Yazarlar

Belgesele başlamak için gereken nedir? Besmeledir

Türkiye Yazarlar Birliği’nin maşallahı var, İstanbullular olarak hızlı yaşam konusunda o kadar ustaca “Yaşama Uğraşı” (Pavese’nin kulakları çınlasın) bilgisine sahip olsak da, TYB nerdeyse her gün, her hafta, bir etkinlik, bir program, bir aksiyon, bir güzellik yapıyor. Geçtiğimiz hafta boyunca da “Sinema ve Edebiyat” üstbaşlığıyla, Usta Yönetmen Semih Kaplanoğlu’nun onur konuğu olduğu, onlarca değerli ismin […]
Türkiye Yazarlar Birliği’nin maşallahı var, İstanbullular olarak hızlı yaşam konusunda o kadar ustaca “Yaşama Uğraşı” (Pavese’nin kulakları çınlasın) bilgisine sahip olsak da, TYB nerdeyse her gün, her hafta, bir etkinlik, bir program, bir aksiyon, bir güzellik yapıyor. Geçtiğimiz hafta boyunca da “Sinema ve Edebiyat” üstbaşlığıyla, Usta Yönetmen Semih Kaplanoğlu’nun onur konuğu olduğu, onlarca değerli ismin katıldığı çok önemli, her konuşma ve sunumla arşivlik bir sempozyum düzenlendi, Kızlarağası Medresesi’nde. MÜCERRET olarak, TYB’ye ve kıymetli başkanı Mahmut Bıyıklı’ya bu özel bir hafta için teşekkür ve tebriklerimizi sunuyor, Mücerret yazarı üç arkadaşımızın yaptığı “Sinema ve Belgesel” başlıklı bu kıymetli sunumla sizleri başbaşa bırakıyoruz.
Belgesel ve sinema için, “iyi seyirler”, iyi okumalar.

İsmail Halis: Üst başlığımız sinema ve belgesel. Konuklarımız, Ahmet Seven ve Ensar Altay. Her iki yönetmenimiz ve yapımcımız da Türkiye’de farklı televizyonlarda görev yapmış, birçok belgesele imza atmış isimler. Özellikle son yedi yılda Al Jazeera ve TRT World’de kıymetli işler, kıymetli belgeseller ürettiler, üretmeye devam ediyorlar.

Sinema ve belgesel kavramlarını açarak başlayalım. Sinema ve belgesel denildiğinde ülkede birçok insanın aklına, hayvan belgeselleri diye bir kavram geliyor. Bunu sormayacağım elbette ama bu hatırlatma ile birlikte daha temel bir soru sorayım, belgesel dediğimiz şeyin temelinde hikaye mi vardır, gerçek mi vardır, kurmaca mı vardır?

Ahmet Seven:  Üzerine konuşacağımız şeyin aslında gelişim sürecini kısaca özetlemek gerekiyor. Ortalama bireyden bağımsız, uzak gibi duran bir alan ama aslında bütün insanlığın kendi içerisinde yaptığı bir şeyden bahsedeceğiz bugün. Yani herkes fotoğraf çekiyor, dijital sektörün de gelişmesiyle herkes video çekiyor. Aslında fotoğraf çeken bir şekilde hayatı görüntü üzerine kaydeden insanların hemen hemen hepsinin yaptığı bir şey, aslında fotoğraf albümü bulunduran ya da bir gün tekrar hatırlamak için ilk aşık olduğu insanı tekrar ilk gördüğü haliyle görmek için video kaydeden insan bir nevi belgeselcilik yapıyor. Fakat bunun bir giriş ve başlangıç süreci var. Önce 1800’lü yılların sonlarında yeni bir gelişme oluyor, fotoğrafın tetiklediği bir şey, hareketli görüntünün kaydedilmesi süreci başlıyor. Tabi öncelikle yine insan fıtratından neşet eden bir durum tezahür ediyor, bir gün tekrar hatırlamak için insanlar hayatın normal seyri içerisinde akan şeyleri kaydetmeye başlıyorlar, 1895’te ilk meyvelerini veriyor. Aslında hepimizin bildiği trenin gara yanaşması, fabrikadan insanların çıkması filan bunların hepsi belgeselin başlatan şey fakat belgesel değil. Bir gün tekrar hatırlamak için ve kabaca aslında eğlenmek için çekilen şeyler bunlar. Kalkış noktası olarak tekrar altını çizeyim; bir gün hatırlamak için kayda alınıyor gündelik yaşam, sonra arşivleme başlıyor. Arşivleme sürecinde, altını çizmem gerekiyor; burada batının kendi ideolojik yansımalarının da görüldüğünü söyleyebiliriz. Çünkü o dönemde, coğrafi keşiflerden önceki seyyahların, aslında keşfedilen coğrafyaların zenginliklerini bir şekilde batıya taşıma süreci bu sefer kamera ile birlikte ortaya çıkmaya başlıyor. Ortam kaydedilmeye başlanıyor, daha sonra ikinci süreç başlıyor, belgeleme süreci bir şekilde belgesel yapma sürecine eviriliyor. Burada çekilen görüntülerin bir şekilde kurgulanıp insanlarla paylaşılması başlayınca asıl belgesel başlıyor. Kameranın ve ilk görüntülerin çekilmesiyle birlikte ne kadar gerçek olsa, doğal ortamında olsa da belgesel değil. Çünkü belli bir kurgu, belli bir yorum gerektirdiği için aslında 1922’li yıllarda “Kuzeyli Nanook” filminin çekilmesiyle belgesel süreci başlıyor. “Kuzeyli Nanook” belgeselin ilk ürünüdür, belgesel ve kurmacanın kesiştiği yerdir.

İsmail Halis: Teması neydi?

Ahmet Seven: Teması önemli bir şey aslında. Teması şu: Antartika’da yaşayan Eskimo’nun hikayesi fakat çok önemli bir parantez açıyorum.

Aslında bu süreç şöyle başlıyor. Kaydetme yani tanınmayan coğrafyaların zenginliklerinin bulunup batının kullanıma açılması süreci ile başlıyor.

Belgeselin yönetmeni, Flaherty. Aslında bir demir tüccarının sponsor olmasıyla yolculuk başlıyor, demir tüccarının yeni kaynaklar bulması için kendisini görevlendirmesiyle başlıyor. Orada kameranın gücünü keşfediyor. Döndüğünde, bu sefer zihninde orada bir şeyler yapılabileceğinin fikri oluşuyor. Bu sefer de başka bir tüccarın sponsorluğunda hayata geçiriyor bu projesini. O da bir kürk tüccarı, çok ilginç kürk tüccarı sponsor oluyor çünkü “Kuzeyli Nanook” aslında hayatta kalabilmek için fok avlayan bir adamdır, dolayısıyla onun derisinden filan faydalanabilir kürk tüccarı açısından. Bir reklam amaçlı başlayan süreç yavaş yavaş filme eğriliyor, belgesele eğriliyor. Tabi ondan sonraki süreçte belgesele kurgu, yorum girmeye başladıktan sonra yavaş yavaş yaklaşımlar yaklaşımlar oluşmaya başlıyor. Tamam, biz gerçek durumla karşı karşıyayız fakat gerçeğin karşısındaki insanı yansıyamayız dolayısıyla nasıl yaklaşmamız gerekir? Önce doğalcı yaklaşım oluşuyor. Her şeyi doğal ortamında görüp doğal ortamında hemhal olup doğal ortamında çekme yaklaşımı oluşuyor. Çekim sırasında çok fazla müdahale etmiyor. “Kuzeyli Nanook” bunun ilk örneğidir. Aslında “Kuzeyli Nanook” geçiş evresidir. Ondan sonraki süreçte kent ve şehir hayatıyla ilgili filmler çekilmeye başlanıyor. Aslında ilk evre, doğalcı evre konuyu çekerken müdahale edilmemesi gereken durumdur, yönetmenin içerde olması gereken durumdur. Şehir ve kent hayatının filmleri ise tam tersi dışarda olmayı gerektiren durumdur. İçerde olan süreçle başlayıp dışarda olmayı gerektiren süreçle devam ediyor. Bu kentle ilgili filmlerde, daha ziyade o zamanlar modern kentler kuruluyor, o kentlerin aslında kent sakinlerine bir şekilde propagandasını amaçlıyor. Daha sonra üçüncü evre başlıyor. Üçünce evrede gündelik hayattaki gelişmeler ile ilgili kısa haber filmleri tadında şeyler yapılıyor. Aslında amaç haber, olup bitenlerle ilgili insanlara haber vermek, bilgi vermek. Sonrasında I.Dünya Savaşına kadarki evre hatta II. Dünya Savaşına kadar, tarihsel olarak, II.Dünya Savaşı’na kadarki evre de savaş oldu, hani resmi ideolojiye hizmet eden propaganda filmleri yapılıyor, asker filmleri. Türkiye’de de öyle, Türkiye’de bir noktaya kadar aslında dünyadaki gelişim sürecinden bağımsız filmdir. II. Dünya savaşından sonra ise yorulmuş, yıpratılmış, mahvedilmiş dünyayı tanıma evresini başlıyor. Olaylar, durumlar, insanlar üzerine o iki dünya savaşının kalıntılarının izi sürülmeye başlanıyor, bu tür filmler yapılıyor 70’li yıllara kadar. 70’li yıllardan sonra yavaş yavaş bağımsız filmler, bağımsız belgeseller oluşmaya başlıyor. 80’den sonra Oscar ödüllerinin belgesel dalında verilmeye başlıyor olması da bağımsız filmlerin, bağımsız yönetmenleri destekliyor, finansman kaynakları dağıtıyor. Ondan sonraki süreçte de, biraz tırnak içinde söyleyeceğim, marjinal durumlar, olaylar, insan hikayeleri anlatılıyor, örneğin eşcinsel hikayeleri anlatılıyor ve hapishanede ölüm bekleyen idam mahkumlarının hikayeleri anlatılıyor. 90’dan sonra ise bu yine devam ediyor ve aslında biraz daha bu protest süreç kendini form olarak geliştirerek bugüne kadar devam ediyor. 90’dan sonra şu söylene bilir: Filmciler, belgeselciler zihinlerinde kurmak istedikleri dünyanın filmlerini yapmaya başlıyorlar, kendilerince gelecekte nasıl bir dünya arzu ediyorlarsa o dünyaya yönelik filmler yapmaya başlıyorlar, aslında yeni dünyanın filmlerini yapmaya başlıyorlar.

İsmail Halis: Yeni dünyanın filmleri, hatta altı çizilesi ve çerçeveye alınası birçok üst kavram da zikretti Ahmet Seven. İlk belgesel üzerinden zihnimde sömürgeciliğin keşif kolu kavramı oluştu. Bir de arada eşcinsel hikayeleri diye bir ifade kullandı. Ben uzun yıllar Al Jazeera’de, TVNET’te yapımcılık yapmaya gayret etmiş bir insan olarak festival sürecini çok yakından takip eden Ensar Altay daha içerden bilir, bu uzun yıllar böyleydi ama özellikle son yirmi yıldır tüm dünyada bu artık küresel hukuk, evet, adı konulmuş ya da konulmamış küresel bir öncül kaygı olarak ortaya çıktı. Tüm dünyada festivallere giriş bileti ya da festivallerde ödül bileti olarak bu konuyu işlemeniz gerekiyor, mutlaka bu tür bir karaktere yer vermeniz gerekiyor, dizilerde de mutlaka ve mutlaka bu tür bir cinselliği, insanlığın geleceğini bir şekilde tartışmaya açan, tabir caizse, bu tür bir yönelim ve sapkınlık  üzerinden artık meşruiyet devşiriliyor denebilir.

Tam da söz ettiği bağlamda Ensar Altay’a söyle bir soru sormak isterim, biraz da şu sebeple, çok yakın bir zamanda Hollywood’da bulunma tecrübesi edinmiş oldu, orda hakikaten çok güçlü bir hikayeyi kurgulamak üzere. Dümdüz şekilde bir öğrenci sorusu soruyorum. Belgeselin besmelesi, başlangıcı nedir, temel malzemesi nedir?

Ensar Altay: Bismillah

Ahmet Bey çok güzel, mühim bir çerçeve çizdi fakat orda dikkatimi çeken, genel halkayı oluşturan bir şeyin altını bende çizmek istiyorum. Hayvan belgeselleri niye bu kadar ön plana çıktı? Çünkü tanışma şerefine de nail olduğum David Attenborough diye bir adam var İngiltere’de, bu adam İngilizler tarafından çok seviliyor, hatta birisi şey demişti, başkanlığa adaylığını koymuş olsa kesin kazanır. Fakat adam seksen yaşına filan gelmiş. Bu arada bugüne kadar çekilmiş en güzel belgeseller hayvan belgeselleridir. Bu yapan da yine BBC desteği ile David ve oğlu da yeni yönetmen Richard. Neyse, Bu adam şöyle bir şey yaptı, hayvan belgeselleri çeken adam, hayvanların hayatlarını hayatları ile hikaye anlattı. Hikaye anlatmayı keşfedince, 45’li yıllardan başlayan bir süreç, hayvan belgeselleri inanılmaz boyutlara geldi. Dolayısıyla en popüler, en güçlü belgeseller hayvan belgeselleri ki bir çoğunu ben de severim. Muhtemelen siz de bir çoğunu biliyorsunuzdur. En son Planet Earth çıkmıştı. Hikaye anlatıyor ama ortada hikayenin kahramanları yok. Bu çok saygın bir sanat becerisi. Asıl mesele hikaye anlatabilmekte. Nasıl yapılabilir? İyi bir hikaye anlatıcı olmak gerekir ve naçizane bendenizin tecrübe ettiği bir takım klikler var. Klikler var, kimi zaman çalışıyor, kimi zaman çalışmıyor, kimi zaman çalışması için çok uğraşıyorsunuz olmuyor ama bu klikler evrensel olarak çalışıyor, evrensel olarak bu kliklere dikkat ediliyor diyebilirim. Onlar nelerdir? Onları da 5 başlıkta toplayabiliriz. Birincisi; Ne anlatacağımız. Yani bir şey anlatacaksınız, içeriği temiz bir şekilde ifade etmeniz gerekir. Yazarlar Birliği ile alakalı bir hikaye anlatacağım bir başlık değildir, bir belgesel de değildir. Yazarlar Birliği’nde çaycı abimizin hikayesini anlatacağım, buradan Yazarlar Birliği’ni de anlatırsınız, İstanbul’u da anlatırsınız, her şeyi anlatabilirsiniz çünkü artık ne anlatacağınızı biliyorsunuz, önünüzde bir hikaye var. Ondan sonra, nasıl anlatılacağına kafa yormak gerekir. Nasılı kendi şartları belirler, biliyorsunuz, çok kaba şekilde bakıldığı için belgesele.

İsmail Halis: Ne demek “kaba şekilde” ?

Ensar Altay: Şöyle, voiceover(seslendirmeci) konuşuyor, bir tane görüntü koyuluyor buyurun belgesel. Yani kendi çapında belgesel denilebilir ama sinemasal olarak bir şey ifade etmiyor. Sinemadan mütevellit bir şeye varacaksak eğer, bir şey ifade etmiyor. Bu görüntü ve şöyle bir şiir yazacağım ben. Bu başka bir şey, yeterlilik veya yetenek gerektirmeyen bir şey, üç-beş parçayı bir araya getirip ortaya koyabileceğiniz bir şey.

İsmail Halis: En çok ürün verilen tür bu tarz işler sanırım.

Ensar Altay : Aynen. Genel algıyı buradan oluşturduğu için belgesel git gide sinemadan ayrılıyor, televizyona malzeme üretilen metaya dönüşmeye başlıyor. Nasılına hikayenin kendisi karar verir. Bir meseleyi ele alacaksınız. Örneğin, meseleyi politik düzlemde ele alacaksınız, o düzlem de David’in yaptığı gibi bir şey yapamazsınız, kendi duygunuz var, kendi kurgunuz var, ona göre dil oluşturmanız lazım. O bakış açısıyla insanları ikna etmeniz lazım. Çaycı abimizin belgeselini yapacaksınız, hip hopçu gibi göstermeniz doğru olmayabilir. Kendi içeriği kendini şekillendirir, isteseniz de istemeseniz de eğer anlattığınız hikayeye hakkıyla nüfuz edebilirseniz o sizi dönüştürmeye başlayacaktır. Eğer ısrarla kendinizi dayatırsanız kötü bir iş çıkar. Üçüncüsü; Söylenmeden önce net bir şekilde cevabını vermek gerekir, ben bu hikayeyi anlatacağım, ayakları bu ülkeye basan Anadolu çocuğu olarak neden bu hikayeyi anlatıyorum, Herhangi Anadolu insanı neden bunu izlemeli? Net bir cevabınızın olması gerekir. Bunun en kolay kaçış yolu “bir insan hikayesi” diye söyleyip geçiştire bilirsiniz ama hakiki bir cevap verirseniz örneğin, Bosna’da yaşanan savaş beni de ilgilendiriyor, Anadolu insanını da ilgilendiriyor ya da ilgilendirmesi gerekiyor. Suriye’de yaşanan bir şey ya da kurban meselesi hayatımızın içinde bir şekilde perspektif bakış kazanmamız veya kazandırmamız gerekiyor.

Ensar Altay:  Bir diğeri; Burada biraz daha vizyon ortaya çıkıyor, dünyanın herhangi bir yerindeki herhangi bir insanın sizin yapacağınız belgeseli neden izlemesi gerektiğiyle ilgili zihninizde çok net cevap olmalı. Burada da insanla ilgili temel kavramlara doğru bakmak gerekiyor. Yani bu iş fedakârlıkla ilgili bir iş, bu herkesi ilgilendirebilir, bu iş aileyle ilgili iş, bu iş sabırla ilgili bir iş. Yani anlattığınız hikayede temel mottoya doğru karar verirseniz bu oluşturacağınız senaryoyu da çok rahatlatan, hangi hikayeye bakıyorsanız o hikayenin parçalarını daha kolay seçmenize, anlatmak istediğiniz amaca daha rahat ulaşmanızı sağlayacak iyi bir bakış açısı. Sonuncusu; ne söyleyeceksiniz. Burada tamamen sanatınız devreye giriyor, ne söyleyeceğinize tamamen siz karar verirsiniz ve şöyle bir şey de kesinlikle yok: ben tarafsız belgesel yapacağım. Bir müziği koymanız veya koymamanızla bile her şey değişebiliyor, bir yorum katmış olabiliyorsunuz. Dolayısıyla ne anlatacağınıza sizin doğru karar vermeniz lazım. Bu karar çok öz, çok net, tek cümle belki de tek kelime. Ne biliyim belki başardık ya da başaramadık, Aral ile ilgili bir belgesel yaptık Abdullah Aydemir ile beraber, aşağı yukarı 1 ay da Kazakistan civarında takıldık, bu kendimce kurduğum kurallar çerçevesinde “ben burada ne anlatacağım” diye arıyordum ve şuna karar vermiştim: Bir mekan hikayesiydi bu, “mekan her şey gibi Allah’ın yaratmasıdır eğer mekana dokunursanız varlığa dokunursunuz” diye motto belirleyip bunun üzerine yüklenmiştik. Çok şükür neticesinden de memnunuz. Belgesel nasıl yapılır sorusunun cevabı, öncelikle bu beş aşamadan sağlıklı bir şekilde geçmek gerektiği kanaatindeyim.

İsmail Halis: İsmet Özel’in üç meselesi üzerinden bu beş mesele belgesel çatısına ilişkin hakikaten yol haritası niteliği taşıyan beş maddeydi. Ensar önemli bir şey de söyledi, birçok önemli şey söyledi de benim özellikle altını çizdiğim şeylerden bir tanesi, belgesel giderek bugün tanımlanan söz konusu belgeselcilik sebebiyle ve bunun üzerinden biraz sinemadan ayrılıyor. İşte orada biraz belgesel, sinema, gerçek, kurgu, kurgusallık, mekandan koparmak, hikayeden koparmak gibi teorik ve pratik bir çok başlık devreye giriyor. Ahmet Seven’e bunu sormak istiyorum. Mesela Ensar, Aral’ı çekti, aslında iki arkadaşımız da yerin altında ve yerin üstünde de belgesel çektiler, gerçekten yerin altında çekti. Mesela Ahmet, Zonguldak madeninin en derin mekanlarına kadar girmiş arkadaşımız, yönetmenimiz. Kırım Tatar’ları ile ilgili belgesel yapmıştı, Azeriler ile ilgili belgesel yapmıştı. Ensar, Bosna, Kazakistan ve Kosova’nın kadınlarını belgesel yapmıştı. Bu gerçeklik meselesini biraz açalım, gerçeği yapı bozumuna mı uğratıyoruz, dönüştürüyor muyuz?

Ahmet Seven: Bu temel üslup. Bu sinemanın ilk hareketli görüntülerin elde edilmeye başladıktan sonra kurgulama ihtiyacının hasıl olmasıyla birlikte kendini dayatan bir sorun. Kurgu ile beraber aslında sinemada gerçeklik tartışması başladı. Gerçeklikle hesaplaşma süreci başladı. “Kuzeyli Nanook” ile birlikte aslında başlıyor. Bu arada Ensar’ın bıraktığı yer muhteşem bir yer. Mekan ve mekana dokunmak, mekan sadece içinde bulunduğumuz alan değil alemin kendisi bir mekandır ve o mekan Allah’a aittir. Dokunduğumuz zaman gayretullah’a dokunmuş olacağız.

İsmail Halis: Yusuf hoca burada olsaydı ne derdi? Ya manyak bir şey söyledin. Gayretullah’a dokunmak dedin mekana dokunarak, bu olağanüstü bir durum.

Ahmet Seven:  Öyledir ama Ensar sağolsun, o çıkışı verdi bana. Bıraktığım yerden devam edeceğim. Bu mesele gerçeklikle alakalı bir durum olduğu için gerçeklikle hesaplaşma süreci başlıyor. Şöyle bir durum yok baştan söyleyeyim: Belgesel dediğimiz şey bizzat gerçeği anlatmaz, gerçeği göstermez. Hammaddesi gerçektir. Fakat gerçeği bire bir aktarmak mümkün değil. Gerçeği sadece kamera görür, kameranın kendisi görür. Kameradan bakan kişi gerçeği yorumlamaya başlar. Gerçeklik tartışması hem etik bir sorun, tartışma hem de estetik bir tartışma. Etik bir tartışma çünkü bir defa konunun, olayın, karakterin doğasına saygı duymanız gerekir. Kendi doğasına ve gerçekliğine saygı duymanız gerekir yola çıkarken. Bu, etik bir durumdur. Estetik ise o duruma, o gerçekliğe, o olaya ve karaktere saygı duyarak onu nasıl bir sinemaya bir filme dönüştürmeniz durumudur. Burada da yorum devreye girer. Gerçek durum, olay, karakter üzerinden bir temsil alırsınız siz aslında. Ensar’ın verdiği örnek önemli, mekanın bir temsilcisidir aslında çaycı abimiz. Dolayısıyla doğru temsilciyi bulmanız gerekir, doğru temsilcinin hayatına, duruşuna saygı duymanız gerekir kabul etseniz de etmeseniz de. O olay ve durum üzerinden mutlaka yorum yapmanız gerekir ki onu sinemaya dönüştürebilesiniz. Gerçeği bire bir kaydetmiş olmanız sinema değil. Yorumdan sonra ise şöyle bir durum ortaya çıkar: Gerçek olan durumu, olayı, karakteri yönetmen yorumlayarak yeni bir gerçek oluşturur. Bu yeni gerçekliğin kabul edilebilir olması kalkış noktasıyla arasındaki mesafedir. Eğer o mesafe açıksa üretilen yeni gerçeklik manipülatif durumdur. Kalkış noktasına uygun saygı, yorum, kurgu sürecinden geçmiş yeni bir gerçeklikse o belgesel sinemadır. Burada kurmaca ile belgesel sinemanın tartıştığı, ayrıştığı nokta da gerçeklik kavramıdır. İki parantezle özetleyeceğim. Ensar’ın bıraktığı noktaya geri döneceğim. İkisinin de hikayesinin geçtiği yani kurmacanın da belgesel sinemanın da at oynattığı alan alemdir, bu dünyadır. Fakat alemdir, ademdir. Belgesel o gerçek durum ve olay üzerinden kalkar, biraz önce bahsettiğim gibi doğru yorumlayarak yeni gerçeklik üretir. Sinema kurmaca ise gerçek durum ve olay üzerinden esinlenerek kurgusal bir dünya üretir, kurgusal gerçeklik üretir yani. Aslında belgesel sinema olgu üzerinden hareket ederek yine yeni bir olgusal gerçeklik üretir. Kurmaca sinema ise gerçeklik algısı üzerinden hareket ederek yeni bir gerçeklik algısı üretir. Biri algı üretir biri olgu üretir.

İsmail Halis: Hangisi daha gerçek?

Ahmet Seven: Aslında bu enteresan bir durum. Mesela ilk aklıma gelen, kurmaca sinemada da gerçek hikayeler vardır. Biz salt gerçeklik merkezli bakacak olursak elbette, tartışmasız belgesel. Ama bire bir gerçekliğe, ben gerçeğin peşinde koşuyorum ifadesi doğru değil. Belgeselde de böyle yaklaşıyorsa meseleye kendini çok fazla kutsuyordur.

Ahmet Seven: Çektiğiniz görüntülerden film için uygun bulduklarınızın dışında bir de kullanmadıklarınız var. Onlar da bir filmdir. Bu ayrımı doğru yapmışsanız, kullandığınız görüntüler ile gerçek durum, olay, karakterin geniş parantezini kısa paranteze dönüştüre biliyorsanız doğru yapmışsınızdır. Kurmaca sinemayla gerçek sinemanın gerçek olay ve durum üzerinden karşıtlığını söyledim. Bir de üzerinden karşıtlığı vardır. Kurmaca sinema da aslında yine gerçek dünyadan esinlenerek üretilmiş kahramanlar, sanal bireyler vardır. Belgesel sinemada ise karakterler, gerçek insanlar vardır. Şöyle bir durum söz konusu, kurmaca sinema bir kahramanın kendi ürettiği gerçeklik üzerinden kahramanı ne kadar doğru işlerse o oranda karaktere dönüşür. Belgesel sinema ise gerçek bir karakteri ne kadar doğru yansıtırsa onu kahramana dönüştürür. Çok iddialı olmak istemiyorum ama bence şöyle durum söz konusu, kurgusal sinema hayatı, alemi ve ademi tasvir etmesi gerekir. Belgesel sinema ise alemi ve ademi tefsir etmesi gerekir. Kendimce olması gerekenden bahsediyorum.

İsmail Halis:  Gerçek üzerine çok konuştuk. Hakikat-gerçek ilişkisi de bir çok metinde, kitapta, oturumda tartışıldı ve konuşuldu ama ben gerçek bir soru sorayım.  Şuan çok gerçek bir hikayenin içindesin Ensar, Los Angeles’ta yaşayan bir adamın hikayesinin içerisindesin. Biraz o gerçek hikayeden söz etmeni isteyeceğim senden.

Ensar Altay: Daha iki-üç hafta oldu Amerika’dan döneli. Los Angeles’ta yaşayan Libya’lı bir adam var, Muhammed Bzeek, aşağı yukarı kırk yıldır orada yaşıyor. Muhammed Bzeek, yaklaşık yirmi beş yıldır sadece ölümcül hasta çocukları bakımına alıyor ve bu çocukları iyileştirmeye çalışıyor. Bugüne kadar seksen çocuk evlat edinmiş ve çocukların yetmiş tanesini kurtarmayı başarmış.

Muhammed Bzeek

İsmail Halis: Kendi evinde.

Ensar Altay: Birçok detay var, nasıl alınıyor, nasıl yapılıyor şimdi oralara çok girimiyim. Çok dokunaklı, Müslümanca bir hikaye. Bunu Allah rızası için yapıyor, uzun zaman beraber yaşamış birisi olarak söylüyorum. Sadece bir baba. İlaç gerekiyorsa ilaç veriyor, yemek gerekiyorsa yemek veriyor, ne gerekiyorsa onu yapıyor. Bunun karşılığında devletin vazifelendirdiği hayır kurumu buna bin altı yüz dolar civarında bir para veriyor. Bin altı yüz dolar da Amerika şartlarında asgari ücret gibi bir şey. Para için filan da yapmıyor, para kazandığı da yok. Bir de o çocukların neden öyle olduğu ile ilgili bir durum var. İnanılmaz derece de uyuşturucu yaygın. Sokakta, kafede, her yerde ot için insanları görüyorsunuz. Özellikle hamile kadınlar uyuşturucu aldıktan sonra çocuklar bir takım hastalıklar ile doğuyor. Bu ölümcül hasta çocukları kimse istemiyor, Muhammed alıyor.

İsmail Halis: Ensar, soru cevaplık bir şey sorayım, Oscar ödüllerinin belirlenmesinde öncül olan filmin kalitesi, niteliği mi yoksa politik süreç ve iklim midir?

Ensar Altay: Filmin kalitesi tabi mühim, kötü film de bir şey yapamazsınız. Şöyle bir kısmet oldu, Akademi bünyesinden üç-dört kişiyle takılma şansım oldu. Niye oldu onu da açıklıyım. Muhammed’e akademi bir onur ödülü vermiş, o vesile ile üç-dört arkadaşı vardı, akademi üyesi yakın arkadaşı. Özellikle bir tanesi “make a film foundatiton” başkanı, onunla bir-iki yıl beraber geçirdik, o süreçte Oscar nedir, ne değildir biraz konuştuk. Doğru adımları atarsanız Oscar öyle çokta ulaşılmaz bir şey değil. Hadi ulaşalım şeklinde de bir şey değil. Doğru adımları atmak gerekiyor. Örnek vereyim,  öncelikle akademi üyelerine (çoğu Los Angles’ta yaşıyor) ulaşmak gerekiyor, ulaşabilmenin yolu da Los Angeles’ta olmak. Mustafa Kara’nın Kalandar Soğuğu’ndan bahsettim, Kalandar Soğuğu neden ilk dokuza kalmadı diye sordum, “O ne ya” dedi. Hiç haberleri yok, film ulaşmamış. Bir de şu var, bazı güçlü lobiler ve ortak yapımcılar var ya onları doğru bulmanız gerekiyor. Orada şuan da üç tane çok güçlü lobi var, Yahudi lobisi, gay lobisi ve Koreliler var inanılmaz derece de coverlamışlar(kaplamışlar).

İsmail Halis: Ahmet, şöyle bir final sorusu sorayım. 40 saniyen var, en fazla 3 cümle istiyorum. Sinema ve belgesele dair son sözün nedir?

Ahmet Seven:  Bence kurmaca sinema, âlemi ve âdemi tasvir etmeli, belgesel sinema ise tefsir etmektir.

İsmail Halis:  Aynı soruyu Ensar Altay’a soruyorum…

Ensar Altay: Eğer adam akıllı sinema üretmek istiyorsak adam akıllı bir belgesel tecrübesi yaşamamız gerekir.

İsmail Halis: Belgesele başlangıç neresidir diye sorduğumda Ensar, “Bismillah’tır “ dedi. TYB’de her alanda, açıkçası tam olarak bunu yapıyor, önce bismillah diyor. Muhammed Bzeek, bu denli ağır ve zor olan uğraşıyı neden veriyor, sorusunun cevabı da “Allah rızası”dır. Ahmet Seven de tasvir ve tefsir ile ilgili hakikaten çok kıymetli şeyler söyledi.
Yaşadığımız çağ ortada, Türkiye’mizin verdiği mücadele ortada, Türkiye’ye karşı açılan cepheler ortada. Adı belgesel, adı sinema, adı medya, adı yazı dünyası… Her an bir cephedeyiz, dünyanın her yerinde cephedeyiz ama Türkiye tüm cephelerin ön safı. Bu ön safta omuz omuza durmak gerekiyor. Omuz omuzanın en güzel adreslerinden birisi Türkiye Yazarlar Birliği’ne teşekkür ediyoruz. Herkese teşekkürler, selamlar.

 

*Fotoğraflar için Görsel Yönetmen Abdullah Aydemir’e teşekkürler