan Hürriyet’ten atıldıktan sonra “Kovulduk ey Halkım” ismiyle bir kitap kaleme aldı. Bu kitapta anlattıkları da onun gazeteciliği nasıl kullandığını net olarak gösterecektir.
Kitabında bazı anılarını anlatıyor Çölaşan ve bakın ne diyor?
Tarih: 10 Mart 2004
Yer: Ankara Hilton Oteli Kral Dairesi
Katılımcılar: Ertuğrul Özkök, Sedat Ergin, Emin Çölaşan ve Bekir Coşkun
E. ÖZKÖK: Hükümeti az yaz. Yazdıkça inandırıcılığını kaybediyorsun. Az eleştir. Beyler hiç merak etmeyin, biz bu iktidarla er ya da geç papaz olacağız.
E. ÇÖLAŞAN: Ne zaman olacağız? Olacaksak şimdi olalım!
E. ÖZKÖK: Şimdi erken. Zamanı gelecek! Biz onlara dünyayı dar edeceğiz. Kimse merak etmesin!
E. ÇÖLAŞAN: Peki neden korkuyorsunuz?
E. ÖZKÖK: Korkacak bir şeyimiz yok! Dışbank taş gibi sağlam. Ama hükümet istesin anında yok eder. Patron onu satmayı düşünüyor. Zaten sattığı anda elimiz rahatlayacak ve hükümetle hiçbir işimiz kalmayacak. Yani insanlar gazetelerde muhalefet görmek istemiyor. (Kovulduk Ey Halkım Unutma Bizi. Sayfa 30-31)
Ey kıymetli okur;
Türk medyasını, Batı medyasıyla kıyasladığımızda gördüğümüz tablo budur.
Gazeteciliği siyasi çıkarları için paspas edenler sebebiyle bu ülkede gerçek gazetecilik yapılmamaktadır ve yapılması da zor görünmektedir.
Doğru